ADAM SMITH: Amerika’nın Ve Doğu Hint Ülkelerine Ümit Burnu Üzerinden Bir Geçidin Keşfedilmesi İle Avrupa’nın Elde Ettiği Faydalar Üzerine

Avrupa’nın siyasal tutumundan Amerika sömürgelerinin elde ettiği faydalar işte bunlardır.

Ya, Amerika’nın keşfedilip sömürge haline getirilmesinden Avrupa ne gibi faydalar elde etmiştir?

Bu faydalar, birincisi, bir tek büyük ülke gibi düşünülünce, Avrupa’nın o büyük olaylardan elde ettiği genel faydalar; ikincisi, her sömürgeci ülkenin kendi sömürgelerinden, üzerlerinde kullandığı nüfuz ya da egemenlik dolayısıyla elde ettiği özel faydalar olarak ayrılabilir.

Amerika’nın keşfedilip sömürge haline getirilmesinden, bir tek büyük ülke gibi düşünüldükte, Avrupa’nın elde ettiği genel faydalardan birincisini zevkini okşayacak nesnelerin çoğalması, ikincisiniyse çalışmasının artması oluşturur.

Amerika’nın Avrupa’ya ithal edilen ürün fazlası, bu büyük kıtanın ahalisine, başka türlü ele geçiremeyeceği (kimi rahatlık aracı olmak ve işe yaramak, kimisi haz vermek, bazısı da süs için) çeşit çeşit mallar sağlar; dolayısıyla da, zevkini okşayacak nesnelerin artmasına yardım eder.

Şurası kolayca teslim olunur ki, Amerika’nın keşfedilip sömürge haline getirilmesi; birincisi, İspanya, Portekiz, Fransa ve İngiltere gibi, Amerika ile doğrudan doğruya alışveriş yapan bütün ülkelerin; ikincisi, kendi ürünü olan malları doğrudan doğruya ticaret etmeksizin, başka ülkelerin aracılığı ile oraya gönderen, Avusturya Flanders’i ve bazı Almanya illeri gibi ülkelerin çalışmasını artırmaya yardım etmiştir. Bu ülkeler, daha önce anılan ülkelerin aracılığıyla, Amerika’ya önemli miktarda keten bezi ve daha başka mallar gönderirler. Bütün bu gibi ülkeler, ürün fazlaları için tabii daha geniş bir pazara kavuşmuşlar; dolayısıyla da, onun miktarını artırmak bakımından gayrete gelmişlerdir.

Ama, kendi ürününden Amerika’ya belki hiçbir zaman bir tek mal göndermemiş olan Macaristan’la Lehistan gibi ülkelerin çalışmasını özendirmede bu büyük olasılığın katkısı olması, belki pek o kadar göze çarpmaz. Gelgelelim, o olayların buna katkısı olduğundan şüphe edilmez. Macaristan’la Lehistan’da, bir kısım Amerika ürünü tüketilip dünyanın bu yeni bölgesinin şekeri, çikolatası ve tütünü için oralarda epey talep vardır. Fakat bu mallar, ya Macaristan’la Lehistan’ın çalışmasının ürünü olan bir şeyle, ya da o ürünün bir kısmıyla satın alınmış bir şeyle satın alınmak gerekir. Amerika’nın bu malları Macaristan’la Lehistan’a, o ülkelerin ürün fazlasıyla değiş edilmek üzere giren yeni kıymetler,

eş değerde yeni nesnelerdir. Oralara götürülmekle bunlar, o ürün fazlası için yeni ve daha geniş bir pazar yaratırlar. Onun değerini yükseltir, böylece çoğalmasını özendirmeye yararlar. Bu ürün fazlasının Amerika’ya götürüldüğü hiçbir zaman olmayabilirse de, Amerika’nın ürün fazlasından paylarına düşenle onu satın alan öbür ülkelere götürüldüğü olabilir; ayrıca o mallar, ilk başta Amerika’nın ürün fazlasının harekete getirdiği ticaret akımı sayesinde bir pazar bulabilir.

Bu büyük olaylar hem Amerika’ya hiç mal göndermemiş hem oradan hiç mal almamış ülkelerin bile zevk okşayan nesnelerinin artmasına ve çalışmasının çoğalmasına yaramış olabilir. Bu ülkeler de, Amerika ticareti sayesinde ürün fazlaları artmış bulunan ülkelerden öbür malları daha bol almış olabilir. Bu artan bolluğun, zevklerini okşayan nesneleri ister istemez artırması gerektiği gibi, çalışmalarını da artırmış olması gerekir.

O çalışmanın ürün fazlasıyla değiş edilmek üzere, kendilerine şu ya da bu çeşit eş değerde yeni şeylerden daha çok miktarda verilmiş olması gerekir. O ürün fazlası için değerini çoğaltıp böylece artışını özendirecek, daha geniş bir piyasa yaratılmış olması şarttır. Her yıl Avrupa’nın geniş ticaret çemberi içine atılıp türlü türlü dönüşleriyle oradaki çeşitli milletlerin hepsi arasında her yıl üleşilen mal yığınının, Amerika’nın ürün fazlasının tümü kadar artması gerekir. Onun için, bu milletlerden her birine, bu büyüyen yığın içinden daha büyük bir payın düşmüş olması, onların zevklerini okşayan nesneleri artırmış ve çalışmalarını çoğaltmış bulunması muhtemeldir.

Anayurtların uyguladığı tekelci ticaret[302] genellikle bütün milletlerin ve özellikle Amerika sömürgelerinin gerek zevklerini okşayacak nesneleri, gerek çalışmalarını azaltmaya, yahut hiç değilse aksi takdirde ulaşacakları düzeyin aşağısında bırakmaya vesile olur. Bu, insanoğlunun büyük bir kısım işlerine yay gibi hız veren büyük mekanizmalardan birinin harekete geçişi üzerinde bir ağırlık etkisi yapar. Bütün öbür ülkelerde sömürge ürününü pahalandırarak, onun tüketimini daraltır. Böylece sömürgelerin çalışmasına ve bütün öbür ülkelerin hem zevklerine hem çalışmalarına engel olur; zevk aldıkları şeylere daha fazla para verince, duydukları zevk azaldığı gibi, ürettiklerine karşılık ellerine geçen de azalınca, bunlar daha az üretimde bulunurlar. Bütün öbür ülkelerin ürününü sömürgelerde pahalılaştırmakla, aynı tarzda bütün öbür ülkelerin çalışmalarına ve sömürgelerin hem zevklerine hem çalışmalarına engel olur. Bu öyle bir köstektir ki, filan filan ülkeler sözde fayda görecekler diye bütün öbür ülkelerin ama herhangi bir başkasından çok sömürgelerin duyacağı hazlara ket vurur, çalışmalarını güçleştirir. Bütün öbür ülkeleri, belli bir pazarın yanına kabil olduğunca uğratmadığı gibi, sömürgeleri de, imkân ölçüsünde belli bir pazarın dışarısına bırakmaz. Bütün öbür pazarlar açık dururken, belli bir pazarın yanına uğratılmamakla, bütün öbür pazarlar kapalı iken belli bir pazarın dışarısına çıkmamak arasında ise, pek büyük fark vardır. Bununla birlikte Amerika’nın keşfedilip sömürge haline getirilmesiyle, zevk okşayan nesneler bakımından ve çalışma bakımından Avrupa’da ne çoğalma oldu ise hepsinin ana kaynağı, sömürgelerin ürün fazlasıdır. Anayurtların tekelci ticareti, bu kaynağı, haliyle olacağına kıyasla çok daha bereketsiz kılar.

Her sömürgeci ülkenin, özel olarak kendisine ait bulunan sömürgelerden elde ettiği özel faydalar, ayrı ayrı iki türdür: Birincisi, her imparatorluğun egemenliği altındaki illerden elde ettiği alışılmış faydalar; ikincisi, Amerika’daki Avrupa sömürgeleri gibi böylesine eşsiz illerden çıktığı varsayılan, eşi bulunmaz faydalardır.

Egemenliğine bağımlı illerden her imparatorluğun elde ettiği alışılmış faydalar, birincisi, onun savunması için illerin verdiği askeri kuvvetten; ikincisi, mülki yönetim masrafının

karşılanması için sağladığı gelirden oluşur. Roma sömürgeleri, sırası geldikçe, her ikisini de verirlerdi. Yunan sömürgelerinin ara sıra bir askeri kuvvet verdikleri olmuşsa da, gelir sağladıkları seyrektir. Bunların, ana kentin egemenliğine bağımlı bulunduklarını kabul ettikleri, hemen hemen olmamıştır. Genellikle ana kentin savaşta müttefikleri idiler, ama barışta onun uyruğu oldukları pek yoktu.

Amerika’daki Avrupa sömürgelerinin, anayurdun savunması için henüz bir askeri kuvvet verdiği olmamıştır. Henüz askeri kuvvetleri, kendilerini savunmaya hiçbir zaman yetmemiştir. Anayurtların giriştiği türlü savaşlarda da, sömürgelerinin savunması, o ülkenin askeri kuvvetinden genellikle pek önemli bir miktarını uğraştırmaya sebep olmuştur. Dolayısıyla, istisnasız bütün Avrupa sömürgeleri, kendi anayurtları için bu bakımdan kuvvetten çok zaaf[303] nedeni olmuşlardır.

Anayurdun savunma yahut mülki yönetim masrafının karşılanması için, yalnızca İspanya ve Portekiz sömürgeleri herhangi bir gelir yardımında bulunmuşlardır. Öbür Avrupa milletlerinin, özellikle İngiltere’nin sömürgelerinden toplanan vergiler, barış zamanında o sömürgelere edilen masrafa binde bir denk gelmiş, savaş sırasında sebep oldukları masrafın görülmesine ise hiçbir zaman yetmemiştir. Onun için; bu gibi sömürgeler, kendi anayurtlarına gelir kaynağı değil, masraf kapısı olmuşlardır.

Bu gibi sömürgelerin kendi anayurtlarına sağladıkları faydalar, yalnızca Avrupa sömürgeleri gibi böylesine eşsiz illerden çıktığı varsayılan eşi bulunmaz faydalardan oluşur. Bütün bu eşi bulunmaz faydaların biricik kaynağının ise, tekelci ticaret olduğu bilinmektedir.

Bu tekelci ticaretten ötürü, İngiliz sömürgelerinin ürün fazlasından, örneğin, cetvele giren mallar adını taşıyan ne varsa, İngiltere’den başka bir ülkeye gönderilemez. Öteki ülkelerin sonradan bunu İngiltere’den satın almaları gerekir. Onun için, bunun İngiltere’de herhangi bir başka ülkede olabileceğinden daha ucuz olması ve herhangi bir başka ülkeden çok, İngiltere’nin zevk araçlarını artırmaya yardım etmesi gerekir. Bunların, aynı tarzda İngiltere’nin çalışmasını özendirmede daha fazla katkısı olması gerekir. İngiltere’nin kendi ürün fazlasından bu cetvele giren mallarla değiş ettiği ne varsa, bunların tıpkısına karşılık başka bir takım ülkelerin kendi ürün fazlalarını değiş ettiklerinde ellerine geçebilecek bedelden daha yükseğinin İngiltere’nin eline geçmesi gerekir. Örneğin, İngiltere’nin mamulleri kendi sömürgelerinin şeker ve tütününden, miktarca, öbür ülkelerin benzeri mamullerinin o şeker ve tütünden alabileceğinden daha fazlasını satın alır. Demek ki, İngiliz sömürgelerinin şeker ve tütünü ile hem İngiltere’nin hem öbür ülkelerin mamulleri, değiş edildiği sürece bu fiyat üstünlüğü, İngiltere mamullerine bu şartlar içinde öbür ülkeler mamullerinin göremeyeceği bir özendirme sağlar. Dolayısıyla, sömürgeler ticaretinin tek elden yürütülmesi, o ticareti tek elden yürütmeyen ülkelerin gerek elindeki zevk okşayan nesneleri, gerekse çalışmasını azalttığı yahut haliyle varacağı düzeyin aşağısında bıraktığı gibi, onu tek elden yürüten ülkelere beriki ülkelere göre doğal bir üstünlük sağlar.

Fakat belki görülecektir ki, bu kesin bir üstünlükten çok, nispi[304] denilebilecek bir üstünlüktür ve ondan yararlanan ülkeye sanayisini ve ürününü serbest bir ticaret halinde doğal şekilde artacağından daha fazla çoğaltarak değil de, daha ziyade, başka ülkelerin sanayisini ve ürününü eksilterek bir üstünlük sağlar.

Örneğin, İngiltere’nin çoğu kez önemli bir kısmını Fransa’ya sattığı Maryland ve Virginia tütünü, İngiltere’ye yararlanmakta olduğu o tütünün tekeli sayesinde, Fransa için mümkün olabileceğinden kuşkusuz daha ucuza gelmektedir. Ama bırakılsaydı da, Fransa

ve bütün öteki Avrupa ülkeleri, Maryland ve Virginia ile oldum olası serbest ticaret etseydiler, o zaman bu zaman bu sömürgelerin tütünü hem bütün öbür ülkelere hem İngiltere’ye şimdikine göre daha ucuza gelebilirdi. Şimdiye dek yararlandığından çok daha geniş bir pazar sayesinde, o zaman tütün mahsulü öylesine artabilirdi ve ihtimal öylesine artacaktı ki, zahire yetiştiren bir çiftliğin kârlarından hâlâ biraz daha yüksek varsayılan bir tütün çiftliğinin kârlarını zahire çiftliği kârları ile bir olacak şekilde doğal kertesine indirirdi. Tütün fiyatı, o zaman bu zaman, şimdi olduğundan biraz daha aşağı düşebilirdi ve ihtimal ki düşecekti. İngiltere’nin olsun, bu öteki ülkelerin olsun, aynı miktarda malları ile, Maryland ve Virginia’da, şimdi alınabildiğine göre daha fazla tütün satın alınabilir, dolayısıyla da bunlar oralarda o denli daha elverişli fiyata satılabilirdi. Demek ki, o tütün, ucuzluğu ve bolluğu sayesinde İngiltere’nin olsun, herhangi bir başka ülkenin olsun, zevk duyduğu nesneleri çoğaltıp çalışmasını artırabiliyorsa, bu sonuçların her ikisini, serbest bir ticaret durumunda, ihtimal, biraz daha fazlasıyla yaratabilir. İngiltere’nin bu takdirde başka ülkelere göre gerçekte hiçbir üstünlüğü olmaz. Sömürgelerinin tütününü biraz daha ucuza satın alabilir; bundan dolayı da, bazı mallarını şimdikine göre biraz pahalıya satabilir. Ama ne sömürgelerinin tütününü herhangi bir başka ülkenin alabileceğinden daha ucuza satın alabilir, ne de kendi malını bir başka ülkeden daha pahalıya satabilir. Mutlak[305] bir üstünlüğü belki ele geçirebilir ama, nispi bir üstünlüğü kesin olarak elden kaçırır.

Gelgelelim, sömürge ticaretinde bu nispi üstünlüğü elde edip başka milletleri o ticarete mümkün olduğu kadar herhangi bir biçimde ortak etmeme yolundaki kıskanç ve kötü niyetli tasarıyı gerçekleştirmek üzere, İngiltere’nin o ticaretten başka her millet kadar sağlayacağı mutlak üstünlüğünün bir kısmını feda ettiği gibi, hemen hemen başka her ticaret kolunda kendini hem mutlak hem nispi bir elverişsizliğe düşürdüğünü düşünmek için kuvvetli ihtimal içinde olan nedenler vardır.

Denizcilik kanunu gereğince, İngiltere, sömürge ticaretinin tekelini kabullenince, eskiden o ticarette çalıştırılan yabancı sermayeler ister istemez oradan geri çekildi. Bu ticaretin eskiden ancak bir kısmının yapıldığı İngiliz sermayesiyle, artık tümü yapılmak gerekiyordu. Sömürgelerin Avrupa’dan istedikleri malların şimdi tümünü tedarik için kullanılan sermaye, eskiden ancak bir kısmını sağlayan sermayeden oluşurdu. Ama bu sermaye sömürgelerin tüm gereksinmesini karşılayamazdı ve sağladığı mallar ister istemez pek pahalıya satılıyordu. Sömürgelerin şimdi bütün ürün fazlasını satın alan sermaye, eskiden ancak bir kısmının satın alınmasında kullanılan sermayeden oluşurdu. Fakat bu ürün fazlasının tümünü hiçbir bakıma eskiye yakın fiyata satın alamazdı; dolayısıyla da, alabildiğini ister istemez pek ucuza satın alıyordu. Gelgelelim, tacirin pek pahalıya satış ve pek ucuza alım yaptığı bir sermaye çalıştırma işinde, kârın pek yüksek olması ve öbür ticaret kollarındaki alışılmış kâr düzeyinin çok üstünde bulunması gerekir. Sömürge ticaretindeki bu kâr üstünlüğü, eskiden öbür ticaret kollarında kullanılan sermayenin bir kısmını kendine çekmekten geri kalamazdı. Gelgelelim, sermayenin böylece yön değiştirmesinin, sömürge ticaretinde sermayelerin rekabetini gitgide çoğaltması gerektiği gibi, o rekabeti ticaretin bütün kollarında gitgide azaltmış olması gerekir; sömürge ticaretinde kârları gitgide nasıl düşürmesi lazımsa; bütün öbür ticaret kollarında da kârları gitgide yükseltmesi lâzımdır. Ta ki, hepsindeki kârlar eskiden oldukları düzeyden farklı ve biraz daha yüksek yeni bir düzeye ulaşsın.

Bütün öbür ticaretlerden sermaye çekip kâr kertesini bütün ticaretlerde haliyle olabileceğine göre biraz yukarı çıkarmak şeklindeki iki yanlı etkisini bu tekel, yalnız ilk kuruluşunda yaratmakla kalmayıp ondan beri de yarata gelmiştir.

Birincisi, bu tekel, sömürgeler ticaretinde kullanılmak üzere, bütün öbür ticaretlerden boyuna sermaye çekegelmiştir.

Deniz üstü gidiş geliş kanunu çıkarılalı beri, Büyük Britanya’nın zenginliği pek çok artmış olmakla birlikte, kuşkusuz sömürgelerin zenginliği kadar artmış değildir. Ama her ülkenin dış ticareti doğal olarak, zenginliği oranında; ürün fazlası ise, tam ürünü oranında artar. Büyük Britanya, sömürgelerin dış ticareti denilebilecek ne varsa hemen hepsini kendi avucuna almış olduğu ve sermayesi o ticaretin büyüklüğü oranında artmamış bulunduğu için hem eskiden öbür ticaret kollarında kullanılan sermayenin bir kısmını sürekli olarak oradan çekmeden, hem de haliyle o ticaret kollarına girecek epey daha fazla sermayeyi oralara gitmekten alıkoymadan bu ticareti yürütemezdi. Nitekim deniz üstü gidiş geliş kanunu konulalı beri sömürge ticareti durmadan gelişirken, birçok başka dış ticaret kolu, özellikle Avrupa’nın öbür yerlerine yapılan ticaret durmadan azalmaktadır.

