Hürriyet Dediğin Altın Bir Tasma mı? Yeni Zaman Esirleri Üzerine Bir Kıssa

Yazan: Jungish

Bu yeni zamanın adamları, göğüslerini gere gere, “Biz hür bir dünyada yaşıyoruz!” diye böbürlenip dururlar. “Ah o eski devirler,” derler, “ne fenaydı! İnsanlar bir ağanın, bir beyin malıydı. Tarladan ayrılamaz, efendisinden izinsiz evlenemezdi. Onlar ‘serf’ idi, yani kul idi, köle idi. Ama biz, çok şükür, hür vatandaşlarız!”

Geçen gün elime bu “hürriyet” meselesi üzerine, Paul Mattick isminde bir ecnebi filozofun 1946 senesinde kaleme aldığı bir yazı geçti. Adam, bu bizim pek övündüğümüz “Hür Cemiyet” lafını almış, bir hallaç pamuğu gibi atmış. Okudukça, insanın o pek rahat vicdanı bir sızlıyor, aklına “Yahu, acaba?” diye bir kurt düşüyor.

Meğer bu “hürriyet” dediğimiz şey, o eski zaman esaretinin, sadece kılık değiştirmiş, daha bir nazikleşmiş, daha bir “kravatlı” hali olabilir miymiş? Gelin, bu acayip fikri, bizim mahallenin o “hür” ahalisi üzerinden bir tartalım.

Birinci Perde: Eski Köle, Yeni Amele

Eski devirde, bizim Toprak Ağası Kerim Ağa’nın tarlasında çalışan “serf” Hasip’i düşünün. Hasip, Ağa’nın malıydı. Ağa’nın izni olmadan o topraktan ayrılamazdı. Ağa ona “Çalış!” derdi, çalışırdı. Kaçarsa, yakalanır, falakaya yatırılırdı. Onun zinciri, demirdendi, gözle görülürdü.

Şimdi gelelim günümüzün “hür” vatandaşı, bizim fabrikada çalışan amele Rıza Efendi’ye. Rıza Efendi, hür adam! Canı isterse, Fabrikatör Süleyman Bey’in kapısına gider, “Ben artık sende çalışmıyorum!” der, çeker gider. Süleyman Bey onu zincire vuramaz, kırbaçlayamaz. Rıza, hürdür!

İkinci Perde: O Görünmez Zincir

İyi, hoş… Lakin bu Mattick Efendi, tam da burada kulağımıza fısıldıyor: “Peki, Rıza Efendi o fabrikadan çıkınca nereye gidecek?”

Rıza Efendi’nin ne bir dükkânı var, ne bir atölyesi, ne de üç dönüm bostanı… Elinde satacak neyi var? Sadece kolunun gücü, alnının teri… Süleyman Bey’in fabrikasından çıkar, doğruca karşı mahalledeki tekstil atölyesinin sahibi Kâzım Bey’in kapısını çalar. Oradan kovulsa, öteki fabrikatörün…

Yani efendim, bizim Rıza, belli bir efendiye, yani Süleyman Bey’e bağlı değil. Lakin o, bütün efendiler sınıfına, yani o fabrikatörler, o atölye sahipleri güruhunun tamamına göbeğinden bağlı!

Eski köle Hasip, hukuki bir zorunlulukla Kerim Ağa’ya bağlıydı.

Yeni amele Rıza, iktisadi bir zorunlulukla patronlar sınıfına bağlı!

Velhasıl Kelam: Kırbaç mı, Açlık mı?

İşte bu ecnebi filozofun demeye getirdiği şudur azizim: Bu “hür cemiyet” dedikleri nizam, eski köleliği yıkmamış, onu sadece daha kurnaz, daha “medeni” bir hale getirmiş.

Eski ağanın, o zavallı Hasip’i çalıştırmak için bir kırbaca ihtiyacı vardı. Yeni patronun ise kırbaca ihtiyacı yok. Çünkü onun elinde kırbaçtan daha tesirli, daha acımasız bir silah var: Aç kalma korkusu!

Rıza Efendi “hür”dür, evet… Lakin bu hürriyet, “Ya benim sana verdiğim bu üç kuruşa talim edersin, ya da çoluk çocuğunla aç kalırsın!” hürriyetidir. Bu, hangi efendinin kapısında esir olacağını seçme hürriyetidir.

Diyeceğim o ki, bu “hürriyet” lafını duyunca hemen bir sevinmeyin. Evvela bir durup bakın: O parlak “hürriyet” kelimesinin arkasına saklanan zincir, demirden mi, yoksa açlıktan mı yapılmış? Zira ikincisi, birincisinden daha az can yakmıyor, benden söylemesi!


#PaulMattick #Felsefe #Kapitalizm #Özgürlük #Hürriyet #ÜcretliKölelik #Marksizm #HüseyinRahmiGürpınar #SistemEleştirisi #Edebiyat #Tarih