Dışarı satılacak mamuller, denizcilik kanunundan önceki gibi, yakın Avrupa pazarına ya da daha uzak olan Akdeniz çevresi pazarına uyacak tarzda düzenleneceğine, çoğu büsbütün uzaktaki sömürgeler piyasasına, yani birçok rakiplerin olduğu pazardan çok, tekeline sahip bulundukları pazara göre ayarlanmıştır. Dış ticaretin öteki kollarındaki azalışın, Sir Matthew Decker ile öbür yazarlarca vergi alma tarzındaki aşırılık ve isabetsizlikte, yüksek emek pahasında, gösteriş düşkünlüğünün gemi azıya almasında vb.’de aranan nedenleri hep, sömürge ticaretinin gerektiğinden öte büyümesinde bulunabilir. Büyük Britanya’nın ticaret sermayesi pek büyüktür ama sınırsız değildir; denizcilik kanunundan beri çok artmıştır ama, sömürge ticareti oranında artmamıştır. Dolayısıyla bu sermayenin bir kısmı öbür ticaret kollarından geri çekilmeksizin, dolayısıyla da o kollar biraz çöküntüye uğramaksızın sömürge ticaretinin yürümesi kabil olmazdı.

Şurası göz önünde tutulmalıdır ki, yalnız deniz üstü gidiş geliş kanunu sömürge ticareti tekelini kurmadan önce değil, o ticaretin henüz fazla önemi yok iken de İngiltere büyük bir alışveriş ülkesi idi; ticaret sermayesi çok büyük olup, günden güne de büsbütün büyümek yatkınlığında idi. Cromwell yönetimi zamanındaki Felemenk savaşında, İngiliz donanması Hollanda donanmasından üstündü; II. Charles saltanatı başında patlak veren savaşta ise, Fransa ile Felemenk’in birleşmiş donanmalarına en azından denk, belki de onlardan üstündü. Hiç değilse, Felemenk donanması ile Felemenk ticareti arasında şimdi, o zamanki oran bulunduğu takdirde, İngiliz donanmasının üstünlüğü şimdi belki güçlükle daha fazla gibi gelir. Fakat o savaşların her ikisinde de, bu büyük deniz kuvvetine, deniz üstü gidiş geliş kanunu sebep olamazdı. Birinci savaş sırasında bu kanunun taslağı, şeklini henüz almıştı. Gerçi ikinci savaşın patlak vermesinden önce, yetkili makamca tamamıyla kanunlaştırılmış bulunuyordu ama, hiçbir hükmünün, hele sömürgelerle yapılacak tekelci ticareti kuran kısmının önemli bir etki yapacak zamanı bulması olanaksızdı. O dönemde, gerek sömürgeler, gerekse bunların ticareti şimdikine kıyasla solda sıfırdı. Jamaika Adası sağlığa zararlı, az nüfuslu bir çöldü; toprağının işlenmesi ise daha da devede kulaktı; New York ile New Jersey Felemenkliler’de, St. Christopher’in yarısı Fransızlar’da idi. Antigua Adasına, Çifte Carolina’lara, Pennsylvania’ya, Georgia’ya ve Nova Scotia’ya yerleşilmemişti; Virginia’ya, Maryland’a ve New England’a yerleşilmişti. Bunlar çok gelişen sömürgelerdi ama, o zamandan beri zenginlikten, nüfustan ve bayındırılmadan yana gösterdikleri hızlı gelişmeyi o sırada ne Avrupa’da ne Amerika’da önceden gören, hatta aklına getiren belki bir tek kimse yoktu. Sözün kısası, o zamanki durumu şimdikini biraz andıran, hatırı sayılabilecek tek İngiliz sömürgesi Barbadoes Adası idi. Denizcilik kanunundan bir süre sonra da, İngiltere’nin ancak bir kısmından yararlandığı sömürgeler ticareti (çünkü deniz üstü gidiş geliş kanununun harfi harfine

uygulanması, çıkarılmasından yıllar sonradır) o sırada ne İngiltere’nin büyük ticaretinin, ne de o ticaretin desteklediği büyük deniz kuvvetinin nedeni olabilirdi. O sırada bu büyük deniz kuvvetine destek olan ticaret, Avrupa’nın ve Akdeniz çevresine düşen ülkelerin ticareti idi. Gelgelelim, o ticaretin şimdi İngiltere’nin elinde bulunan kısmı, böyle büyük bir deniz kuvvetini destekleyemezdi. Artmakta bulunan sömürgeler ticareti bütün milletlere açık tutulsaydı, ondan Büyük Britanya’ya düşebilecek ve ihtimal epeyce önemli olacak pay, önceden elinde bulunan bu büyük ticareti baştan aşağı çoğaltmak gerekirdi. Tekelden ötürü sömürge ticaretinin büyümesi, İngiltere’nin önceden sahip olduğu ticarette bir artıştan çok onun doğrultusunda toptan bir değişmeye sebep olmuştur.

İkincisi, Britanya ticaretinin türlü kollarının hepsinde, kâr kertesini, bütün milletlerin Britanya sömürgeleriyle serbest ticaret etmelerine müsaade edildiği takdirde haliyle olacağından daha yüksekte tutmakta bu tekelin ister istemez katkısı vardır.

Sömürge ticareti tekeli, bir yandan Büyük Britanya sermayesinin kendiliğinden o ticarete gidecek olanından fazlasını ister istemez oraya çekerken, bir yandan da bütün yabancı sermayeleri kovmakla, o ticarette kullanılan tüm sermaye miktarını, serbest bir ticaret halinde haliyle olacağından ister istemez daha aşağı düşürmüştür. Ama ticaretin o kolunda sermayelerin rekabetini azaltmakla, o kolda kâr kertesini ister istemez artırmıştır. Yine, ticaretin bütün öbür kollarında İngiliz sermayelerinin rekabetini azaltmakla da, bütün bu öteki kollarda, Britanya’nın kâr kertesini ister istemez yükseltmiştir. Deniz üstü gidiş geliş kanunu çıkarılalı beri, herhangi belli bir dönemde Büyük Britanya’nın ticaret sermayesi ne durumda ya da ne büyüklükte olursa olsun, o durum sürüp gittikçe sömürge ticareti tekelinin, Britanya’nın alışılmış kâr kertesini, Britanya ticaretinin gerek o kolunda, gerek bütün öbür kollarında haliyle olabileceğinden daha yukarı çıkarmış bulunması gerekir. Denizcilik kanunu çıkarılalı beri Britanya’nın alışılmış kâr oranı muhakkak olduğu üzere, epey düştü ise, bu oran o kanunla kurulan tekelin yardımı ile yukarıda tutulmasa, büsbütün düşmek zorunda kalırdı.

Gelgelelim bir ülkede alışılmış kâr oranını haliyle olacağından daha fazla yükselten her ne ise bu, o ülkeyi, tekeline sahip bulunmadığı her ticaret kolunda ister istemez hem mutlak hem nispi bir zarara uğratır.

Bu, o ülkeyi mutlak bir zarara uğratır, çünkü o ülkenin tacirleri bu gibi ticaret kollarında gerek kendi ülkelerine ithal ettikleri yabancı ülkelerin mallarını, gerekse yabancı ülkelere ihraç ettikleri kendi ülkelerinin mallarını haliyle olacağından daha pahalıya satmaksızın, bu daha büyük kârı elde edemezler. Kendi ülkeleri, eski haldekine göre hem daha pahalıya satın almak hem daha pahalıya satmak, daha az satın alıp daha az satmak, daha az zevk elde edip daha az üretimde bulunmak gerekir.

Bu, o ülkeyi nispi bir zarara uğratır, çünkü bu gibi ticaret kollarında aynı mutlak zararlarla karşı karşıya bulunmayan öbür ülkeleri ona göre haliyle çıkacakları düzeyin ya daha yukarısına çıkarır, ya düşecekleri düzeyin daha az aşağısına düşürür. O ülkenin elde ettiği zevke ve yaptığı üretime oranla, berikilerin hem daha fazla zevk edinmelerine, hem daha çok üretimde bulunmalarına olanak verir. Onlardaki üstünlüğü, haliyle olacağından daha fazla artırır, yahut eksikliği olacağından daha küçük hale getirir. Ürününün fiyatını haliyle olacağından daha fazla yükselterek, öteki ülkelerin tacirlerine, yabancı piyasalarda ondan daha ucuza satış yapmak ve böylece, tekeline sahip bulunmadığı ticaret kollarının hemen hemen hepsinden onu dışarı uğratmak imkânı verir.

Yabancı pazarlarda kendi mamullerinden daha ucuza mal satılarak müşterilerinin ellerinden

gitmesine sebep oluyor diye, tacirlerimiz Britanya’daki emeğin yüksek ücretlerinden ikide bir sızlanırlar. Ama sermayenin yüksek kârlarına sesleri çıkmaz. Başkalarının aşırı kazancından yanar yakınırlar da, kendi kazançlarının lâfını bile etmezler. Oysa İngiliz sermayesinin yüksek kârının İngiliz mamulleri fiyatını yükseltmekte, çoğu hallerde İngiliz emeğinin yüksek ücreti kadar ve kimi hallerde belki ondan fazla katkısı olabilir.

Haklı olarak denilebilir ki, Büyük Britanya’nın sermayesi, tekeline sahip bulunmadığı çeşitli ticaret kollarının çoğundan, özellikle Avrupa ticareti ile Akdeniz çevresi ülkelerinin ticaretinden işte böylece kısmen çekilmiş, kısmen dışarı uğratılmıştır.

İngiliz sermayesi, ticaretin o kollarından sömürge ticaretinin sürekli olarak artışı ve onu bir yıl yürütmüş bulunan sermayenin ertesi yıl yürütmeye sürekli olarak yetmeyişinden doğan sömürge ticaretindeki üstün kârın cazibesi[306] ile kısmen çekilmiştir.

İngiliz sermayesi, Büyük Britanya’nın tekelinde olmayan çeşitli ticaret kollarının hepsinden, Büyük Britanya’da oluşan yüksek kâr oranının öbür ülkelere sağladığı üstünlük dolayısıyla, kısmen uzaklaştırılmıştır.

Sömürge ticareti tekeli, haliyle bu öteki ticaret kollarında kullanılacak Britanya sermayesinin bir kısmını oralardan çektiği gibi, sömürge ticaretinden dışarı uğratılması o kollara hiç girmeyecek olan birçok yabancı sermayeleri oralara girmeye zorlamıştır. Bu öteki ticaret kollarında Britanya sermayesinin rekabetini azaltmış; öylece, Britanya’nın kâr oranını haliyle olacağından daha yukarıya çıkarmıştır. Tersine, yabancı sermayelerin rekabetini artırmış, öylece yabancı kâr oranını haliyle olacağından daha aşağıya düşürmüştür. Her iki şekilde de, bu öteki ticaret kollarının hepsinde Büyük Britanya’yı doğal olarak nispi bir elverişsizliğe düşürmüş bulunması gerekir.

Bununla birlikte, sömürge ticaretinin Büyük Britanya’ya herhangi bir başka ticaretten daha faydalı olduğu ve tekelin o ticarete Büyük Britanya sermayesinin haliyle girecek olanından daha fazlasını girmeye zorlamakla, o sermayeyi, bulabileceği herhangi bir başka işten ülke için daha faydalı bir işe aktardığı, belki söylenebilir.

Bir sermayenin ait olduğu ülke için en faydalı kullanılışı, orada en büyük miktarda üretken emek beslemekte ve o ülkenin toprağı ile emeğinin yıllık ürününü en fazla artırmakta kullanılmasıdır. Gelgelelim, ikinci kitapta gösterilmişti ki, dış tüketim ticaretinde kullanılan bir sermayenin besleyebileceği üretken emek miktarı, tıpkı tıpkısına, sermayenin hasılatındaki[307] birbirini kovalayış oranında olur. Hasılatı yılda bir kez aksamaksızın ele geçen bir dış tüketim ticaretinde kullanılan örneğin bin liralık bir sermaye, ait olduğu ülkede, bin liranın bir yılda orada besleyebileceği miktarda üretken emeği sürekli şekilde işte tutabilir. Hasılatı yılda iki üç kez ele geçerse, bu orada, iki üç bin liranın bir yılda besleyebileceği miktarda üretken emeği sürekli olarak çalıştırabilir. Komşu bir ülkede yapılan bir dış tüketim ticareti, bundan ötürü, genellikle ücra bir ülke ile yapılana göre daha faydalıdır. Yine ikinci kitapta gösterildiği gibi, doğrudan doğruya yapılan bir dış tüketim ticareti, aynı nedenle, dolambaçlısına göre genellikle daha faydalıdır.

Ancak Büyük Britanya sermayesinin kullanılışını etkileme bakımından, sömürge ticareti tekeli, bütün hallerde, bu sermayenin bir kısmını komşu bir ülke ile yapılan bir dış tüketim ticaretinden çıkıp daha uzak bir ülke ile yapılana ve birçok halde, doğrudan doğruya yapılan bir dış tüketim ticaretinden çıkıp bir dolambaçlısına geçmeye zorlamıştır.

Birincisi, sömürge ticareti tekeli bütün hallerde Büyük Britanya sermayesinin bir kısmını, komşu bir ülke ile yapılan bir dış tüketim ticaretinden çıkıp daha uzak bir ülke ile

yapılana geçmeye zorlamıştır.

Tekel, bütün hallerde, o sermayenin bir kısmını Avrupa ve Akdeniz çevresi ülkeleriyle yapılan ticaretten ayrılıp daha uzaktaki Amerika ve Batı Hint Adaları bölgelerinin (o ülkelerin hem ıraklığı hem içinde bulundukları özel şartlar dolayısıyla hasılatı ister istemez daha seyrek ele geçen) ticaretine geçmeye zorlamıştır. Evvelce görülmüştü ki, yeni sömürgelerde her zaman sermaye eksikliği vardır. Sermayeleri, büyük kâr ve kazançla topraklarının bayındırılıp işletilmesinde kullanabilecekleri miktarın her zaman çok aşağısındadır. Bu nedenle, onlarda sahibi oldukları sermayeden daha fazlası için sürekli talep vardır. Kendilerinde olanın noksanını tamamlamak üzere, elden geldiğince anayurttan ödünç almaya çalışır; bu yüzden, ona karşı her zaman borçlu olurlar. Bu borcun meydana gelmesi için, anayurttaki zenginlerden kimi zaman senetle de ödünç almakla birlikte, sömürgecilerin en çok tuttukları yol o olmayıp, Avrupa’dan mal yollayan muhabirlerine ödenmemiş borçlarını, o muhabirler müsaade ettiğince sürüncemede bırakmaktadır. Bunların yıllık hasılatı çoğu kez borçlandıklarının üçte birinden fazla tutmaz; o oranı bile bulmaz. Dolayısıyla, muhabirlerinin kendilerine ödünç verdiği tüm sermayenin, üç yıldan, bazen dört beş yıldan önce Britanya’ya geri geldiği seyrektir. Fakat Büyük Britanya’ya ancak 5 yılda bir geri gelen, örneğin, bin liralık bir Britanya sermayesi, topu birden yılda bir kez geri geldiği takdirde sürekli olarak işte tutabileceği Britanya emeğinin ancak beşte birini besleyebilir; bin liranın bir yıl besleyebileceği emek miktarı yerine de, ancak iki yüz liranın bir yıl devamlı olarak besleyebileceği kadar emeği işte tutabilir. Muhabirinin bu gecikme yüzünden uğrayabileceği bütün ziyanı, sömürgeli çiftçi, kuşkusuz Avrupa’dan gelen mala ödediği yüksek bedelle, uzun vade ile verdiği borç senetleri üzerindeki faizle, kısa vade ile verdiklerinin yenilenmesindeki komisyonla karşılar ve belki fazlasıyla karşılar. Gelgelelim, muhabirinin ziyanını karşılayabilirse de, Büyük Britanya’nın ziyanını kapatamaz. Hasılatın ele geçmesi çok uzun süren bir ticarette, tacirin kârı, hasılatın pek yakın zamanda ve sık sık ele geçtiği bir ticaretteki kadar yahut ondan fazla olabilir; ama oturduğu ülkenin sağladığı faydanın, orada sürekli biçimde beslenen üretken emek miktarının, toprakla emeğin yıllık ürününün, her zaman, pek daha az olması gerekir. Amerika ile ve hele Batı Hint Adaları ile yapılan ticarette hasılatın genellikle, Avrupa’daki herhangi bir yerle, hatta Akdeniz çevresi ülkeleriyle yapılan ticarete göre hem daha ağır aksak ve düzensiz hem de daha kararsız olarak ele geçtiğini, bu çeşit çeşit ticaret kolları üzerinde biraz tecrübesi bulunan herkes kolayca teslim eder sanıyorum.

İkincisi, sömürge ticareti tekeli çoğu hallerde Büyük Britanya sermayesinin bir kısmını, doğrudan doğruya yapılan bir yabancı tüketim ticaretinden bir dolambaçlısına geçmeye zorlamıştır.

Büyük Britanya’dan başka bir pazara gönderilemeyen, cetvel içi mallar arasında, miktarı Büyük Britanya’nın tüketimini fazlasıyla aşan ve o nedenle bir kısmı başka ülkelere ihraç edilmek gereken birkaç tanesi vardır. Gelgelelim, Büyük Britanya sermayesinin bir kısmını dolambaçlı bir dış tüketim ticaretine sürüklemeden, bunu yapmaya olanak yoktur. Örneğin, Maryland ile Virginia, Büyük Britanya’ya her yıl doksan altı bin fıçıdan fazla tütün yollar; Büyük Britanya’nın tüketimi ise, söylentiye göre on dört bin fıçıyı geçmez. Demek ki, seksen iki bin küsur fıçının başka ülkelere, Fransa’ya Felemenk’e ve Baltık denizi ile Akdeniz çevresine düşen ülkelere ihraç edilmesi gerekir. Gelgelelim, İngiliz sermayesinin, o seksen iki bin fıçıyı Büyük Britanya’ya getirip, oradan bu öteki ülkelere yeniden ihraç eden, bu öteki ülkelerden de Büyük Britanya’ya karşılık olarak ya mal ya para getiren kısmı, dolambaçlı bir yabancı tüketim ticaretinde kullanılmakta; bu işin içine,

artan o büyük miktar elden çıksın diye, ister istemez sürüklenmektedir. Bu sermayenin tümünün Büyük Britanya’ya kaç yılda geri gelebileceğini hesaplamak istersek, Amerika’dan gelecek hasılatın ağır aksaklığı üstüne, o öteki ülkelerden gelecek hasılatın yavaşlığını eklememiz gerekir. Amerika ile doğrudan doğruya yapmakta olduğumuz dış tüketim ticaretinde kullanılan tüm sermaye çoğu kez üç dört yıldan önce geri gelmezse, bu dolambaçlı ticarette kullanılan tüm sermayenin dört beş yıldan önce geri gelmesi umulamaz. Doğrudan doğruya yapılan yabancı tüketim ticareti, yılda bir kez geri gelen bir sermayenin besleyebildiği yerli emeğin ancak üçte yahut dörtte birini sürekli çalıştırabilirse, dolaylısı, o emeğin olsa olsa dörtte yahut beşte birini sürekli çalıştırabilir. Tacirlerin tütünlerini ihraç ettikleri yabancı muhabirlere, limanlardan kimisinde çokluk bir kredi açılır. Doğrusu, Londra limanında tütün çoğu kez peşin para ile satılır. Geçerli olan, tart, parasını ver! kuralıdır. Onun için, Londra limanında, bütün dolaylı ticaretin kesin hasılatının ele geçmesi Amerika’dan gelecek hasılata göre, olsa olsa, malların mağazada satılmadan kaldığı süre kadar uzar. Ama malların mağazada bazen epey uzun kaldığı da olur. Şu var ki, tütünlerinin satışı için sömürgeler Büyük Britanya pazarına hapsedilmeselerdi, bize geleni iç tüketim için gerekenden ihtimal ki pek fazla olmazdı. Başka ülkelere ihraç ettiği büyük miktardaki tütün fazlasıyla şimdi kendi tüketimi için satın aldığı malları, Büyük Britanya o takdirde ihtimal doğrudan doğruya kendi çalışmasının ürünüyle, yahut kendi mamullerinin bir kısmı ile satın alırdı. O ürün, o mamuller, şimdi olduğu gibi hemen hemen baştan aşağı bir tek büyük pazara göre ayarlanacak yerde, ihtimal ki çok sayıda daha ufak pazarlar için düzenlenirdi. Büyük bir dolambaçlı dış tüketim ticareti yerine, Büyük Britanya ihtimal ki aynı türden, ufak ufak, dosdoğru birçok dış tüketim ticareti yapardı. Hasılatın birbirini kovalayışından ötürü, bu büyük dolambaçlı ticareti şimdi yürütmekte olan sermayenin ihtimal bir kısmı, belki üçte ya da dörtte birini aşmayan küçük bir kısmı, bütün bu dosdoğru yapılan ufak ticaretlerin yürütülmesine yetebilir. Büyük Britanya’da aynı miktar emeği sürekli işte tutabilir ve Britanya toprağı ile emeğinin yıllık ürününü aynı derecede destekleyebilirdi. Bu ticaretin bütün amaçlarına böylece çok daha küçük bir sermaye ile erişildiğinden, başka maksatlara harcamak için; Büyük Britanya topraklarını bayındırmak, sanayisini genişletmek, ticaretini artırmak için; hiç değilse bütün bu çeşit çeşit şekillerde kullanılan öbür Britanya sermayeleriyle rekabete girişip topunun birden kâr oranını alçaltarak hepsinde Büyük Britanya’ya öteki ülkelere göre şimdikini de geçen bir üstünlük sağlanması için büyük bir sermaye arta kalırdı.

Yine, sömürge ticareti tekeli, Büyük Britanya sermayesinin bir kısmını bütün yabancı tüketim ticaretlerinden bir taşımacılığa geçmeye zorlamış; dolayısıyla da, az çok Büyük Britanya’nın çalışmasını desteklemeyi bırakıp sırf kısmen sömürgelerin kısmen bazı başka ülkelerin çalışmasını desteklemek üzere kullanılmaya sürüklemiştir.

Örneğin, tütünün her yıl Büyük Britanya’dan yeni baştan ihraç edilen seksen iki bin fıçılık büyük miktardaki artan kısmı ile her yıl satın alınan malların hepsi Büyük Britanya’da tüketilmez. Bir kısmı, örneğin Almanya ile Felemenk’ten gelen keten bezi, kendi tüketimleri için, sömürgelere geri gider. Büyük Britanya sermayesinin –sonradan karşılığında bu keten bezinin satın alındığı– tütünü satın alan kısmı, sırf, kısmen sömürgelerin, kısmen bu tütünün pahasını kendi emeklerinin ürünü ile ödeyen ülkelerin çalışmasını desteklemekte kullanılmak üzere, ister istemez, Büyük Britanya’nın çalışmasına destek olmaktan çıkar.

Bundan başka, sömürge ticareti tekeli Büyük Britanya sermayesinin o ticarette doğal olarak girecek kısmından çok daha fazlasını sürüklemekle, öyle görülüyor ki, Britanya

çalışmasının bütün çeşitli kollarında haliyle meydana gelecek doğal dengeyi tamamıyla bozmuştur. Büyük Britanya’nın çalışması çok sayıda ufak pazarlara göre ayarlanacak yerde, daha çok bir tek büyük pazara uymak üzere düzenlenmiştir. Ticareti, ufak ufak birçok oluklardan geçeceğine, daha ziyade bir tek büyük oluktan geçmeyi bellemiştir. Ama böylece sanayi ve ticaret sisteminin tümünde güvenlik, devlet gövdesinin genel durumunda sağlamlık, aksi takdirde olabileceğine göre eksik kalmıştır. Şimdiki haliyle Büyük Britanya, şu bazı önemli kısımları fazla boy atmış ve o sebepten bütün kısımları daha hakkıyla orantılı vücutların kolay kolay uğramadığı bir sürü tehlikeli hastalıkla karşı karşıya bulunan sağlıksız bir vücudu andırmaktadır. Doğal ölçüleri aşılarak yapay[308] biçimde şişirilen ve içinden ülke sanayisi ile ticaretinin doğaya aykırı bir miktarı geçmeye zorlanan bu koskoca kan damarında ufacık bir tıkanıklığın bütün devlet gövdesinin başına en korkunç hastalıkları sarması olasılığı çoktur.

Nitekim, sömürgelerle bir ilişki kesilmesi olabileceğini beklemek, Büyük Britanya halkını, İspanya Armadası’ndan ya da Fransız istilâsından[309] hiçbir zaman duymadığı şiddette korkuya düşürmüştür. Damga resmi kanununu kaldırmanın, hiç değilse tacirler arasında hoşa giden bir tedbir haline gelmesi, ister yerinde ister yersiz olan bu korku dolayısıyladır.

Yalnızca birkaç yıl da sürse, sömürge piyasasının bütün bütün dışında kalmakla, tacirlerimizin çoğu ticaretlerinin baştan aşağı duracağını, sanayici patronlarımızın çoğu işlerinin toptan yok olacağını, işçilerin çoğu ise işlerinin sona ereceğini önceden bildiklerini hayal etmeye alışıktırlar. Kıta üzerindeki komşularımızdan biriyle ilişki kesilmesi hakkında hem de, bütün bu başka başka tabakalardan kimselerin kimisinin işlerini biraz aksatması ya da duraklatması ihtimali olduğu halde, her nasılsa böyle bir genel coşkuya kapılmaksızın tahmin yürütülür. Ufak damarların kiminde akışı duraklayan kan, herhangi bir bozukluğa sebep olmadan, kolayca daha büyüğüne boşalır, ama büyük damarlardan birinde tıkanıp kalırsa, birden vukua gelen, önüne geçilmez sonuçlar ihtilâç,[310] inme[311] ya da ölümdür. Ya primler ya iç piyasa ve sömürge piyasası tekeli dolayısıyla suni biçimde, doğaya aykırı olarak beslenip fazla boy atan, bu tür sanayiden yalnız bir tanesi işinde biraz duraklama ya da aksama ile karşılaştı mı, çokluk hükümeti telâşa düşürecek, hatta kanun yapanların tartışmalarını zorlaştıracak bir ayaklanma ve kargaşalık doğurur. Öyle ise, apansız ve toptan bir duraklama ile belli başlı sanayicilerimizin buncasının işinde ister istemez meydana gelecek bozukluk ve karışıklık kim bilir nerelere varır, diye düşünülmüştür.

Büyük Britanya’yı bütün gelecekte bu tehlikeden kurtarabilecek; ona, bu fazla büyümüş işten bir kısım sermayesini çekip, daha az kârla da olsa, başka işlere aktarma imkânı verebilecek, yahut onu hatta buna zorlayabilecek; çalışmasının bir kolunu git gide daraltıp; bütün öbürlerini büyüterek, bütün çeşitli kollarına ister istemez serbestliğin kurduğu ve ancak tam serbestliğin koruyabileceği o doğal, sağlam ve isabetli orantıyı derece derece geri verebilecek tek çare, öyle görülüyor ki, Büyük Britanya’ya sömürgelerle yapılan ticaretin tekelini sağlayan kanunların, o ticaret büyük ölçüde serbest kalıncaya değin alımlılık içinde ve uzun uzun biraz gevşetilmesidir.

Sömürge ticaretini birden bire bütün milletlere açıvermek geçici bir tedirginlik doğurabileceği gibi, şimdi oraya çalışmasını yahut sermayelerini bağlamış bulunan kimselerin çoğunu ayrıca büyük bir sürekli zarara da uğratabilir. Yalnızca Büyük Britanya’nın tüketimini aşan seksen iki bin fıçı tütünü ithal eden gemilerin ansızın işlerinden oluvermeleri de, fazlasıyla hissedilecek kadar acı gelir. Merkantilist sistemin bütün düzenlemelerinden

işte böyle acıklı sonuçlar doğar! Bunlar, devlet gövdesi içinde pek tehlikeli rahatsızlıklar çıkarmakla kalmaz. Öyle rahatsızlıklar çıkarırlar ki, hiç değilse bir süre, daha büyüklerine sebep olmadan o rahatsızlıkların çaresini bulmak çoğu kez güçtür. O halde, sömürge ticaretini adım adım nasıl serbestleştirmeli? İlk ağızda kaldırılmak gereken engellerle, en sonra kaldırılmak gerekenler hangileridir? Yahut, doğal olan tam serbestlik ve adalet sistemi adım adım ne tarzda geri gelmelidir? Bunların saptanmasını, gelecekteki devlet adamlarının ve kanun koyucuların yeteneğine bırakmamız gerek.

Ne mutlu ki, önceden bilinmeyen ve düşünülmeyen başka başka beş olay, sömürge ticaretinin pek önemli bir kolundan, yani Kuzey Amerika’nın on iki birleşmiş ilinin ticaretinden, artık bir yılı aşkın bir zamandır (1774 Aralık ayının birinden başlayarak) tam yoksun kalınışı, Büyük Britanya’nın herkesin umduğu kadar şiddetle hissetmesini önlemeye yardımcı olmuştur. Birincisi, ithal etmeme anlaşmalarına hazırlanırlarken, bu sömürgeler, Büyük Britanya’dan, kendi piyasalarına uygun gelen malların olancasını çekip tüketmişlerdir. İkincisi, İspanya Flotası’nın[312] olağanüstü talebi, bir çok malı, özellikle, eskiden Britanya pazarında bile Büyük Britanya mamulleriyle rekabete girişen keten bezlerini, bu yıl Almanya’dan ve Kuzey’den çekerek tüketmiştir. Üçüncüsü, Türkiye’nin başı dertte iken ve bir Rus donanması Ege Denizi’nde dolaştığı sırada, mal ihtiyacı hiç iyi karşılanmayan o ülkenin piyasasında, Rusya ile Türkiye arasındaki barış olağanüstü bir talep yaratmıştır. Dördüncüsü, Avrupa kuzeyinin Büyük Britanya mamullerine karşı talebi bir süredir yıldan yıla artmakta bulunmuştur. Beşincisi de, Lehistan’ın son defaki bölüşülmesi ve bundan ötürü barış durumuna geçmesiyle, o büyük ülkenin piyasasının açılması üzerine, Kuzey’in artan talebine, bu yıl oradan olağan üstü bir talep eklenmiştir. Dördüncüsü hariç, bu olayların hepsi, nitelikleri bakımdan geçicidir ve rastlantıdır. Sömürge ticaretinin böylesine önemli bir kolundan yoksun kalış, yazık ki, çok daha uzun sürerse, yine bir derece sıkıntıya sebep olabilir. Gelgelelim, bu sıkıntı ucun ucun kendini göstereceği için, ansızın gelişinde olduğu kadar şiddetle hissedilmez. Bir yandan da, ülkenin çalışması ve sermayesi, bu sıkıntının zamanla fazlaca artmasını önleyecek yeni bir iş, yeni bir yön bulabilir.

Demek ki, sömürge ticareti tekeli, Büyük Britanya sermayesinin aksi takdirde girecek olanından daha fazlasını o ticarete aktardıkça, onu hep komşu bir ülke ile yapılan yabancı tüketim ticaretinden, daha uzak bir ülke ile yapılana; çoğu halde, doğrudan doğruya yapılan bir yabancı tüketim ticaretinden dolaylısına, kimi hallerde de, her türlü yabancı tüketim ticaretinden uzaklaştırıp taşımacılığa itmiştir. Dolayısıyla, hep daha çok miktarda üretken emek besleyeceği bir doğrultudan çok daha azını besleyebileceği bir yöne çevirmiştir. Bundan başka, Büyük Britanya’nın çalışmasının ve ticaretinin buncasını yalnız bir tek piyasaya göre ayarlamakla, o çalışmanın ve ticaretin sağlam durumunu, ürünleri daha çeşitli piyasalara göre düzenlediği takdirde olacağına göre daha kararsız, daha güvensiz hale getirmiştir.

Sömürge ticaretinin sonuçlarıyla, o ticaretin tekelinin sonuçlarını birbirinden dikkatle ayırt etmeliyiz. Biri her zaman ve ister istemez faydalı, öteki ise her zaman ve ister istemez zararlıdır. Ancak, sömürge ticaretinin sonuçları öylesine faydalıdır ki, bir tekele bağımlı olmasına ve o tekelin zararlı sonuçlarına karşın bile, topluca alındı mı, yine de faydalı, hem çok faydalıdır, ama tekelsiz halde olabileceğine göre epey daha az faydalıdır.

Doğal ve serbest halile sömürge ticaretinin sonucu, Britanya’nın çalışmasından ürününden yurda daha yakın piyasaların, yani Avrupa ve Akdeniz çevresi ülkeleri piyasalarının talebini aşabilecek kısım için, ırak da olsa, büyük bir pazar açmaktadır.

Doğal ve serbest halinde, sömürge ticareti; herhangi bir zamanda gönderilen ürünün hiçbir kısmını bu piyasadan geri çekmeksizin, ortaya, sürekli ürün fazlasını, onunla değiş edilecek yeni eş değerler çıkararak, boyuna artırma bakımından Büyük Britanya’yı özendirir.

Doğal ve serbest halinde, sömürge ticareti Büyük Britanya’daki üretken emek miktarının, orada eskiden kullanılan emeğin yönünü herhangi bir bakımdan değiştirmeden artmasına vesile olur. Sömürge ticareti doğal ve serbest halde bulunduğunda, bütün öbür milletlerin rekabeti, kâr oranının, yeni piyasada olsun yeni işten olsun çok rastlanan düzeyin yukarısına fırlamasını önler. Yeni piyasa eski piyasadan bir şey eksiltmeden, kendi ihtiyacını karşılamak üzere, böyle demek yakışırsa, bir yeni ürün yaratır; o yeni ürün de, yeni işi yürütmek üzere, eski işten yine hiçbir şey eksiltmeyecek olan, yeni bir sermaye vücuda getirir.

Sömürge ticareti tekeli tersine, öteki milletleri rekabet dışı edip, böylece gerek yeni piyasada gerek yeni işte kâr oranını yükselterek eski piyasadan ürün ve eski işten sermaye kaldırır. Tekelin açıktan açığa maksadı, sömürge ticaretindeki payımızı eski halde olacak miktarın yukarısına çıkarıp artırmaktır. O ticaretteki payımız, tekel olunca tekelsiz haldekinden fazla değil idiyse, tekeli kurmak için neden kalmazdı. Fakat, hasılatı öteki ticaretlerin çoğundakine göre daha ağır aksak ele geçen ve geciken bir ticaret koluna, bir ülkenin sermayesinin kendiliğinden girecek payından daha fazlasını sürükleyen şey, orada her yıl beslenen üretken emeğin tüm miktarını, o ülkenin toprağı ile emeğinin yıllık ürününün tümünü, aksi haldekine göre ister istemez azaltır. O ülke ahalisinin gelirini, doğal olarak yükselip ulaşacağı düzeyin aşağısında alıkoyar; öylece, onların biriktirme gücünü azaltır. Sermayelerinin eski halde besleyebileceği miktarda üretken emek beslemesine her zaman için engel olduktan başka, aksi halde artacağı kadar hızla artmasına ve dolayısıyla daha da çok miktarda üretken emek beslemesine engel olur.

Bununla birlikte, sömürge ticaretinin doğal nitelikteki iyi sonuçları, Büyük Britanya için, tekelin kötü neticelerini haydi haydi alt eder. O kadar ki, tekel ve hepsi bir arada olmak üzere, şimdiki yürütülüş şekliyle bile, o ticaret yalnızca faydalı değil, pek faydalıdır. Sömürge ticaretinin açtığı yeni piyasa ile yeni iş, eski piyasanın ve eski işin tekel yüzünden yitirilen kısmından çok büyüktür. Sömürge ticaretinin, (böyle demek yakışırsa), yarattığı yeni ürün ve yeni piyasa, Büyük Britanya’da, hasılatı daha sık ele geçen öbür ticaretlerden sermaye kaldırılmasıyla işten atılabilecek üretken emek miktarından daha fazlasını beslemektedir. Gelgelelim, sömürge ticareti şimdi yürütüldüğü şekilde bile Büyük Britanya için faydalı ise bu, tekel sayesinde değil, tekele karşın böyle olmaktadır.

Sömürge ticaretinin açtığı yeni pazar, Avrupa’nın işlenmemiş ürününden çok, işlenmiş ürünü içindir. Tarım, bütün yeni sömürgelere yaraşan iştir; öyle bir iş ki, toprağın ucuz oluşu, onu herhangi bir başka işten daha kazançlı kılar. Bundan dolayı, oralarda toprağın işlenmemiş ürününden geçilmez; başka ülkelerden ithal etmek şöyle dursun, genellikle kendilerinde ihraç için büyük bir miktar arta kalır. Yeni sömürgelerde tarım ya bütün öteki hizmetlerden ırgat çeker ya da ırgatları bir başka hizmete gitmekten alıkoyar. Zorunlu mamullerin yapımı için ayrılabilecek işçi tek tüktür; süs mamulleri yapımı için ise hiç kimse yoktur. Her iki çeşitten mamullerin çoğunu kendileri yapmaktansa, başka ülkelerden satın almak onlara daha ucuza gelir. Sömürge ticareti Avrupa’nın tarımını, özellikle sanayisini teşvik ederek, dolaylı yoldan gayrete getirir. O ticaret sayesinde iş bulan Avrupa sanayisi, toprak mahsulü için yeni bir pazar oluşturmaktadır. Bütün piyasaların en kazançlısı olan yurt için zahire ve hayvan piyasası, Avrupa’nın ekmek ve et

piyasası, Amerika ile yapılan ticaret sayesinde böylece çok genişletilmektedir.

Gelgelelim, İspanya ve Portekiz örnekleri, bir ülkede sanayiyi kurmak yahut hatta yönetmek için, kalabalık ve işi yolunda sömürgelerin ticaret tekelinin, yalnız başına yeter olmadığını göstermeye kâfidir. Daha ellerinde hatırı sayılır hiçbir sömürgeleri yokken, İspanya ile Portekiz, sanayici ülkelerdi. Dünyanın en zengin ve en bereketli sömürgeleri ellerinde bulunalıberi, bunların ikisi de sanayici olmaktan çıkmıştır.

Tekelin, başka nedenlerle artmış bulunan kötü etkileri İspanya ile Portekiz’de, sömürge ticaretinin doğal nitelikteki etkilerini belki hemen hemen alt etmiştir. Bu nedenler, öyle görülüyor ki, çeşit çeşit başka bir takım tekellerdir; altın ile gümüşün değerce çoğu öteki ülkelere göre düşük olması; yersiz ihracat vergilerinden ötürü yabancı piyasaların dışında kalınması ve ülkenin bir yanından öbürüne mal taşınmasından alınan büsbütün anlamsız vergilerden dolayı iç piyasanın daralması, ama hepsinin üstünde olmak üzere, zengin ve nüfuzlu borçluyu, hakkı yenilmiş alacaklısının kovuşturmasına karşı çokluk koruyan ve milletin çalışkan kısmını veresiye satmamazlık etmeyi göze alamadığı ve parasını verip vermeyeceklerine hiç emin olmadığı, burnu Kaf dağındaki yüksek zatların tüketimi için mal hazırlamaktan yıldıran, o bozuk düzen ve taraf tutucu adalet dağıtımı.

İngiltere’de ise, bunun tam tersine, daha başka nedenlerin de yardımıyla sömürge ticaretinin doğal nitelikteki iyi etkileri, tekelin kötü etkilerini büyük ölçüde yenmiştir. Bu nedenlerin şunlar olduğu görülüyor: bir takım engellere karşın, başka herhangi bir ülkedekine hiç değilse denk ve belki ondan üstün olan genel ticaret serbestliği; yerli çalışmanın ürünü olan hemen hemen her türlü malın aşağı yukarı herhangi bir yabancı ülkeye resimsiz ihracı serbestliği; belki daha da önemli olmak üzere, hiçbir devlet dairesine hesap verme zorunda kalmadan, bir tür sorguya ya da yoklamaya bağımlı tutulmaksızın, ülkemizin herhangi bir yerinden bir başkasına taşınmasındaki sınırsız serbestlik; fakat hepsinden daha önemli olmak üzere, en solda sıfır Britanya uyruklarının haklarına karşı en dişli uyruklara saygı besleten ve her insanın çalışma ürününü sağlama bağlamakla, her türlü çalışmaya en büyük ve en etkili özendirmeyi gösteren, adalet dağıtımındaki eşitlik ve tarafsızlık.

Gelgelelim, sömürge ticareti Büyük Britanya sanayisini –kuşkusuz öyle olduğu üzere– ileri götürdü ise, bu ilerleme o ticaretin tekeli sayesinde değil, tekele karşın meydana gelmiştir. Tekelin etkisi, Büyük Britanya’nın bir kısım mamullerinin miktarını artırma değil, niteliğini ve biçimini değiştirmek; aksi halde hasılatı sık sık ve yakın zamanda ele geçen bir piyasaya göre ayarlanacak mamulleri, hasılatı yavaş yavaş, uzun zamanda ele geçen bir piyasaya göre ayarlamak olmuştur. Bundan ötürü, tekelin etkisi Büyük Britanya sermayesinin bir kısmını, daha çok miktarda imalat işkolu besleyeceği bir işten, çok daha az miktarını beslediği bir işe çevirip, böylece, Büyük Britanya’da beslenen imalat işkolu miktarının tümünü artıracak yerde azaltmak olmuştur.

Bundan ötürü, sömürge ticareti tekeli, merkantilist sistemin bütün öbür pinti ve uğursuz tedbirleri gibi lehine kurulduğu ülkenin çalışmasını azıcık olsun artırmayıp, tam tersine azaltarak, bütün öbür ülkelerin çalışmasını ama özellikle sömürgelerin çalışmasını cılızlaştırır.

O ülkenin sermayesi herhangi belli bir zamanda ne büyüklükte olursa olsun, bu sermayenin haliyle besleyebileceği büyüklükte üretken emek beslemesine ve çalışan ahaliye haliyle sağlayabileceği kadar büyük gelir getirebilmesine, tekel ket vurur. Gelgelelim, sermaye ancak gelirden yapılacak tasarruflarla çoğaltılabileceği için tekel, sermayeyi haliyle sağlayabileceği kadar büyük bir gelir getirmekten alıkoymakla, haliyle olacağı

kadar çabuk çoğaltmaktan; dolayısıyla da, daha fazla miktarda üretken emek beslemekten ve o ülkenin çalışan ahalisine daha da büyük bir gelir sağlayabilmekten ister istemez alıkoyar. Dolayısıyla, büyük önemdeki ana gelir kaynaklarından biri, yani emek ücretleri tekel yüzünden ister istemez, haliyle olabileceğine göre her zaman için daha az olmak gerekir.

Ticaretin kâr oranını yükseltmekle, tekel, toprağın bayındırılmasını tavsatır. Bayındırma kârı, toprakta şimdi yetişenle, şu kadar bir sermaye harcanarak yetiştirilebilecek olan arasındaki farka bağlıdır. Bu fark, herhangi bir ticaret işinde onun kadar bir sermaye ile elde edilebilen kârdan daha fazlasını bırakıyorsa, toprağı bayındırmak, bütün ticaret işlerinden sermaye çeker, kâr bundan azsa, ticaret işleri, toprak bayındırılmasından sermaye çeker. Demek ki, ticaretin kâr kertesini yükselten etken, bayındırma kârının ya üstünlüğünü azaltır ya düşüklüğünü artırır. Birinci halde, sermayenin bayındırmaya gitmesini önler; ötekinde ise, ondan sermaye çeker. Gelgelelim, bayındırmayı tavsatmakla tekel, büyük önemdeki ana gelir kaynaklarından bir başkasının, yani rantın doğal artışını ister istemez geciktirir. Kâr oranını yükseltmekle tekel, bir yandan da faizin piyasa oranını, haliyle olacağından ister istemez daha yüksekte tutar. Ama getirdiği kiraya oranla arazinin fiyatı, yani satın alınması için genellikle ödenen şunca yıllık geliri tutarı, faiz oranı yükseldikçe ister istemez düşer; faiz oranı düştükçe yükselir. Bundan ötürü tekel, birincisi rant gelirinin doğal artışını geciktirmek; ikinci olarak da, getirdiği rant oranında arazisine karşılık elde edeceği bedelin doğal artışını geciktirmekle, arazi sahibinin çıkarını iki ayrı şekilde baltalar.

Tekel, doğrusu ticaretin kâr oranını yükseltir; böylece tacirlerimizin kazancını biraz artırır. Ama, sermayenin doğal artışına ket vurduğu için, ülke ahalisinin sermaye kârlarından elde ettiği gelirin bütününü artırmaktan çok, eksiltmeye vesile olur. Çünkü büyük bir sermaye üzerinden edinilen ufak bir kâr genellikle, ufak bir sermaye üzerinden edinilen büyük bir kârdan daha büyük bir gelir sağlar. Tekel, kâr oranını yükseltir ama, kâr tutarının, haliyle yükseleceği düzeye yükselmesini önler.

Gelirin bütün ana kaynakları, emek ücretleri, rant ve sermaye kârları, tekel yüzünden, aksi haldekine göre pek daha az bol olur. Bir tek ülkedeki insanlardan bir tek küçük tabakanın küçük çıkarını kayırmak için tekel, o ülkedeki bütün öbür insan tabakalarının ve bütün öbür ülkelerdeki insanların hepsinin çıkarını zedeler.

Ancak, alışılmış kâr oranını yükselterektir ki, tekel başlı başına herhangi bir insan tabakasına faydalı olmuştur ya da olabilir. Ama yüksek bir kâr oranının ülke üzerine genel olarak ister istemez yaptığı, önceden anılan bütün kötü etkilerin yanı sıra, belki bunların topundan daha yıkıcı, fakat tecrübeye dayanarak söylememiz yakışık alırsa, onunla sıkı sıkıya ilişkisi olan bir etkisi daha vardır.

Başka şartlar altında tacir mizacı için doğal gelen tutumluluğu, yüksek kâr oranı, öyle görülüyor ki, nerede olsa yok eder. Kârlar yüksek olunca tacire o ağır başlıların harcı meziyet gereksizmiş ve varlık içinde yüzen durumuna pahalı gösteriş daha yaraşırmış gibi gelir. Şu var ki, her milletin bütün çalışmasına kılavuzluk edip yol gösterenler, ister istemez, büyük ticaret sermayesine sahip bulunanlardır; milletin bütün çalışkan kısmının davranış biçimi üzerinde, herhangi bir başka insan tabakasından çok, onların verdikleri örneğin çok daha fazla etkisi olur. Kendisini çalıştıran, titiz ve tutumlu ise, işçinin de öyle olması pek muhtemeldir. Ama efendi çapkın ve başıboşsa, efendisinin çizdiği örneğe bakarak işine şekil veren uşak da yaşayışını, onun örneğine uyarak biçime sokar.

Böylece, birikime doğal olarak en yatkın bulunanlar hepsinin eliyle birikime ket vurulur ve üretken emeği beslemeye dönük ödenekler, bunları doğal olarak en fazla çoğaltması gerekenlerin gelirinden, hiçbir artış elde etmez. Ülkenin sermayesi büyüyecek yerde gitgide ufalır, orada beslenen üretken emek miktarı günden güne azalır. Kadis ve Lizbon tacirlerinin aşırı kârları İspanya ile Portekiz’in sermayesini çoğaltmış mıdır? Bu iki fakir ülkenin yoksulluğunu hafifletmiş, çalışmasını canlandırmış mıdır? O iki alışverişçi kentte ticaret adamlarının masrafı öylesine olmuştur ki, bu aşırı kârlar, ülkenin gerek sermayesini artırmak şöyle dursun, öyle görülüyor ki, kârları sağlayan sermayelerin korunmasına güç yetmiştir. Günden güne yabancı sermayeler Kadis ve Lizbon ticaretine böyle demem yakışırsa burunlarını daha çok sokmaktadırlar. Kendi sermayelerinin yürütmek bakımından günden güne daha yetersiz hale geldiği bir ticaretten o yabancı sermayeleri koymak içindir ki, İspanyalılar’la Portekizliler, anlamsız tekellerinin bunaltıcı bağlarını her gün daha çok kasmaya çalışmaktadırlar. Kadis ile Lizbon’daki ticari adetleri Amsterdam’dakiyle kıyaslayınız: Sermayenin yüksek kârı ile düşük kârının tacirlerin tavrını ve seciyesini ne denli başka başka etkilediğini sezersiniz. Londra tacirleri, gerçekte henüz genellikle Kadis ve Lizbon tacirleri kadar saltanatlı kodamanlar haline gelmemişlerse de, genellikle Amsterdam tacirleri gibi işinin üstüne titreyen, tutumlu kimseler değillerdir. Bununla birlikte, sanıldığına göre, birçokları Kadis ve Lizbon tacirlerinin çoğundan epey daha zengin olup, Amsterdam tacirlerinin çoğu kadar zengin değildir. Ama onların kâr oranı, Kadis ve Lizbon tacirlerinin kâr oranından çoğu kez pek daha aşağı, Amsterdamlılar’ın kâr oranından ise epeyi yüksektir. Atalar sözüdür: Haydan gelen huya gider. Alışılmış masraf tarzı da, öyle görülüyor ki, nerede olursa olsun, gerçek harcama yeteneğine göre değil, harcayacak parayı kazanmanın kolay sayılıp sayılmamasına bakılarak ayarlanmaktadır.

Tekelden biricik insan tabakasının gördüğü biricik fayda işte böylece ülkenin genel çıkarına birçok başka yönlerden zararlıdır.

Yalnızca satın alıcı bir halk yaratmak için kalkıp büyük bir imparatorluk kurmak, ilk bakışta, ancak dükkâncı takımı bir millete yaraşan bir tasarı gibi görünebilir. Oysa bu, dükkâncı takımı bir millet için pek uygunsuz, fakat hükümeti dükkâncı takımının nüfuzu altında bulunan bir millete alabildiğine elverişli gelen bir tasarıdır. Bu tür devlet adamları ve yalnız onlar, böyle bir imparatorluğu kurup, devam ettirmek için yurttaşlarının kanını ve canını kullanmaktan bir fayda göreceklerini sanacak güçtedirler. Dükkâncının birine, “Bana dört başı mamur bir mülk satın alın, başka dükkânlardan alabileceğimden biraz pahalıya da gelse, giyeceğimi hep sizin dükkândan satın alacağım”, deyiniz. Onun, önerinize, aman kaçırmayayım gibilerden, dört elle sarıldığını görmezsiniz. Ama, böyle bir mülkü herhangi bir başkası size satın alırsa; velinimetinizin, size bütün giyeceğinizi o dükkâncıdan satın almayı emretmesine, dükkâncı pek minnet duyar. İngiltere, yurt içinde tedirginlik çeken bir takım uyrukları için, uzak bir ülkede büyük bir mülk satın altı. Mülkün pahası gerçekte devede kulaktı; şu zamanda toprağın olağan fiyatı olan otuz yıllık geliri kadar tutacak yerde, ilk keşfi yapan, kıyıyı tarayıp inceleyen ve o ülkeye yalancıktan sahip çıkan takım takım gemilerin donatım masrafını pek geçmiyordu. Arazi güzeldi ve çok genişti; ellerinde işleyecek güzel toprak bol olduğundan ve mahsullerini diledikleri yerde satmakta bir süre için serbest kaldıklarından, çiftçiler otuz kırk yılı (1620 ile 1660 arası) pek aşmayan bir zaman geçmekle öyle çoğaldılar, öyle genliği kavuştular ki, bunların alışveriş tekelini, İngiltere’nin dükkâncıları ile öbür esnafı kendilerine bağlamak istediler. Dolayısıyla, ilk satın alma bedelinin de, daha sonraki bayındırma masrafının da hiçbir kısmını ödemiş olmak iddiasında bulunmadan, Amerika çiftçilerinin, birincisi Avrupa’dan gereksindikleri bütün malları satın almak, ikincisi ürünlerinden o tacirlerin

satın almayı uygun gördükleri kadarını –çünkü, hepsini satın almak işlerine gelmiyordu– satmak bakımından Amerikan çiftçilerinin gelecekte onların dükkânlarına bağlanabilmeleri için, parlamentoya dilekçe verdiler.

İngiltere’ye ithal edilmekle, bu ürünlerden bir kısmı, yurt içinde kendi uğraştıkları ticaretlerden kimisine zarar verebilirlerdi. O nedenle, bunlar ürünlerinin o kısmını, sömürgecilerin olanak buldukları yerde satmalarını istiyorlardı. Ne denli uzakta satarlarsa, o kadar iyi idi. Öyle olduğu için de, pazarlarının, Finisterre Burnu güneyine düşen ülkelerle sınırlı kalmasını istiyorlardı. Ünlü deniz üstü gidiş geliş kanunundaki bir fıkra, bu gerçekten bezirgân işi öneriyi yasa haline getirdi.

Büyük Britanya’nın şimdiye değin sömürgeleri üzerinde benimsediği egemenliğin belli başlı yahut daha doğrusu, belki biricik ereği ve amacı bu tekelin korunması olmuştur. Anayurdun mülki yönetimleri desteklemek için ya da onu savunmak için henüz hiçbir zaman ne gelir ne de askeri kuvvet verebilmiş olan illerden edinilen büyük fayda, öyle sanılıyor ki, yalnızca bu tekelci sermayeden oluşur. Bağlılıklarının başlıca belirtisi ve o bağlılığın şimdiye dek devşirilen biricik ürünü tekeldir. Büyük Britanya bu bağlılığı sürdürmek üzere bugüne değin ne masrafa girdiyse, o tekelin desteklenmesi için girmiştir. Şu son karışıklıklar başlamadan önce, sömürgelerin barış içindeki olağan askeri örgüt masrafı yirmi piyade alayının ulufesi, donatılmaları için gerekli silah, mühimmat ve olağan üstü gereç masrafından, bir de Kuzey Amerika’nın uçsuz bucaksız kıyıları ile Batı Hint Adaları’mızın kıyılarının öbür milletlerin kaçakçı gemilerinden korumak üzere sürekli hazır bulundurulan pek önemli bir deniz kuvvetinin masrafı toplamından oluşuyordu. Bu barış zamanı ordusunun tüm masrafı Büyük Britanya’nın gelişi üzerinde bir yüktü; aynı zamanda da, sömürgeler üzerindeki egemenliğin anayurda olan maliyetinin en ufak parçası idi. Tümünün ne tuttuğunu bilmek istersek, bu barış zamanı ordusunun yıllık masrafına, Büyük Britanya’nın, egemenliğine bağımlı iller saydığı için, sömürgelerinin savunmasına türlü vesilelerle harcadığı tutarların faizini eklemeliyiz. Buna özellikle geçen savaşın bütün masrafını katmamız gerekir. Geçen savaş, baştan aşağı, bir sömürge çatışması idi. Onun bütün masrafı, dünyanın her neresinde –ister Almanya’da, ister Doğu Hint ülkelerinde– yapıldı ise, haklı olarak, sömürgelerin hesabına geçirilmek gerekir.

Bu masraf, sözleşmeye bağlanan yeni borcun yanı sıra, lira başına iki şilinlik ek arazi vergisi ve itfa ödeneğinden her yıl borçlanılan paralar da içinde olmak üzere, doksan milyon İngiliz lirasından fazla tutuyordu. 1739’da başlayan İspanya savaşı, daha çok bir sömürge çatışması idi. Bunda başlıca maksat, İspanya’nın kıta üzerindeki kara kısmıyla kaçak mal alışverişi yapan sömürge gemilerinin aranmasını önlemekti. Bütün bu masraf, gerçekte bir tekelin desteklenmesi için verilen bir primdir. Bundan amaç, sözde, Büyük Britanya’nın sanayisini özendirip ticaretini artırmaktı. Ama, gerçek sonucu, ticari kâr oranını yükseltmek ve hasılatı çoğu başka ticaretlerin hasılatından daha ağır ve daha uzun zamanda ele geçen bir ticaret koluna, sermayelerinden haliyle sokacak olduklarından daha fazlasını aktarmaları imkânını tacirlerimize vermek olmuştur. Öyle iki olay ki, bir primle önlenmeleri kabil olsa, önleyici bir prim verilmeye belki pekâlâ değer.

Onun için, sömürgeleri üzerinde benimsediği egemenlikten Büyük Britanya’nın eline, şimdiki yönetim sistemi ile, zarardan başka bir şey geçmemektedir.

Büyük Britanya’nın gönüllü olarak sömürgeleri üzerindeki bütün nüfuzundan vazgeçip onlara, yüksek memurlarını kendileri seçmek, kendi başlarına kendi kanunlarını koymak, uygun gördükleri gibi barış ve savaş yapmak üzere izin vermesini önermek, dünyada

hiçbir milletin hiçbir zaman kabul etmediği ve etmeyeceği bir tedbiri ileri sürmek olur. Yönetimi ne denli güç, sebep olduğu masrafa oranla getirdiği gelir ne kadar az olursa olsun, hiçbir milletin herhangi bir il üzerindeki egemenliği gönüllü olarak elinden bıraktığı yoktur. Bu gibi özveriler çokluk her milletin çıkarına elverse bile her zaman gururunu[313] kırar; belki daha da önemli olmak üzere, bu özveriler, en çalkantılı ve büyük halk topluluğu için en kazançsız ilin binde bir sağlamaktan geri kaldığı nice şerefli ve kazançlı mevkileri dilediği gibi kullanmaktan, nice yükünü tutma ve sivrilme fırsatlarından böylece yoksun kalacak olan yönetim başındakilerin özel çıkarına her zaman aykırıdır.

Kendinden geçip en olmayacak düşlere kapılmış bir kimse için bile, hiç değilse kabul edileceğine ilişkin ciddi ümitlerle böyle bir tedbiri öne sürdürebilmek güçtür. Ama barış zamanı, ordusunun tüm yıllık masrafından derhal kurtulacağı gibi, onlarla, tacirler için o denli kazançlı olmamakla birlikte, halk topluluğu için, şimdi yararlandığı tekelden daha kazançlı, serbest bir alışverişi büsbütün kendisine bağlayacak şekilde bir ticaret anlaşması yapabilir. Böyle dostça ayrılındı mı, sömürgelerin ana yurda karşı son zamanlardaki anlaşmazlıklarımızla belki sönmeye yüz tutan doğal sevgisi çabucak yeniden canlanır. Bu, onları hem ayrılış sırasında bizimle bağlandıkları ticaret antlaşmasına yüzyıllar boyunca saygı göstermeye hem de savaşta ve ticarette bizi tutmaya, gürültücü ve karıştırıcı uyruklar yerine, en vefalı, en sevgili ve en cömert müttefiklerimiz olmaya yöneltebilir. Tıpkı bağrından çıktıkları ana kentle eski Yunan sömürgeleri arasında alışıldığı biçimde bir yandan ana baba sevgisi, öte yandan evlat saygısı, Büyük Britanya ile sömürgeleri arasında, yeni baştan canlanabilir.

Herhangi bir il, ait olduğu imparatorluğa faydalı kılınabilmek için, devlete, barış zamanında hem kendi barış ordusunun ya da donanmasının bütün masrafını görmeye hem de imparatorluğun genel yönetimini desteklemek bakımından payına düşeni vermeye yeter bir gelir sağlayabilmelidir. Bu genel yönetim masrafının artmasında her ilin ister istemez az çok katkısı vardır. Onun için, bu masrafın görülmesi yolunda herhangi belli bir il payına düşeni vermezse, imparatorluğun bir başka bölgesine eşitliğe aykırı bir yük bindirmek gerekir. Sonra, benzeri nedenle, her ilin savaş zamanında devlete sağladığı olağanüstü gelirin, bütün imparatorluğun olağanüstü gelirine oranının, barış zamanındaki olağan geliri oranının aynı olması gerekir. Büyük Britanya’nın sömürgelerinden elde ettiği gerek olağan gerek olağanüstü gelirle, Britanya İmparatorluğu’nun tüm geliri arasında bu oranın bulunmadığı kolayca teslim olunur. Gerçekte, öyle düşünülmüştür ki, tekel, Büyük Britanya halkının kişisel gelirini artırıp daha çok vergi ödemesine imkân vererek sömürgelerin kamu gelirindeki açığını kapatır.

Gelgelelim, ben, bu tekelin sömürgelere pek tuzluya oturan bir vergi olmakla ve Büyük Britanya’da belli bir tabakanın gelirini artırabilmekle birlikte, büyük halk topluluğunun gelirini artıracak yerde azalttığını ve dolayısıyla halk topluluğunun vergi ödeme yeteneğini çoğaltacak yerde eksilttiğini göstermeye çalıştım.

Bundan sonraki kitapta göstermeye çalışacağım gibi, tekel sayesinde geliri artanlar da öyle özel bir sınıf oluşturmaktadırlar ki, bunlardan, başka tabakaların vergi oranını aşan vergi alınması hem kesinlikle imkânsızdır; hem de buna kalkışmak bile siyasete son derece aykırı olur. O nedenle, bu özel sınıftan özel hiçbir mali fayda elde edilemez.

Sömürgeleri ya kendi meclisleri ya Büyük Britanya Parlamentosu vergiye bağlayabilir.

Sömürge meclislerini, bir yandan kendi mülki ve askeri kuruluşlarını her zaman için devam ettirmeye, bir yandan Britanya İmparatorluğu’nun genel yönetim masrafından

paylarına düşeni ödemeye yeter bir kamu gelirini seçmenlerinden toplayacak şekilde ustalıkla yönetebilmek pek öyle olasılık içinde görünmez.

Hükümdarın gözü önünde olduğu halde, İngiltere Parlamentosu’nu bile böyle bir yönetim tarzına yatırabilmek yahut kendi ülkesinin bile mülki ve askeri kuruluşlarının masrafını karşılayacak ödenekleri bakımından yeterince cömert davrandırabilmek için uzun zaman geçmiştir.

İngiltere Parlamentosu bakımından bile, ancak, bu mülki ve askeri kuruluştan doğan, memurlukların yahut o memurlukları dilediği gibi kullanma hakkının büyük bir kısmının, parlamentonun belli üyeleri arasında dağıtılmasıyladır ki, böyle bir yönetim sistemi kurulabilmiştir.

Ancak, sömürge meclislerinin hükümdar gözünden ıraklığı, sayılarının çokluğu, yer yer dağılmış bulunmaları ve esas örgütlenişlerinin başka başka oluşu, elinde aynı araçlar bulunsa bile, hükümdarın, onları aynı tarzda yönetmesini çok güçleştirir; kaldı ki, elinde bu araçlar yoktur. Yurt içinde kazandıkları sevgiden vazgeçmek ve Britanya İmparatorluğu’nun genel yönetimini desteklemek için seçmenlerini, hemen hemen bütün hasılatı yabancısı bulundukları kimseler arasında bölüşülmek üzere vergiye bağlamaya razı edecek şekilde, bütün sömürge meclislerinin ileri gelen bütün üyelerine o, genel yönetimden doğan memurluklardan yahut memurlukları dilediği gibi kullanma hakkından bir pay dağıtmak kesinlikle olanaksızdır.

Üstelik bu başka başka meclislerin çeşitli üyelerinin nispi[314] nüfuzlarından, yönetimin kaçınılmaz olarak habersiz bulunuşu; onları böylece yönetime yeltenirken sık sık doğması doğal bulunan kırgınlıklar, durmadan kırılacak potlar, üzerlerinde böyle bir yönetim sisteminin uygulanmasını, öyle görülüyor ki, büsbütün imkânsız kılar.

Kaldı ki, bütün imparatorluğun savunulup desteklenmesinin neyi gerektirdiğini kestirmek konusunda, sömürge meclislerinin isabetle yargıda bulunabileceği varsayılamaz. Bu savunma ve destekleme işi, sömürge meclislerine verilmiş değildir. Bu, onların ödevi olmadığı gibi, ellerinde buna değgin bilgi verecek, düzene bağlı hiçbir araç yoktur. Bir il meclisi, kendi bölgesinin işleri üzerinde, bir mahallenin kilise kurulu gibi, pek yerinde yargıda bulunabilir, ama bütün imparatorluğun işleri üzerinde yargıda bulunmak için gerekli araçlar elinde bulunamaz. Kendi ili ile bütün imparatorluk arasındaki oran, yahut öbür illere kıyasla, onun izafi[315] zenginliği ve önem derecesi üzerinde bile yerinde bir yargıya varamaz. Çünkü, bu öteki iller belli bir il meclisinin teftiş ve gözetimine bağımlı değildirler. Bütün imparatorluğun savunulup desteklenmesi için nelere lüzum olduğunu ve her bölgenin ne oranda yardıma katılması gerektiğini, ancak bütün imparatorluğun işlerini teftiş edip gözden geçiren meclis kestirebilir.

Onun içindir ki, her sömürgenin ödemesi gereken tutar, Büyük Britanya Parlamentosu’nca belirlenmek ve il meclisi ilin durumuna en uygun gelecek şekilde bunu tahakkuk ettirip toplamak üzere, resmi buyrukla istenerek sömürgelerden vergi alınması ileri sürülmüştür. Böylece, bütün imparatorluğu ilgilendiren konularda, bütün imparatorluğun işlerini teftiş edip gözden geçiren meclis karar verir ve her sömürgenin il işlerini, yine kendi meclisi düzene koyabilir.

Bu takdirde, sömürgelerin Britanya Parlamentosu’nda her ne kadar temsilcileri bulunmayacaksa da, tecrübeye dayanarak söylememiz yakışık alırsa, parlamentodan çıkacak resmi buyruğun mantıksız olmasına ihtimal yoktur. İngiltere Parlamentosu, imparatorluğun parlamentoda temsil edilmeyen bölgelerine hiçbir zaman kullanabileceğinden fazla yük bindirmek için en ufak bir eğilim göstermemiştir. Parlamento nüfuzuna karşı

ellerinde dayatacak hiçbir imkân olmadığı halde, Guernsey ve Jersey Adalarından, Büyük Britanya’nın herhangi bir yerindekine göre daha hafif vergi alınmaktadır. Parlamento, sömürgelerden (yerinde ya da yersiz olarak doğru diye kabul edilen) vergi alma hakkını kullanmaya çalışırken, şimdiye değin onlardan, anayurttaki yurttaşlarınca ödenene adil bir oranda yaklaşacak kadar bile bir şey istememiştir. Bundan başka, sömürgelerin yardım payı, arazi vergisinin yükselişi yahut alçalışı oranında çoğalıp azalırsa, parlamento, aynı zamanda kendi seçmenlerine vergi salmadan, sömürgelerden vergi alamaz. Öyle olunca, sömürgeler gerçekte parlamentoda temsil ediliyor sayılabilirler. Türlü illerden hepsine birden (bu deyimi kullanmama izin verilirse) küme halinde vergi salınmaksızın, her ilin ödemesi gereken tutar hükümdarca ayarlanan ve kimi illerinde hükümdar uygun görüldüğü şekilde vergi tahakkuk ettirilip devşirilen, kiminde ise her ilin kendi meclisinin saptayacak şekilde vergi takdirine ve devşirilmesine müsaade edilen imparatorluk örnekleri yok değildir.

Fransa’nın kimi illerinde kral, uygun gördüğü vergileri hem koyar; hem de uygun gördüğü biçimde tahakkuk ettirip toplar. Öbürlerinden dolgunca bir tutar ister, ama o tutarı uygun gördükleri biçimde tahakkuk ettirip toplamalarını, her ilin kendi meclisine bırakır. Resmi buyrultu ile vergi alma planına göre, Büyük Britanya Parlamentosu’nun sömürge meclisleri karşısındaki durumu, aşağı yukarı, Fransa Kralı’nın, Fransa’nın hâlâ kendi meclisleri olmak ayrıcalığı bulunan ve en iyi yönetildiği varsayılan illerinin meclisleri karşısındaki durumuna benzer.

Ama bu plana göre her ne kadar kamu masraflarından kendilerine düşen payın anayurttaki yurttaşlarına düşenin adil oranını hiçbir zaman aşacağından sömürgelerin korkmaları için haklı neden bulunmasa da, bu payın o adil orana hiçbir zaman erişmeyeceğinden Büyük Britanya’nın korkması için haklı neden bulunabilir. Fransız Kralı’nın hâlâ kendi meclisleri olmak ayrıcalığı bulunan Fransız illerindeki kabul edilmiş nüfuzunun tıpkısına Büyük Britanya Parlamentosu, sömürgelerde epeyi zamandır sahiptir.

Gönülleri pek yatmıyorsa (şimdiye değin olduğundan daha ustalıkla yönetilmedikçe gönülleri yatmasına fazla olasılık yoktur), sömürge meclisleri, parlamentonun en akla uygun resmi buyrultularını atlatmak yahut geri çevirmek için yine bin dereden su getirebilirler. Diyelim ki, bir Fransız savaşı patlak veriyor; imparatorluk merkezini savunmak için, tez elden on milyon bulup buluşturmak gerek.

Bu tutar, faizin ödenmesi için karşılık gösterilenden herhangi bir parlamento fonunun kredisine dayanılarak ödünç alınmak gerekiyor. Parlamento, bu fonun bir kısmını Büyük Britanya’ya salınacak bir vergi ile, bir kısmını da Amerika’nın ve Batı Hint Adaları’nın, ayrı ayrı bütün meclislerinden resmi buyrultu ile isteyerek tahsil etmeyi ileri sürüyor. Savaş yerinden çok uzakta bulunan ve kimi zaman belki onun olup bitmesi ile kendilerinin fazla bir alışverişi bulunduğunu sanmayan bütün bu meclislerin kısmen keyfine kalmış bir fonun kredisine bel bağlayarak, halk kolay kolay parasını ödünç verir mi? Böyle bir fon karşılığında muhtemel olarak, Büyük Britanya’ya salınacak verginin karşılayacağı varsayılabilecek miktardan daha çok para ödünç verilmez. Böylece, savaş dolayısıyla girilen borcun bütün yükü, şimdiye dek her zaman olduğu üzere, Büyük Britanya’ya, yani bütün imparatorluğa değil, imparatorluğun bir kısmına düşer. Dünya kuruldu kurulalı, imparatorluğunu genişletirken, mali araçlarını bir kez olsun artırmadan yalnızca masrafını çoğaltan tek devlet belki Büyük Britanya’dır. Öbür devletler, genellikle imparatorluğu savunma masrafının en kabarık parçasını sırtlarından atıp kendilerine bağımlı ve egemenlikleri altında bulunan illere yüklemişlerdir. Büyük Britanya, şimdiye dek, bu masrafın

hemen hemen hepsini, kendine bağımlı ve egemenliği altında bulunan illerin, sırtlarından, onun üstüne atmalarına katlanmıştır.

Kanunun şimdiye dek bağımlı ve egemenliği altında saydığı sömürgeleriyle Büyük Britanya’yı eşit duruma getirmek için, onlardan parlamentonun resmi buyrultusu ile vergi alma planı konusunda, sömürge meclisleri bu buyrultuları baştan savmaya yahut geri çevirmeye kalkıştıkları takdirde parlamentonun elinde bunları derhal yürürlüğe sokabilecek bir takım araçlar bulunmasının gerek olduğu görülüyor.

Bu araçların neler olduğunu ise anlamak pek kolay değildir ve ne oldukları henüz açıklanmamıştır.

Aynı zamanda, kendi meclislerinin rızasına bağlı olmadan da, sömürgelere vergi salma hakkı Büyük Britanya Parlamentosu’na bir kez büsbütün tanındı mı, bu meclisler ve yanı sıra İngiliz Amerikası’nın bütün ileri gelen adamları, o anda itibardan düşer. Daha çok, kendilerine sağladığı itibar dolayısıyladır ki, insanlar kamu işlerinin yönetimine katılmak isterler.

Bütün özgür hükümet sistemlerinin sağlamlığı ve sürekliliği, her ülkede ileri gelenlerin büyük kısmının, o ülkenin doğal soylular sınıfının, kendi itibarlarını koruma ya da savunma gücüne dayanır. Bütün yerli anlaşmazlık ve tutku kaynaşmaları, bu ileri gelenlerin birbirlerinin itibarına bidüziye saldırmalarından ve kendi itibarlarını savunmalarından oluşur. Amerika’nın ileri gelen adamları da, bütün öbür ülkelerin ileri gelenleri gibi, kendi itibarlarını korumak isterler. Şuna inanır yahut öyle sanırlar ki, parlamento adı vermeye ve yetki bakımından Büyük Britanya Parlamentosu’na denk görmeye bayıldıkları meclisleri, o parlamentonun iddiasız vekilleri ve yürütme makamları haline gelecek kadar değerden düşerse, kendi itibarlarının epeycesi elden gider. Onun için, parlamentonun resmi buyrultu ile istediği, vergiye bağlanmalarına ilişkin öneriyi geri çevirmişler; kendi itibarlarını savunmak üzere, öbür tutkulu ve yürekliler gibi, kılınca sarılmayı uygun görmüşlerdir.

Roma Cumhuriyeti çökmeye yüz tutarken, devleti savunmanın ve imparatorluğu genişletmenin çoğu yüküne katlanmış bulunan Roma müttefikleri, Roma yurttaşlarının bütün ayrıcalıklarına katılmak istediler. Ret cevabı alınca, topluluk içi savaş patlak verdi. O savaş oladursun, bunların çoğuna, genel birlikten ayrıldıkları oranda, bu ayrıcalıkları, Roma teker teker verdi. Büyük Britanya Parlamentosu, sömürgelerden vergi almakta ayak diriyor. Onlar ise, içinde temsil olunmadıkları bir parlamento’nun kendilerine vergi salmasını kabul etmiyorlar. Büyük Britanya, genel birlikten ayrılacak her sömürgenin, anayurttaki yurttaşlarıyla aynı vergilere bağımlı tutulduğu ve buna karşılık kendisine onlardaki ticaret serbestliğinin aynı verildiği için, imparatorluğun kamu gelirine yardım payı oranına uygun miktarda temsilcisi olmasına (yardım payı oranı sonradan arttığı takdirde temsilcilerinin sayısı çoğaltılmak üzere) müsaade ederse, her sömürgenin ileri gelenlerine, itibar kazanmaları için yeni bir yol, yeni ve daha göz kamaştırıcı bir tutku hedefi gösterilmiş olur. O zaman, bunlar sömürge hizipçiliğinin pestenkerani piyangosu denilebilecek olan oyunda bulunan ufak tefek ikramiyelerle uğraşacaklarına, insanların kendi yararlık[316] ve talihleri bakımından doğal olan had bilmeyişlerinden ötürü, Britanya politikasında büyük devlet piyangosunun çarkından ara sıra çıkan dolgun ikramiyelerden kimisini çekmeği umabilirler. İtibarlarını koruyup tutkularını doyurmak için (daha basiti olmadığı görülen) bu ya da bir başka yola başvurulmadıkça, Amerika’nın ileri gelen adamlarının gönüllü olarak bize boyun eğmelerine pek ihtimal yoktur. Şurasını da düşünmeliyiz ki, onları buna zorlamak için dökülmesi gereken kanın her damlası, yurttaşlarımızın yahut yurttaşlarımız olmasını özlediğimiz kimselerin kanıdır. İşler bu hale gelmiş

iken, sömürgelerimizin yalnızca kuvvet aracıyla kolay kolay yenileceğini sananlar çok yanılıyorlar. Bunların, kıta kongremiz diye adlandırdıkları, kurultayın kararlarına şimdi yön veren kimseler, kendilerini şu anda belki Avrupa’da en yüksek mevki sahibi uyrukların binde bir görüneceği kadar itibarlı görüyorlar. Dükkâncılıktan, esnaflıktan, avukatlıktan gelerek, devlet adamı ve kanun koyucu olup çıkmışlardır. Dünyada gelmiş geçmiş imparatorlukların en büyüğü, en yamanı olacağını sandıkları ve gerçekte olması pek muhtemel görünen geniş bir imparatorluk için, yeni bir hükümet şekli bulmak üzere çalışmaktadırlar. Türlü yollardan, doğrudan doğruya kıta kongresinin buyrultusu ile hareket eden ayrı ayrı belki yüz kişi ve bu beş yüz kişinin buyrultusu ile hareket eden belki beş yüz bin kişi, itibarlarında, hep birden eş biçimde orantılı bir artış olduğunu fark etmektedirler. Amerika’da yönetim başındaki takımdan hemen hemen her kişi, gerek o zamana değin erebilip doldurduğu, gerekse doldurmayı umduğu makamdan daha yükseğini, şimdi kendi hayalinde[317] işgal etmektedir. Ya kendisinin ya önderlerinin karşısına, yeni bir tutku hedefi çıkarılmadıkça, er kişi ise, o makamı savunmak için canını verecektir.

Başkan Henaut’nun bir görüşü vardır; Ligue’in, olurken belki pek önemli havadis sayılmayan birçok küçük işlemlerine değgin tarihi, şimdi zevkle okuduğumuzu söyler. Ama, der, o zamanda herkes kendini bir şey sanırdı. O dönemden bize dek ulaşan sayısız anıların çoğunu, meydana gelmesinde kendilerinin önemli rolü bulunduğunu sandıkları olayları kaleme alıp şişirmekten hoşlanan kimseler yazmıştır. O aralık Paris kentinin kendini nasıl direnerek savunduğu, bütün Fransız krallarının en iyisine ve sonradan en çok sevilenine boyun eğmektense, ne korkunç bir açlığa göğüs gerdiği bilinir. Hemşerilerin çoğu yahut onların çoğunu yönetenler, eski hükümet yeni baştan kurulur kurulmaz sona ereceğini önceden kestirdikleri, kendi itibarlarını savunmak için çarpıştılar. Bir birleşmeye razı olmak üzere kandırılmazlarsa, sömürgelerimizin, Paris kentinin, krallar içinde en iyilerinden birine dayattığı kadar direnerek, anayurtların en iyisine karşı kendilerini savunmaları olasılığı çoktur.

Temsil fikri eski çağlarda bilinmiyordu. Bir devletin ahalisine bir başka devlet içinde yurttaşlık hakkı verildi mi, o ahalinin, öteki devletin ahalisiyle birlikte bir kurul halinde, toplanarak oy verip görüşmelerde bulunmaktan başka bu hakkı kullanması olanağı yoktu. İtalya halkının çoğuna Roma yurttaşları ayrıcalıklarının verilmesi, Roma Cumhuriyeti’ni alaşağı etti. Kimin Roma yurttaşı olduğunu kimin olmadığını ayırt etmek artık kabil değildi. Hiçbir kabile, kendi üyelerinin kimler olduğunu bilemiyordu. Her türlü kalabalık, halk meclislerine sokulup gerçek yurttaşları dışarı uğratarak, kendisi yurttaşmışçasına, Cumhuriyet’in işleri üzerinde karar verebiliyordu. Ama Amerika, parlamentoya elli altmış yeni temsilci gönderecek olsa, Avam Kamarası’nın kapıcısı kimin üye olup kimin olmadığını ayırt etmekte pek fazla güçlüğe uğramaz. Dolayısıyla, Roma devletinin esas örgütlenişi müttefik İtalya devletleriyle Roma’nın birleşmesi yüzünden her ne kadar ister istemez göçtü ise de, Büyük Britanya’nın sömürgeleriyle birleşmesinden Britanya’nın esas örgütlenişinin zarar görmesine en ufak olasılık yoktur. Tersine, bu esas örgütleniş onunla bütünlenmiş olur; onsuz ise eksik kalıyor gibidir. İmparatorluğun her bölgesine ilişkin işler üzerinde görüşüp karar veren meclisin, bilgisi yerinde olması için, kuşkusuz onun her bölgesinden temsilcileri bulunmak gerekir. Demiyorum ki, bu birlik kolayca meydana gelecektir ya da gerçekleşmesinde güçlükler, hem de büyük güçlükler çıkmayacaktır. Ama bu güçlüklerin hakkından gelinmez gibi gözükenini henüz işitmedim. Başlıca güçlük eşyanın tabiatından[318] değil, Atlas Okyanusu’nun gerek bu gerek öteki yakasındaki halkın peşin yargılarından ve taşıdığı düşüncelerden ileri gelmektedir.

Suyun bu yakasındaki bizler, Amerikalı temsilcilerin sayıca çok oluşunun, anayasanın dengesini alt üst etmesinden, terazinin ya bir kefesinde hükümdarın nüfuzunu ya öteki kefesinde demokrasinin gücünü gerektiğinden çok artırmasından korkarız. Ama, Amerikalı temsilciler sayısı, Amerika’nın vergi hasılatı oranında olursa, yönetilecek kimselerin sayısı tam tamına bu imkânı sağlayacak araçlar oranında, yönetme imkânları da yönetilecek kimseler oranında çoğalır. Birleşme olunca, esas örgütlenişin hükümdarlık ve demokrasi ile ilgili kısımları, aralarındaki izafi gücün derecesi yönünden tıpkı eskisi kadar ağır hasarlar.

Suyun öteki yakasındaki halk, hükümet merkezinden uzak oluşlarının kendilerini birçok sıkıntılara uğratması ihtimalinden korkmaktadırlar. Fakat, daha ilk ağızda sayıları önemlice olmak gereken parlamentodaki temsilcilerinin, onları bütün sıkıntılardan kolaylıkla koruması mümkündür. Mesafe, temsilcinin seçmenlere karşı olan bağlılığını pek gevşetemez. Temsilci, parlamentodaki sandalyesini ve bunun sağladığı bütün sonuçları seçmenlerin dostluğuna borçlu olduğunu bidüziye hisseder. Dolayısıyla, imparatorluğun o ücra yerlerindeki herhangi bir mülki ve askeri memurun suçlu bulunabilecek her kepazelikten, yasama kurulu üyesi bulunmanın verdiği olanca yetkiyle sızlanarak o dostluğu kazanmaya çalışmak, temsilcinin çıkarı gereğidir. Bundan başka, Amerika ahalisi, o ülkenin, hükümet merkezinden uzak bulunuşunun, görünürde biraz da haklı olarak, pek uzun sürmeyeceğini umabilir. O ülkenin şimdiye dek zenginlik, nüfus ve bayındırlık bakımından ilerleyişi öyle olmuştur ki, yüz yılı pek aşmayan bir zaman geçmekle, Amerika’nın vergi hasılatı belki Britanya’nınkini geçebilir. O zaman, imparatorluk merkezi, doğal olarak, imparatorluğun tümünün genel savunmasında ve desteklenmesinde en çok yardım payı olan kısmına taşınır.

Amerika’nın keşfi ve Doğu Hint ülkelerine Ümit Burnu üzerinden bir geçidin keşfedilmesi, insanlık tarihinin yazdığı en büyük ve en önemli iki olayıdır. Bunların daha şimdiden pek büyük sonuçları olmuştur. Gelgelelim, bu keşiflerin yapılışından bu yana geçen iki üç yüzyıllık kısa zaman içinde doğurdukları sonuçları bütün genişliği ile görebilmek kabil değildir. Bundan böyle o büyük olaylardan insanlığa gelecek iyilik ya da kötülüklerin neler olabileceğine insan aklı önceden kestiremez. Dünyanın en ücra bölgelerini az çok bir araya getirip birbirlerinin gereksinmelerine çare bulmalarını, zevklerini artırmalarını ve çalışmalarını özendirmelerini mümkün kılmakla, genel eğilimleri hayırlı olacak gibi gözükür. Fakat, gerek Doğu Hint ülkelerinin gerek Batı Hint Adaları’nın yerlileri için bu olaylardan doğabilecek bütün ticari faydalar, o olayların sebep olduğu korkunç felaketler için gömülüp kaybolmuştur. Ama öyle görülüyor ki, bu felaketler o olayların doğasındaki bir şeyden daha çok, rastlantıdan ileri gelmiştir. Tam keşiflerin yapıldığı sırada, kuvvet üstünlüğü Avrupalılar tarafında, tesadüf, öylesine ağır basıyordu ki, o ücra ülkelerde, Avrupalılar’ın cezaya çarpılmadan her türlü haksız iş görmeleri mümkündü. Belki bundan böyle o ülkelerin yerlileri güçlenebilir ya da Avrupa yerlileri çelimsiz düşebilir ve dünyanın bütün çeşitli bölgelerinin ahalisi, karşılıklı korku ilham ederek, bağımsız milletlerin adaletsizliğini önleyip onları birbirlerinin haklarına saygı gibi bir şey gösterir hale getirecek tek araç olan yürekliliğe ve kuvvet eşitliğine ulaşabilirler. Ancak, görülüyor ki, bütün ülkelerden bütün ülkelere yapılan geniş bir ticaretle doğal olarak yahut daha doğrusu, ister istemez birlikte götürülen bilginin ve her türlü ilerleme ürünlerinin karşılıklı olarak birbirlerine iletilmesi kadar bu kuvvet eşitliğini kurması muhtemel bir şey yoktur.

Bir yandan da, bu keşiflerin belli başlı sonuçlarından biri, merkantilist sistemi, haliyle hiçbir zaman kavuşamayacağı bir şan ve şeref kertesine yükseltmesi olmuştur. O sistemin amacı büyük bir milleti toprağın bayındırılması ve işlenmesi yolu ile değil, ticaret ve

sanayisiyle, köylerden çok kentlerin çalışmasıyla zengin etmektedir. Ama bu keşiflerin sonucu olarak, Avrupa’nın ticaretçi kentleri, dünyanın yalnızca ufak bir kısmının (Avrupa’da Atlas okyanusu’nun yaladığı kısım ile Baltık ve Akdeniz çevrelerindeki ülkelerin) imalatçısı ve taşıyıcısı olacak yerde, şimdi Amerika’nın çeşitli milletlerinin hemen hemen hepsinin taşıyıcısı ve kimi bakımlardan hatta imalatçısı haline gelmişlerdir. Bunların çalışmasına, her biri eski dünyadan çok daha büyük, çok daha geniş olan ve bir tanesinin pazarı günden güne büsbütün büyüyen iki yeni dünya açılmış bulunuyor.

Gerçekte, bu büyük ticaretin bütün görkeminin, bütün tantanasının tadını çıkaranlar, Amerika sömürgelerine sahip olup Doğu Hint ülkeleriyle doğrudan doğruya ticaret eden ülkelerdir. Ama öbür ülkeler, bu ticaretin dışında bırakılmaları için düşünülmüş bütün kıskanç engellere karşın, onun gerçek kazancının daha büyük bir payından sık sık yararlanmaktadırlar. Örneğin, İspanya ve Portekiz sömürgeleri, İspanya ile Portekiz’in çalışmasından çok, öbür ülkelerin çalışmasını daha gerçekten özendirmektedir. Yalnızca bir tek keten bezi maddesi üzerinden, bu sömürgelerin tüketimi (çekinmeden o kadardır demek iddiasında değilim ama) söylentiye göre yılda üç milyon İngiliz lirasını geçiyormuş. Fakat, bu büyük tüketimi hemen hemen baştan aşağı Fransa, Flanders, Felemenk ve Almanya karşılamaktadır. İspanya ile Portekiz bunun küçük bir kısmını tedarik etmektedir. Bu büyük miktardaki keten bezini sömürgelere sağlayan sermaye, her yıl, işte bu öteki ülkelerin ahalisi arasında üleşilip onlara bir gelir getirir. Onların yalnızca kârları İspanya ile Portekiz’de sarf edilip oralarda Kadis ve Lizbon tacirlerinin gösterişli israfını beslemeye yardım eder.

Sömürgelerinin tekelci ticaretini her milletin kendine bağlamaya çalışmasına araç olan düzenlemeler de, çoğu kez aleyhlerine konuldukları ülkelerden çok, lehlerine konuldukları ülkelere zararlıdırlar. Öbür ülkelerdeki çalışmanın insafsızca sık boğaz edilmesi, böyle demem yakışırsa geri tepip sık boğaz edenlerin kafasına çarpar ve onların çalışmasını öteki ülkelerinkine göre daha çok hırpalar. Bu düzenlemeler gereğince, örneğin Hamburg tacirinin Amerika piyasası için ayırdığı keten bezini Londra’ya göndermesi ve Alman piyasası için ayırdığı tütünü Londra’dan alıp getirmesi gerekir. Çünkü ne bezi doğrudan doğruya Amerika’ya gönderebilir, ne de tütünü doğrudan doğruya oradan getirebilir. Bu kısım dolayısıyla ihtimal ki, birini aksi haldekine göre biraz daha ucuz satmak, ötekini ise biraz daha pahalıya satın almak zorunda kalır; bundan ötürü de kârlarında, ihtimal ki biraz eksilme olur. Ama, Amerika’nın yaptığı ödemelerin, hiç de günü gününe olmamakla birlikte, Londra’nınkiler kadar günü gününe olduğunu varsaysak da, Hamburg ile Londra arasındaki bu ticarette sermayesinin hasılatı tacirin eline, Amerika ile doğrudan doğruya yapılan ticarette muhtemel olabilene göre kuşkusuz çok daha çabuk değer. Dolayısıyla Hamburglu tacirin, o düzenlemeler yüzünden çemberi içinde kaldığı bu ticarette sermayesi, dışında bırakıldığı ticarette muhtemel olabilene göre pek daha çok Alman emeğini sürekli şekilde işte tutabilir. Şu halde, birinci iş kendisi için öbür işten belki daha az kârlı olabilirse de, ülkesi için daha az kazançlı olamaz. Tekelin Londra tacirine ait sermayeyi, böyle demem yakışırsa, doğal olarak kendine çektiği işte durum büsbütün tersinedir. Bu iş, kendisi için belki başka işlerin çoğundan daha kârlı olabilir ama, hasılatın yavaşlığından ötürü, ülkesi için daha kazançlı olamaz.

Bundan dolayı, Avrupa’daki her ülkenin sömürgeleriyle olan ticaretin tüm faydasını kendi elinde toplamak yolundaki hakka aykırı bunca çabalarından sonra, henüz hiçbir ülke, sömürgeler üzerinde kabullendiği ezici egemenliği barışta destekleyip savaşta savunmak masrafından başka bir şey elde edebilmiş değildir. Sömürgelerine sahip olmalarından ileri gelen tedirginliklerin hepsi her ülkenin kendine kalmıştır. Onların ticaretinden

ileri gelen faydaları ise, her ülke birçok başka ülkelerle paylaşmak zorunda kalmıştır.

Hiç kuşkusuz, ilk bakışta, büyük Amerika ticaretinin tekeli, paha biçilmez bir nimet gibi gözükür. Hırsla başı dönenin iyi seçemeyen gözüne bu, siyasetle savaşın karmakarışık çalkantısı içinde, tabii, uğrunda dövüşülmeye değer, pek göz kamaştırıcı bir hedef olarak çarpar. Hoş, zaten, hedefin göz kamaştırıcı parlaklığı, yani ticaretin alabildiğine geniş oluşudur ki, onun tekelini zararlı kılar, yahut mahiyetçe ülke için öbür işlerin çoğundan ister istemez daha az faydalı bulunan bir işe, haliyle girecek olan ülke sermayesine göre çok daha fazla bir sermayeyi sömürtür.

İkinci kitapta görülmüştü ki, her ülkenin ticari sermayesi, o ülkeye en faydalı işi böyle demek yakışırsa doğal olarak arayıp bulur. Taşımacılıkta kullanılıyorsa, sermayenin ait bulunduğu ülke, o sermayenin ticaretini yürüttüğü bütün ülkelerin malları için alışveriş merkezi olur. Ama, o sermayenin sahibi o malların mümkün olduğunca çoğunu, ister istemez yurt içinde elden çıkarmayı ister. Böylece, ihracın sıkıntısından, rizikosundan ve giderinden tasarruf eder; bu nedenle de, onları yurt içinde hem çok daha düşük fiyata hem dışarıya yolladığında elde etmeyi umabileceğinden biraz daha eksik kârla seve seve satacaktır. Bu şekilde, tabii yaptığı taşıt ticaretini, elinden geldiğince, bir dış tüketim ticareti haline getirmeye çalışır. Yine, sermayesi bir dış tüketim ticaretinde kullanılıyorsa, yabancı bir pazara ihraç etmek üzere topladığı yerli malların gücünün yettiğince büyük bir kısmını yurt içinde elden çıkarmaktan, aynı nedenle memnun kalır; yaptığı dış tüketim ticaretini böylece elinden geldiğince bir iç ticaret haline getirmeye çalışır. İşte böylece, her ülkenin ticari sermayesi, doğal olarak, yakın işin peşine düşüp uzaktaki işten sakınır; doğal olarak, hasılatın sık ele geçtiği işe sokulup geç ve ağır aksak ele geçtiği işlerden kaçar; doğal olarak, ait bulunduğu yahut sahibinin oturduğu ülkede en büyük miktarda üretken emek besleyebileceği işe yanaşıp en azını besleyebileceği işten yüz çevirir. Doğal olarak, o ülke için olağan hallerde en kazançlı işe güler yüz gösterip olağan hallerde en az kazançlısına sırtını döner.

Gelgelelim, olağan hallerde ülke için daha az kazançlı olan bu uzak işlerden birinde kâr, daha yakın işlere gösterilen doğal tercihi karşılamaya yeter miktarın biraz yukarısına çıkıverirse, kârdaki bu üstünlük, o daha yakın işlerden sermaye çeler. Ta ki, hepsinde kârlar yakışık alan düzeylerine geri gelsin. Ancak, bu kâr üstünlüğü, o uzak işlerde, topluluğun eylemli durumuna[319] göre öbür işlere oranla biraz sermaye eksiği olduğunu ve o topluluk içinde yürütülen bütün çeşit çeşit işler arasında, sermayesinin en elverişli şekilde dağılmamış bulunduğunu gösterir. Bu hal bir şeyin lüzumundan ya daha ucuza satın alındığını ya da pahalıya satıldığını; belli bir yurttaş tabakasının, çeşitli bütün yurttaş tabakaları arasında bulunması gereken ve tabii var olan eşitliğe uymayacak kadar fazla para vererek ya da az kazanarak az çok sıkıntı çektiğini ispat eder. Gerçi, aynı sermaye uzak bir işte, hiçbir zaman yakın işteki miktarda üretken emek beslemez, ama daha yakındaki işlerin bir çoğunun yürütülmesi için, belki uzak yerdeki işin konusuna giren mallara lüzum görüldüğünden, uzaktaki bir iş, topluluğun hayrı için, yine de yakındaki bir iş kadar zorunlu olabilir. Fakat, bu malların alım satımı ile uğraşanların kârları yakışık alan düzeylerinden yüksek ise, bu mallar gerektiğinden daha pahalıya yahut doğal fiyatının biraz üstünde satılır ve daha yakındaki işlerde çalışanlar, bu yüksek fiyat yüzünden az çok sıkıntı çekerler. Dolayısıyla, onların çıkarı bu durumda, uzaktaki işin kârını yakışık alan düzeyine ve konusuna giren malların fiyatını doğal fiyatına indirmek için, bir kısım sermayenin bu daha yakındaki işlerden çıkarılıp o uzaktaki işe aktarılmasını gerektirir. Bu, olağanüstü durumda, olağan hallerde kamuya daha faydalı olan bu

işlerden bir kısım sermayenin çekilip, olağan hallerde kamuya daha az faydalı olan bir işe aktarılmasını gerektirir. Böyle olağanüstü durumda da insanların doğal çıkarı ve eğilimleri, kamu çıkarına, bütün öbür olağan hallerdeki kadar tam tamına uygun düşer; onların, yakındaki işten sermaye çekip uzaktaki işe aktarmalarına önayak olur.

İşte böyle bireylerin kişisel çıkar ve hırsları, onları olağan hallerde sermayelerini topluluğa en faydalı olan işlere doğru yöneltmeye götürür. Ama bu doğal tercih dolayısıyla o işlere haddinden fazla sermaye aktarırlarsa, kârın o işlerde düşüp bütün ötekilerinde yükselmesi, onları bu hatalı dağılım şeklini derhal değiştirip düzeltmeye yöneltir. Bu nedenle, kanunun hiçbir araya girmesi olmaksızın insanların kişisel çıkar ve hırsları, onların her topluluğun sermayesini orada yürütülen bütün çeşitli işler arasında, bütün topluluğun çıkarıyla imkân ölçüsünde en uzlaşacak oranda üleşip dağıtmalarına, tabii, önayak olur.

Merkantilist sistemin çeşitli bütün düzenlemeleri sermayenin bu doğal ve en faydalı dağılımı şeklini ister istemez az çok karıştırır. Fakat, onu Amerika ve Doğu Hint ülkeleri ile yapılan ticarete ilişkin düzenlemeler, herhangi bir başka düzenlemeden daha fazla karıştırmaktadır. Çünkü bu iki büyük kıta ile yapılan ticaret, ticaretin herhangi başka iki kolundan daha çok sermaye sömürür. Öyle olmakla birlikte, o iki ticaret kolunda bu karışıklığı meydana getiren düzenlemelerin tümü aynı değildir. Her ikisini de işleten büyük mekanizma tekeldir ama, tekelin türü başka başkadır. Gerçekte, merkantilist sistemin biricik mekanizması, öyle görülüyor ki, şu ya da bu türlü bir tekeldir.

Amerika ile yapılan ticarette her millet, bütün öbür milletleri sömürgelerle doğrudan doğruya ticaretin açıkça dışında bırakarak, sömürgelerinin tüm pazarını imkân ölçüsünde kendi avucunda tutmaya bakar. Doğu Hint ülkeleri yolunu ilk kez meydana çıkarmanın ödülü olarak Portekizliler Hint denizlerinde gidip gelme hakkının başlı başına kendilerinde bulunduğunu iddia edip on altıncı yüzyılın büyük kısmı içinde oraların ticaretini o şekilde yönetmeye çalıştılar. Bütün öbür Avrupa milletlerini, Felemenkliler kendi baharat adalarıyla doğrudan doğruya yapılan hiçbir ticarete sokmamaya hâlâ devam etmektedirler. Avrupa’nın bütün öteki milletleri aleyhine bu tür tekeller açıkça kurulmuştur. Böylece, o milletler hem sermayelerinden bir kısmının oraya aktarılması kendileri için elverişli olabilecek bir ticaretin dışında bırakılmış hem o ticaretin konusuna giren malları, ürettikleri ülkelerden doğrudan doğruya kendileri getirebildikleri takdirde olacağından biraz daha pahalıya satın almak zorunda kalmışlardır.

Gelgelelim, Portekiz devleti takatten düşeli beri, hiçbir Avrupa milleti belli başlı limanları artık bütün Avrupalı milletlerin gemilerine açık bulunan Hint denizlerinde gidip gelme hakkının yalnızca kendinde olduğunu iddia etmiş değildir. Bununla birlikte, Doğu Hint ülkeleriyle yapılan ticaret, Portekiz ve şu birkaç yıldır Fransa hariç olmak üzere, her Avrupa ülkesinde tekelci bir ortaklığın yönetimine verilmiştir. Bu tür tekeller, özellikle onları vücuda getiren belli milletin aleyhine kurulmuş olur. Böylece o milletin çoğunluğu, sermayesinden bir kısmının aktarılması elverişli olabilecek bir ticaretin dışında kaldığı gibi, onun konusuna giren malları, o ticaret bütün yurttaşları için açık ve serbest bulunduğu takdirde olacağından biraz daha pahalıya satın almak zorunda kalır. Örneğin, İngiliz Doğu Hint Ortaklığı kurulalı beri, İngiltere ahalisinin geri yanı, o ticaretin dışında bırakıldıktan başka; tükettikleri Doğu Hint ülkeleri mallarının bedeli olarak hem tekel aracılığıyla ortaklığın bu mallardan elde edebileceği bütün olağanüstü kârlar için hem böylesine büyük bir ortaklığın işlerinin yürütülmesinde eksik olmayan hile ve yolsuzluğun ister istemez yol açtığı bütün olağanüstü israf için, para ödemiş olsa gerektir. Bundan ötürü, bu ikinci çeşit tekeldeki anlamsızlık, birincidekine göre çok daha belirgindir.

Tekellerin bu her iki türü de topluluk sermayesinin doğal dağılım şeklini az çok karıştırır, ama her zaman bir biçimde karıştırmaz.

Birinci çeşitten tekeller, içinde kuruldukları belli ticarete, topluluk sermayesinin kendiliğinden girecek kısmından her zaman daha fazlasını çekerler.

İkinci çeşitten tekeller, içinde kuruldukları belli ticarete, değişik şartlara göre, sermayeyi kimi zaman çekebilir, kimi zaman o ticaretten uzaklaştırırlar. Yoksul ülkelerde, o ticarete haliyle girecek sermayeye göre tabii, daha fazlasını çekerler. Zengin ülkelerde, haliyle girecek olan epey sermayeyi, tabii, oradan uzaklaştırırlar.

O ticaret tekelci bir ortaklığın yönetimine verilmeseydi, örneğin İsveç ve Danimarka gibi yoksul ülkelerin, Doğu Hint ülkelerine ihtimal ki bir tek gemi gönderdikleri olmazdı. Böyle bir ortaklık kurulması hem kurnaz hem gözü pek tacirleri ister istemez gayrete getirir. Ortaklığın sahip olduğu tekel, iç pazardaki bütün rakiplere karşı onları gereği gibi korur ve dış pazarlar bakımından bunların nasibi, öbür milletlerin tacirlerinin aynıdır. Sahip oldukları tekel, epey çokça mal üzerinden büyük bir kârın muhakkak olduğunu; çok mal üzerinden de, epeyce bir kârın muhtemel bulunduğunu önlerine serer. Böyle olağanüstü bir özendirme olmasa, bu gibi züğürt ülkelerin yoksul tacirleri, kendilerine tabii çok uzak ve sonu bilinmez görünmek gereken Doğu Hint ülkeleri ticareti gibi bir serüvende, ufak sermayelerini tesadüfün eline bırakmayı ihtimal ki hiç akıllarından geçirmezlerdi.

Felemenk gibi varlıklı bir ülke ise, tersine, serbest bir ticaret halinde, Doğu Hint ülkelerine şimdi yolladığından ihtimal ki çok daha fazla gemi gönderir. Felemenk Doğu Hint Ortaklığı’nın sınırlı olan sermaye payları, haliyle o ticarete girecek birçok ticaret sermayelerini, ihtimal ki, oradan geri çevirmektedir. Felemenk’in ticari sermayesi öylesine boldur ki, boyuna, kimi zaman ülkelerin devlet eshamına, kimi zaman yabancı ülkelerin özel tacirlerine ve sermaye işletenlerine verilen ödünçlere; bazen en dolambaçlı yabancı tüketim ticaretine, bazen da taşımacılığa, sanki taşarak akmaktadır. Yakındaki bütün işler baştan başa dolu olduğundan; onlara şöyle böyle bir kârla yatırılabilecek sermayenin hepsi zaten yatmış bulunduğundan, Felemenk’in sermayesi, ister istemez daha uzak işlere doğru akıp gider. Büsbütün serbest olsa, Doğu Hint ülkeleriyle yapılan ticaret, bu gereğinden fazla sermayenin ihtimal ki çoğunu sömürür. Doğu Hint ülkeleri, gerek Avrupa mamulleri için gerekse Amerika’nın altını, gümüşü ve öteki birtakım ürünleri için, Avrupa ile Amerika’nın tümünden daha büyük ve daha geniş bir pazar sağlar.

Sermayenin doğal dağılım şeklindeki her karışıklık; ister eski halde gireceği belli bir ticaretten sermayeyi geri çevirmek, ister belli bir ticarete haliyle girmeyecek oraya çekerek olsun, nerede meydana geliyorsa o topluluk için ister istemez zararlıdır. Tekelci bir ortaklık yok iken, Felemenk’in Doğu Hint ülkeleriyle yaptığı ticaret şimdikinden fazla olacaksa, o ülkenin bir kısım sermayesi o kısma en uygun gelecek işin dışında kalacağından epeyi kayba uğramayacaktır. Yine aynı tarzda, tekelci bir ortaklık yok iken, İsveç’le Danimarka’nın Doğu Hint ülkeleri ile yaptıkları ticaret şimdi olduğuna kıyasla azalacaksa, yahut belki daha muhtemel bulunduğu üzere hiç olmayacaksa, sermayelerinin bir kısmı, bugünkü durumlarına az çok uygunsuz gelecek bir işe çelindiği için, bu iki ülkenin yine epeyi bir kayba uğramaları gerekir. Küçük sermayelerinin böyle büyük bir kısmını bu kadar uzaktaki ticarete aktaracaklarına, kendilerine biraz daha pahalıya da gelse, Doğu Hint ülkeleri mallarını başka milletlerden satın almak, bugünkü durumlarında İsveç’le Danimarka hakkında belki daha hayırlı olur. Öyle bir ticaret ki, hasılatı çok yavaş elde edilir; üretken emeğinin bunca yokluğunu çeken, pek az şey yapılıp çok şey yapılmak gereken anayurtta o sermaye pek az miktarda üretken emeği besleyebilir.

Onun için, belli bir ülkenin tekelci bir ortaklık olmaksızın, Doğu Hint ülkeleri ile doğrudan doğruya ticaret etmesi her ne kadar kabil değilse de, bundan orada böyle bir ortaklık kurulmak gerektiği anlamı çıkmaz; yalnızca böyle bir ülke, bu şartlar içinde Doğu Hint ülkeleri ile doğrudan doğruya ticaret etmemelidir demek olur. Doğu Hint ticaretini yürütmek için genellikle bu gibi ortaklıklara gerek olmadığını ispata, hiçbir tekelci ortaklık olmaksızın üst üste yüz yıldan fazla bir zamandır o ticaretin hemen hemen tümünden yararlanan Portekizliler’in tecrübesi yeterlidir.

Doğu Hint ülkelerine zaman zaman gönderebileceği gemilere mal hazırlamaları için orada türlü limanlarda vekil ve adam tutmaya yeterli sermaye, kendi başına çalışan tacirde kolay kolay bulunmaz denmiştir. Oysa tacir bunu yapamadı mı, yükleyecek mal bulmanın güçlüğü yüzünden çoğu kez gemileri dönüş mevsimini kaçırabilir; böyle uzun süren bir gecikmenin masrafı da, bu girişimdeki bütün kârı yiyip yuttuktan başka, çoğu kez pek hatırı sayılır bir zarara sebep olur. Ama, şu muhakeme[320] etse etse bir şey ispat edebilir; o da, hiçbir büyük ticaret kolunun, tekelci bir ortaklık olmadan yürütülemeyeceğidir. Bütün milletlerin geçirdiği tecrübe ise, bunun tersini gösterir. Hiçbir büyük ticaret kolu yoktur ki, esas kolun yürütülebilmesi için, üzerinde uğraşılmak gereken bütün tali[321] kolları yürütmeye, kendi kendine çalışan herhangi bir tacirin sermayesi tek başına yeterli gelsin. Ama, bir millet herhangi bir büyük ticaret kolunda olgunlaşınca, tabii, tacirlerden bir kısmı sermayelerini o ticaretin esas koluna; bir kısmı ise, ikincil kollarına aktarırlar. Her ne kadar o ticaretin türlü kollarının hepsiyle birden böylece uğraşılırsa da, hepsinin birden kendi başına çalışan bir tek tacirin sermayesi ile döndürüldüğü pek seyrektir. Demek ki, bir millet Doğu Hint ticareti için olgunlaşmışsa, sermayesinin belli bir kısmı, tabii o ticaretin bütün çeşitli kolları arasında bölüşülür. O milletin kimi tacirlerinin, Avrupa’da oturan öbür tacirlerin göndereceği gemilere mal hazırlamak üzere Doğu Hint ülkelerinde oturup sermayelerini işletmek çıkarlarına uygun gelir. Başka başka Avrupa milletlerinin Doğu Hint ülkelerinde edindikleri yurtları, şimdi ait bulundukları tekelci ortaklardan alınıp doğrudan doğruya hükümdarın koruyuculuğuna verilse, hiç değilse bu yerlerin ait olduğu belli milletlerin tacirleri için oralarda oturma hem güven altına alınmış hem kolaylaştırılmış olur. Filan zamanda herhangi bir ülkenin sermayesinden, böyle demem yakışırsa, kendiliğinden Doğu Hint ticaretine doğru kayıp yönelen kısım, o ticaretin bu çeşit çeşit kollarının hepsini birden yürütmeye yetmiyorsa, demek olur ki, tam o sırada, bu ülke o ticaret için olgunlaşmamıştır ve gereksindiği Doğu Hint mallarını doğrudan doğruya Doğu Hint ülkelerinden kendisi getirmektense, bir süre için, hatta daha yüksek bir fiyata da, öbür Avrupa milletlerinden satın almakla daha iyi eder. Bu malların yüksek fiyatı yüzünden uğrayabileceği kayıp, sermayesinin büyük bir kısmının, kendi şartlarına ve durumuna, Doğu Hint ülkeleriyle doğrudan doğruya ticaret etmekten daha gerekli, yahut daha faydalı veya daha elverişli öbür işlerden uzaklaştırılması yüzünden karşılaşacağı kayba binde bir eşit olabilir.

Gerek Afrika kıyısında, gerek Doğu Hint ülkelerinde Avrupalılar’ın önemli birçok yerleşme yurdu varsa da, Avrupalılar bu ülkelerin ikisinde de henüz, Amerika adalarında ve kıtasındaki gibi çok sayıda, işleri yolunda sömürgeler kurmuş değillerdir. Bununla birlikte Afrika’da olsun, genel adı ile Doğu Hint ülkelerinin kapsamına giren ülkelerin birkaçında olsun, barbar uluslar oturmaktadır. Gelgelelim, bu uluslar hiç de işi Allah’a kalmış zavallı Amerikalılar kadar zayıf ve kendilerini savunmada beceriksiz olmadıkları gibi, üstelik oturdukları ülkelerin bereketliliğine nispet edilince çok daha kalabalıktırlar. Gerek Afrika’nın gerek Doğu Hint ülkelerinin en barbar ulusları çobanlık ediyorlardı; Hottentotlar bile çobandılar. Oysa, Meksika ile Peru hariç, Amerika’nın her bölgesindeki yerliler yalnızca avcı idiler. Eşit derecede bereketli, aynı genişlikteki toprağın besleyebileceği

çoban sayısı ile avcı sayısı arasındaki fark ise, pek büyüktür. Onun için, Afrika ile Doğu Hint ülkelerinde, yerlilerin ayağı kaydırılıp Avrupalı sömürge çiftliklerinin ilk oturanlara ait arazinin büyük bir kısmına yayılması daha güçtü. Bundan başka, önceden görülmüştü ki, tekelci ortaklıkların özel niteliği yeni sömürgelerin gelişmesine elverişli değildir ve bunların Doğu Hint ülkelerinde az ileri gitmesinin ihtimal ki başlıca nedeni olmuştur. Portekizliler, gerek Afrika gerek Doğu Hint ülkeleri ticaretini tekelci ortaklıklar olmaksızın yürüttüler. Portekizliler’in Afrika kıyısında Kongo, Angola ve Benguela’daki, Doğu Hint ülkeleri’nde Goa’daki yerleşme yurtları, boş inan ve her türlü kötü yönetim yüzünden pek başları darda olmakla birlikte, biraz Amerika sömürgelerine benzerler ve bunların bir kısmında, birkaç kuşaktan beri orada yerleşmiş Portekizliler oturur. Bugün, Ümit Burnu’ndaki ve Batavia’daki Felemenk yerleşme yurtları Avrupalılar’ın gerek Afrika’da gerek Doğu Hint ülkelerinde kurdukları en önemli sömürgeler olup, her ikisi de kuruldukları yer bakımından özellikle talilidirler. Ümit Burnu’nda, hemen hemen Amerika yerlileri kadar barbar ve onlar gibi kendini her bakımdan savunamaz soydan bir halk oturuyordu. Sonra, burası öyle demek yakışırsa, Avrupa ile Doğu Hint ülkeleri arasında hemen hemen her Avrupa gemisinin, giderken olsun dönüşün olsun biraz mola verdiği yarı yol konağıdır. Bu gemilere yalnızca her türlü taze kumanya, yemiş, bazen da şarap ikmali yapılması, sömürgecilerin fazla ürününe pek geniş bir sürüm yeri sağlar. Avrupa ile Doğu Hint ülkelerinin her kısmı arasında Ümit Burnu ne durumda ise, Doğu Hint ülkelerinin belli başlı ülkeleri arasında da, Batavia o durumdadır. Hindistan’dan Çin’e ve Japonya’ya giden en işlek yolun üstünde olup, bu yolun aşağı yukarı ortasına düşer. Yine, Avrupa ile Çin arasında gidip gelen gemilerin hemen hemen hepsi Batavia’ya uğrar; üstelik burası, Doğu Hint ülkelerinin memleket ticareti denilen alışverişinin, yalnız Avrupalılarca değil, Hintli yerlilerce de yapılan kısmının merkezi ve belli başlı çarşısıdır. Çin, Japonya, Tonquin, Malacca, Koşinşin ve Celebes Adaları ahalisinin yolladıkları gemilere Batavia limanlarında sık sık rastlanır. Bu tür elverişli durumlar, tekelci bir ortaklığın kendine özgü baskıcı vasfı yüzünden, bu iki sömürgeye, gelişmelerinin zaman zaman karşısına dikilebilen bütün engelleri aşmaları olanağını vermiştir. Dünyanın sağlığa belki en zararlı iklimi olarak eklenen bir başka sakıncayı, Batavia, o sayede gidermek imkânını bulmuştur.

İngiliz ve Felemenk ortaklıkları, yukarıda anılan iki sömürge hariç, önemli sömürgeler kurmuş olmamakla birlikte, her ikisi de Doğu Hint ülkelerinde hatırı sayılır fetihler yapmışlardır. Ama tekelci bir ortaklığın doğasına özgü olan nitelik her iki ortaklığın kendini pek açıkça belli etmiştir. Derler ki, baharat adalarında Felemenkliler, bereketli bir mevsimde yeter gördükleri kârla Avrupa’da satmayı umdukları miktardan fazla çıkan baharatın hepsini yakarlarmış. Yerleşme yurtlarının bulunmadığı adalarda, kendiliğinden biten karanfil ve hindistan cevizi ağaçlarının çiçek tomurcuklarını ve körpe yapraklarını toplayanlara ödül verirler. Fakat bu hoyratça tutum yüzünden, söylentiye göre, hemen hemen hepsinin kökü kazınmış. Yerleşme yurtlarının bulunduğu adalarda bile, söylentiye göre, bu ağaçların sayısını iyiden iyiye azaltmışlardır. Kendi adalarının ürünü bile piyasalarının gereksinmesinden pek fazla oldu mu, yerliler bunun bir kısmını başka milletlere iletmenin çaresini bulabilirler diye kuşkulanmaktadırlar. Tekellerini korunmak için de, öyle sanırlar ki, en iyi yol kendilerinin pazara sürdüklerinden fazla ürün yetişmemesine özen göstermektedir. Türlü türlü baskı oyunlarıyla, Molucca Adaları’ndan bir kaçının nüfusunu, aşağı yukarı, kışlalarındaki bir avuç askere ve fırsat düştükçe baharat yüklemeye gelen gemilerine taze kumanya ve yaşamak için zorunlu öbür maddeleri sağlamaya yetecek kadar azaltmışlardır. Ama, Portekizliler’in yönetiminde iken bile, söylentiye göre, bu adalarda epeyce oturan varmış. İngiliz Ortaklığı’nın, Bengal’de böylesine kül edici bir sistem kurabilmesine henüz vakit olmamıştır. Bununla birlikte yönetimde

onun da tuttuğu yol, eğilim bakımından tıpı tıpına aynı idi. Beni iyiden iyiye inandıracak biçimde söylendiğine göre, bir ticarethanenin kâhyasının, yani başkâtibinin bir köylüye, verimli bir haşhaş tarlasını sürüp, yerine pirinç ya da başka bir tahıl ekmesini emretmesi olağan işlerdenmiş. İleri sürülen bahane, erzak darlığını önlemek; gerçek neden ise, kâhyanın tesadüf, o sırada elinde bulunan çok miktarda afyonu daha uygun fiyatla satabilmesine fırsat vermektir. Yine zaman olmuş, bunun tam tersine buyruk çıkmıştır. Kâhya, afyondan olağan üstü kâr edilebileceği olasılığını önceden kestirince, bir haşhaş çiftliğine yer açılmak üzere, bereketli bir pirinç, yahut bir başka tahıl tarlası sapanla sürülmüştür. Ortaklık memurları, defalarca ülkenin gerek dış gerek iç ticaretinin bazı en önemli kollarında kendi lehlerine tekel kurmaya kalkmışlardır. Bildikleri gibi oynamalarına müsaade edilse, tekelini böylece zorla aldıkları belli maddelerin üretimini hem kendi satın alabilecekleri hem yeterli gördükleri bir kârla satmayı umabilecekleri miktarda kısmaya, bir pundunu bulup yeltenememeleri olanaksızdır. Bu gidişle bir iki yüzyıla kalmadan, İngiliz Ortaklığı, tutumca ihtimal ki Felemenk Ortaklığı kadar yıkıcı hale gelecektir.

Oysa fethettikleri ülkelerin hükümdarı sıfatıyla bu ortaklıkların gerçek çıkarına, bu yıkıcı yöntemden daha taban tabana aykırı bir şey olamaz. Hemen hemen bütün ülkelerde hükümdarın geliri, halkın gelirinden elde edilir. Demek ki, geliri, topraklarıyla emeğinin yıllık ürünü ne denli artarsa, halk hükümdara o kadar çok vergi verebilir. Şu halde, bu yıllık ürünü elden geldiğince çoğaltmakla hükümdarın çıkarı vardır. İmdi, hükümdarın çıkarı bunda olduktan sonra, Bengal hükümdarı gibi geliri daha fazla ranttan doğan bir hükümdarın çıkarı özellikle bundadır. Bunun ister istemez, ürünün miktarı ve değer tutarı oranında olması ve her ikisinin de pazarın genişliğine bağlı bulunması gerekir. Ürün miktarı, o miktarın bedelini ödemeye gücü yetenlerin tüketimine her zaman aşağı yukarı tam tamına uyar. Ödeyecekleri bedel ise, her zaman, aralarındaki rekabetin kızışması oranında olur. Dolayısıyla, ülkesinin ürününe en geniş pazarı açıp alıcıların sayısını ve rekabetini imkân ölçüsünde artırmak üzere en eksiksiz ticaret serbestliğine müsaade etmek; bu nedenle de yurt ürününün ülkenin bir yanından öbürüne taşınmasındaki, ülkelere ihracındaki yahut karşılığında değiş edilebileceği her türlü malın ithali üzerindeki tekellerin de, kısıntıların da hepsini birden ortadan kaldırmak, böyle bir hükümdarın çıkarı gereğidir. Böylece o ürünün gerek miktarının gerek değer tutarının artması, dolayısıyla da, bundan kendisine düşecek payın ya da gelirin çoğalması çok olasıdır.

Gelgelelim, tacirlerden oluşan bir ortaklıkta, öyle görülüyor ki, egemen olduktan sonra da, kendini egemen sayma yeteneği yoktur. Ticareti yahut yeni baştan satmak üzere satın almayı, hâlâ esas işi sayar; garip[322] anlamsızlıkla, hükümdar sıfatını tacir sıfatına yalnızca bir eklenti gibi görür; ona, hizmet ettirilmek gereken bir elulağı ya da Hindistan’da daha ucuza satın alıp öylece Avrupa’da daha elverişli bir kârla satış yapabilmek olanaklarının aracı gibi bakar. Bu maksatla, imkân ölçüsünde bütün rakipleri, egemenliği altındaki ülkelerin pazarına sokmamaya, dolayısıyla da, o ülkelerin fazla ürününün hiç değilse bir kısmını kendi talebini dara dar karşılamaya yetecek miktara ya da akla uyar göreceği bir kârla Avrupa’da satmayı umabileceği miktara indirmeye çalışır. Ticari alışkanlıkları, bütün olağan hallerde, onu böylece ihtimal ki farkına varmadan da olsa, çokluk, ufak ve geçici tekel kârını büyük ve sürekli hükümdar gelirine yeğ tutmaya hemen hemen ister istemez sürükler; egemenliği altındaki ülkelere karşı, gitgide aşağı yukarı, Felemenkliler’in Moluccalar’a yaptıkları gibi davranmasına önayak olur. Hükümdar sıfatıyla, Doğu Hint Ortaklığının çıkarı, egemenliği altındaki Hint ülkelerine götürülen Avrupa mallarının orada imkân ölçüsünde ucuza satılmasında ve oradan getirilen Hint mallarının Avrupa’da elden geldiğince en yüksek fiyatı sağlamasında yahut pahalıya satılmasındadır.

Ama, tacir olarak çıkarı bunun tersidir. Hükümdar olarak çıkarı hükümet ettikleri ülkenin çıkarının tıpkısıdır. Tacir olarak çıkarı, o çıkara taban tabana aykırıdır.

Gelgelelim, Avrupa’daki müdürler bakımından bile, bu tür bir hükümet etmede eğilim böyle temelden ve belki düzelme bilmeyecek gibi bozuk olduğuna göre, Hindistan’daki yönetim eğilimi büsbütün bozuktur. Bu yönetim, ister istemez bir tacirler kuruldan yani kuşkusuz pek saygıya değer olmakla birlikte, dünyanın hiçbir ülkesinde halkı doğal şekilde sindirip, zorlamadan, gönül rızasıyla ona söz geçirtecek türden nüfuzu bulunmayan bir mesleğin adamlarından oluşmaktadır. Böyle bir kurul olsa olsa, kendilerine eşlik eden askeri kuvvete dayanarak sözünü dinletebilir; dolayısıyla da, onun hükümet edişi ister istemez askerce ve zorbacadır. Ama, kurulun asıl işi tacirliktir. Kendisine emanet olarak gönderilen Avrupa mallarını patronları hesabına satmak ve karşılığında Avrupa piyasası için Hint malları satın almaktır. İmkân ölçüsünde birini pahalıya satıp öbürünü ucuza satın almak; böylece, dükkân işlettiği belli pazara, bütün rakipleri elden geldiğince sokmamaktır. Demek ki, ortaklık ticareti bakımından, yönetimin eğilimi ile müdürlerin eğilimi birbirinin aynıdır. Eğilim, hükümet etmeyi tekel çıkarının baskısı altında tutmaya ve dolayısıyla ülkenin fazla ürününden hiç değilse kimi kısımların doğal yetişişini ortaklığın talebini karşılamaya dara dar elverecek kadar engellemeye yatkındır.

Bundan başka, yönetimin bütün üyeleri, az çok kendi hesaplarına ticaret etmekte olup, onlara bunu yasak etmek boşunadır. On bin mil uzakta ve bu yüzden hemen hemen tamamıyla gözden ırak bulunan büyük bir ticarethanenin kâtiplerinin, kendi hesaplarına herhangi bir tür iş yapmaktan patronlarının üstünkörü bir buyruğu ile hemen vazgeçivereceklerini, imkânı ellerinde olan bütün yükünü tutma umutlarını sonsuza değin bir yana bırakıp, o patronların kendilerine verdiği orta halli (ancak, orta halli olmakla birlikte, çoğu kez ortaklık ticaretinin gerçek kârlarının kaldırabileceği yükseklikte olduğu için, binde bir artırılabilen) aylıkları öpüp başlarına koyacaklarını ummaktan daha büyük anlamsızlık olmaz. Bu gibi hallerde ortaklık memurlarının kendi hesaplarına ticaret yapmalarını yasak etmek, üst basamaktaki memurlara, şirin görünmemek bahtsızlığına uğrayan alt basamaktaki memurları, patronlarının buyruklarını yerine getirme bahanesiyle, ezmeleri olanağını sağlamaktan başka hemen hemen hiçbir sonuç vermez. Memurlar, ortaklığın genel ticaretindeki tekelin aynının, tabii, kendi özel ticaretleri lehine de kurmaya bakarlar. Bildikleri gibi oynamalarına göz yumulursa, ticaretini yapmayı yeğ buldukları maddeler üzerindeki alışverişi, bütün öbür kimselere büsbütün yasak ederek, bu tekeli açıktan açığa ve doğrudan doğruya kurarlar. Onu, belki en iyi ve en az ezici bir biçimde kurmanın yolu da budur. Fakat Avrupa’dan gelen bir buyrukla bunu yapmaları yasak edildi mi, aynı türden bir tekeli, ülkeye çok daha yıkım olacak tarzda, gizli kapaklı ve dolambaçlı yoldan yine de kurmaya çalışırlar. El altından, yahut hiç değilse açığa vurulmayan simsarlar aracılığıyla yürütmeyi uygun gördükleri bir ticaret kolunda, kendileriyle çatışanları tartaklayıp yere vurmak için bütün hükümet nüfuzunu kullanır, adalet yönetimini eğri yola sürüklerler. Ama memurların özel ticareti, ortaklığın genel ticaretine göre, tabii, çok daha çeşitli maddeleri kapsar. Ortaklığın genel ticareti, Avrupa ile olan ticaretten öteye gitmez ve ülkenin dış ticaretinin yalnızca bir kısmını kapsar. Memurların özel ticareti ise, ülkenin gerek iç, gerek dış ticaretinin bütün değişik kollarına uzanabilir. Ortaklığın tekeli, ürün fazlasının yalnızca serbest bir ticaret halinde Avrupa’ya ihraç olunacak kısmının doğal yetişişini önlemeye vesile olabilir. Memurların tekeli, alışverişini yapmak işlerine uygun gelen ürünün hepsinin, hem iç tüketime hem ihraca dönük ürünün doğal yetişişini önlemeye, dolayısıyla da, bütün ülkenin ekilip biçilmesine zarar vermeye ve ahalisinin sayısını azaltmaya vesile olur. Memurların tekeli, her türlü ürünün miktarını;

hatta ticaretini etmek ortaklık memurlarının hoşuna gitti mi, yaşamak için zorunlu maddelerin bile miktarını, onların satın almaya güçlerinin yettiği ve işlerine elverecek kârla satmayı umdukları derecede azaltmaya vesile olur.

Yine hükümet ettikleri ülkenin çıkarı aleyhine, memurların, durumlarındaki özellikten ötürü kendi çıkarlarını katı yürekle kıyasıya koruma yatkınlığının, patronların kendi çıkarlarını koruma yatkınlığından çok olması gerekir. Ülke onların patronlarınındır. Patronlar, kendilerinin olan şeyin çıkarını biraz kollamaktan uzak kalamazlar. Ama ülke, memurların değildir. Patronların gerçek çıkarı bunu kavrayacak yetenekleri olsa, o ülkenin çıkarlarıyla birdir[323] ve onu hırpaladıkları oluyorsa, bu ancak cahillikten ve işin içyüzü bilinmeden varılan tüccarca yargının pintiliği yüzündendir. Fakat, memurların gerçek çıkarı hiç de ülkenin çıkarı ile bir değildir ve en eksiksiz bilgileri de olsa yaptıkları zulümlerin sona ereceği kesin değildir. Nitekim, Avrupa’dan gönderilen talimat,[324] çoğu kez yetersiz de olsa, çoğu halde iyi niyetlerle doludur. Hindistan’daki memurlarca konulan yönergelerde bazen anlayışa daha çok, iyi niyete işe belki daha az rastlanmıştır. Bu eşine hiç rastlanılmaz öyle bir hükümettir ki, yöneticilerinden her biri elinden geldiğince çabuk davranıp ülkeden uzaklaşmak ve dolayısıyla hükümetle ilişiğini kesmek ister; oradan ayrılıp bütün servetini yanında götürdüğünün ertesi günü de ülke depremden baştan başa batsa tüyü bile kıpırdamaz.

Bununla birlikte, şu söylediklerimin hiçbirinde Doğu Hint Ortaklığı memurlarının genel seciyesine ve hele, başlı başına şu ya da bu kimsenin seciyesine hiçbir çamur sıçratmak kastı yoktur. Kınamak istediğim, hükümette görev yapanların seciyesi değil, hükümetin sistemi; yani, başına o kimselerin geçirilmiş olduğu görevdir. Onlar görevlerinin doğal olarak çizdiği doğrultuda yürümüşlerdir; aleyhlerinde en fazla yaygara koparanlar da onların yerinde olsalar, ihtimal ki daha iyi davranamazlardı. Savaşta ve bir sorunu tedbirle çözmede, Madras ve Kalküta kurulları, çok defalar, Roma Cumhuriyeti’nin en parlak günlerinde Roma Senatosu için şeref teşkil edecek bir azimle ve irkilmez bir anlayışla kendilerini yönetmişlerdir. Oysa bu kurulların üyeleri savaşla ve siyasetle hiç alışverişi olmayan mesleklerden yetişmedirler. Ama eğitim, tecrübe, hatta benzeyecek örnek olmaksızın, yalnızca görevleri, öyle görülüyor ki, görevin gerektirdiği yüksek nitelikleri bir çırpıda meydana getirmiş, kendilerinde bulunduğunun pek farkına varamayacakları yetenekleri olsun, meziyetleri olsun onlara esinlemiştir. Dolayısıyla, onlara kimi hallerde kendilerinden pek umulmayacak yüce gönüllü davranışlar yönünde canlılık verdiğine göre, görevlerinin öbür hallerde, biraz daha başka türlü serüvenlere kışkırtmış olmasına şaşmamalıyız.

Bundan ötürü, bu gibi tekelci ortaklıklar, neresinden bakılsa baş belasıdır; kuruldukları ülkeleri her zaman az çok tedirgin eder, yönetimleri altına düşmek bahtsızlığına uğrayan ülkeler için ise yıkım olurlar.

ADAM SMITH
MİLLETLERİN ZENGİNLİĞİ
İNGİLİZCE ASLINDAN ÇEVİREN: HALDUN DERİN
SUNUŞ: PROF.DR. GÜLTEN KAZGAN
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir