Amerika ile Batı Hint Adaları’ndaki türlü Avrupa sömürgelerinde ilk yerleşme vesilesi olan düşünce eski Yunan ve Roma sömürgelerinin kurulmasına kılavuzluk eden düşünce gibi alabildiğine belirgin ve kolay anlaşılır değildi.
Bütün çeşitli eski Yunan devletlerinden her birinin elinde, olmuşu bitmişi ufacık bir toprak vardı. Bunlardan birinde halk o toprağın kolayca besleyemeyeceği kadar arttı mı, bir kısmı, oturacak yeni bir yurt aramak üzere dünyanın uzak ve ücra bir bölgesine gönderilirdi. Çünkü kendilerini çepeçevre kuşatan savaşçı komşular dolayısıyla, içlerinden herhangi birinin, ana yurttaki toprağını pek fazla genişletmesi güçtü. Doriler’in sömürgecileri, çokluk Roma’nın kuruluşundan önceki dönemlerde barbar ve uygarlaşmamış ulusların oturduğu İtalya ile Sicilya’ya; Yunanlılar’ın öbür iki büyük kabilesi olan İyonlar’la Eoliler’in sömürgecileriyse, ahalisinin o sırada tıpkı Sicilya ve İtalya ahalisi durumunda olduğu anlaşılan Anadolu’ya ve Ege Denizi adalarına gidiyordu. Ana kentin gözüyle, sömürge her zaman için çok kayrılmaya ve yardım edilmeye hakkı olan; buna karşılık, büyük şükran ve saygı borcu bulunan bir çocuktu. Ama ana kent onu, üzerinde doğrudan doğruya nüfuz ya da yetki iddiasında bulunmadığı, vasilik altından çıkmış bir çocuk varsayıyordu. Sömürge kendi hükümet şeklini kararlaştırıyor, kanunlarını kendi çıkarıyor, yüksek memurlarını kendi seçiyor, ana kentin onayını ya da rızasını beklemeyi gereksinmeyen, bağımsız bir devlet sıfatıyla, komşularıyla barış ya da savaş yapıyordu. Bu tür her sömürge kuruluşuna kılavuzluk eden düşünceden daha belirgin ve kolay anlaşılır bir şey olamaz.
Çoğu öteki eski cumhuriyetler gibi Roma da başlangıçta, devleti oluşturan türlü yurttaşlar arasında kamu arazisini belli bir orana göre üleştiren bir toprak kanunu üzerine kurulmuştu. İnsan işlerinin izlediği yürüyüş sonucunda, bu ilk bölüşme şekli evlenme, miras ve ferağ[278] yolu ile ister istemez bozuldu; başka başka birçok ailelerin geçimine ayrılmış bulunan toprakların, bir tek kimsenin eline geçtiği çok oldu. Bu kargaşalığa (çünkü buna kargaşalık gözüyle bakılıyordu) çare olmak üzere, herhangi bir yurttaş elinde bulunabilecek toprak miktarını beş yüz jugera, yani, aşağı yukarı üç yüz elli İngiliz acre’ı olarak sınırlayan bir kanun yapıldı. Gelgelelim, her ne kadar bir iki kez uygulamaya konulduğunu okumuşsak da, bu kanun ya yüz üstü bırakıldı ya ondan yan çizildi; dolayısıyla servetlerdeki eşitsizlik devamlı biçimde arttı gitti. Yurttaşlardan çoğunun toprağı yoktu. Bir özgür insanın, toprağı olmadan bağımsız kalabilmesi ise o zamanın örf ve âdetlerine göre güçtü. Şimdi, yoksul bir kimse, kendi toprağı bulunmasa da, biraz sermayesi oldu mu, bir başkasının topraklarını ekip biçebilir, ya da ufak tefek perakende ticareti yapabilir. Sermayesi yoksa ya köyde ırgat ya da zanaatçı olarak, iş bulabilir. Fakat eski Romalılar’da zenginlerin topraklarını, hep (kendisi de köle olan) bir ırgat başının buyruğu altında çalışan köleler işlerdi. O yüzden, çiftçi ya da ırgat olarak çalışmak, yoksul bir özgür insana hemen hemen nasip olmazdı. Yine, bütün zanaatlarla ve imalat ile, hatta perakende ticaretle efendileri yararına olmak üzere, köleler uğraşırdı. Efendilerin zenginliğinden, nüfuzundan ve desteğinden ötürü, kölelerle boy ölçüşmeye yoksul bir özgür insanın dayanabilmesi zordu. Bu nedenle, toprağı olmayan yurttaşlar için, yıllık seçimlerdeki adayların ihsanından başka geçim aracı yoktu. Tribune’ler, halkı zenginlerle büyükler aleyhinde kışkırtmak istediklerinde, eski toprak bölüşümünü halkın aklına
getirir; bu türlü özel mülkiyeti sınırlayan kanunu ona, cumhuriyetin temel kanunu olarak gösterirlerdi. Halk toprak almak için işi yaygaraya vurur, zenginlerle büyükler de, tahmin edebiliriz ki, kendi topraklarından ona bir şey vermemek için iyiden iyiye direnirlerdi. Dolayısıyla; halkın bir dereceye dek gönlünü almak üzere, ikide bir dışarıya yeni bir sömürgeci küme salınmasını düzenlerlerdi. Ama istilâcı Roma bu gibi hallerde de, yurttaşlarını nereye yerleşeceklerini bilmeden, böyle demek doğru ise, koca dünyada kısmetlerini aramak üzere kapıp koyuvermek zorunda değildi. Onlara, genellikle zapt olunmuş İtalya illerinden topraklar tahsis ederdi. Orada cumhuriyet arazisi içinde olduklarından bunlar, hiçbir zaman bağımsız bir devlet kuramıyorlardı; olsa olsa, bir tür tüzel kişiliği bulunan varlık idiler. Bu tüzel varlık, kendi yönetimi için tüzükler çıkarabilmek yetkisi olmakla birlikte, hep ana kentin ihtarına,[279] hükümet nüfuzuna ve yaşama gücüne bağımlı idi. Dışarıya böyle sömürgeciler salınmakla halkın gönlü biraz hoş edildiği gibi, aksi halde itaati[280] kuşku götürecek olan yeni zapt edilmiş bir ilde çoğu kez bir tür asker kuvveti de yerleştiriliyordu. Dolayısıyla, bir Roma sömürgesi, ister kuruluşun kendi niteliğini, ister vücuda gelmesindeki nedenleri düşünelim, bir Yunan sömürgesine göre büsbütün farklı idi. Nitekim, asıl dillerinde bu birbirinden farklı kuruluşları belirten sözlerin birbirinden apayrı anlamları vardır. Latince (Colonia) sözü yalnızca, toprağı işleme demektir. Yunanca (a oızıa) ise, tersine, konuttan ayrılma, yurttan göç etme, evden çıkma anlamına gelir. Ama, Roma sömürgeleri bir çok bakımlardan Yunan sömürgelerinden farklı olmakla birlikte, bunların kurulmalarına ön veren düşünce aynı derecede belirgin ve açık seçikti. Her iki kurumun kökeni ya kaçınılmaz zorunluluk yahut düpedüz gözle görünür faydaya dayanıyordu.
Amerika ile Batı Hint Adaları’nda Avrupa sömürgelerinin kurulması, zorunluluktan ileri gelmedi. Yarattıkları fayda ise, çok büyük olmakla birlikte, öyle kolay anlaşılmaz ve apaçık göze çarpmaz. Sömürgeler ilk kurulurken, bu fayda kavranılmış değildi; ne o kuruluşta, ne ona yol açan keşiflerde etken oldu. O fayda neyin nesidir; genişliği ve sınırları nedir, bugün de belki iyice anlaşılmış değildir.
On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Venedikliler, Avrupa’nın öbür milletlerine dağıttıkları baharatın ve başkaca Doğu Hint mallarının çok kazançlı bir ticaretini yapıyorlardı. Türkler’in düşmanı olan Venedikliler, bunları en çok, o zaman Türkler’in düşmanı Memlükler’in egemenliği altındaki Mısır’dan satın alıyorlardı. Venedik parasının da yardımı ile, bu çıkar birliği o ticareti hemen hemen yalnız Venedikliler’e hasreden bir bağlantı oluşturdu.
Venedikliler’in büyük kazançları Portekizliler’in gözünü döndürdü. Portekizliler; on beşinci yüzyıl boyunca, Batı Arapları’nın çölün karşı yakasından kendilerine fildişi ve altın tozu getirdikleri ülkelere denizden ulaşmak üzere bir yol bulmak için uğraşa gelmişlerdi. Madeira’ları, Kanarya’ları, Azore’ları, Verde Burnu Adaları’nı, Gine kıyılarını, Loango, Kongo, Angola ve Beguela kıyılarını, en sonunda da, Ümit Burnu’nu keşfettiler. Venedikliler’in yaptığı kârlı alışverişe nice zamandır ortak çıkmak istiyorlardı. Bu son keşif, ortak olabilmek için onlara muhtemel bir ümit kapısı açtı. 1497’de, Vasco de Gama, dört parça gemiden oluşan bir donanma ile Lizbon limanından yelken açtı. Denizde on bir ay yol aldıktan sonra, Hindistan kıyılarına vardı. Böylece, üst üste yüzyıla yakın bir zamanda büyük sebatla ve hemen hemen ardı arası kesilmeksizin peşinden koşulan bir keşif dizisini tamamına erdirdi.
Ondan birkaç yıl önce, başarılacağı henüz kuşkulu görünen Portekizliler’in girişimlerinden bir şey çıkıp çıkmayacağını Avrupa merak ededursun, Cenevizli bir gemi kılavuzu daha gözü peklik isteyen Batı yolu ile Doğu Hint ülkelerine gitme tasarısını düzenledi.
O ülkelerin durumu, o sırada, Avrupa’da pek yarım yamalak biliniyordu. Oralarını gezip tozmuş bir iki Avrupalı gezgin –gerçekten pek büyük olan şey, onu ölçemeyenlere belki şaşkınlık ve bilgisizlik yüzünden nerede ise ucu bucağı yokmuş gibi geldiğinden yahut belki, Avrupa’dan böylesine ırak yerleri ziyaret etme serüvenlerinin hayret uyandırışını biraz daha artırmak için– mesafeyi büyük göstermişlerdi. Columbus pek haklı olarak, bu yolun, Doğu üzerinden ne denli uzarsa, Batı üzerinden de o denli kısalması gerektiği sonucuna varmıştı. Bundan dolayı hem en kısası hem en emini olmak üzere, o yoldan gitmeği ileri sürdü ve işi rast gitti; tasarladığının olabileceğine Castille Kraliçesi İsabella’yı inandırdı. Vasco de Gama’nın sefer kurulu Portekiz’den yola çıkmazdan yaklaşık olarak beş yıl önce, 1492 Ağustosu’nda, o, Palos limanından yelken açarak, iki üç aylık bir yolculuktan sonra, ilkin küçük Bahama ya da Lucayan adalarından kimisini, ardından da, büyük St. Domingo adasını buldu.
Gelgelelim, Columbus’un gerek bu yolculukta gerek sonrakilerin herhangi birinde keşfettiği ülkelerin, aramaya çıktığı ülkelere benzer yeri yoktu. St. Domingo’da ve yeni dünyanın görüp görebileceği bütün öbür bölgelerinde, Çin’le Hindistan’daki ekip biçme ve nüfus çokluğu yerine, baştan aşağı ormanla kaplı, işlenmemiş ve yalnız bir takım çıplak, yoksul vahşilerden oluşan kabilelerin oturduğu bir ülkeden başka bir şey bulamadı. Ama Çin’i veya Doğu Hint ülkelerini dolaşmış, yahut hiç değilse kendi arkasından buraları az çok tasvir eden[281] bir şeyler bırakmış ilk Avrupalı olan Marco Polo’nun anlattığı ülkelerden kimisinin bunlar olmadığına inanmaya Columbus kolay kolay yanaşmıyordu. St. Domingo’da bir dağın adı olan Cibao ile Marco Polo’nun sözünü ettiği Cibango adı arasında bulduğu biçimde üstün körü bir benzerlik, gün gibi göze çarpan belirliliğin aksine bile olsa, onu, zihnini dolduran bu pek hoşlandığı düşünceye döne dolaşa geri girmeye çoğu kez yetiyordu. Ferdinand ile İsabella’ya yazdığı mektuplarda, keşfettiği ülkelere Hint Adaları adını veriyordu. Kuşkusu yoktu: Buraları, olsa olsa Marco Polo’nun anlattığı ülkelerin bir ucu idi; Ganj’dan ya da İskender’in fethettiği ülkelerden pek uzak değildi. En sonunda, buraların başka yerler olduğu kanısına vardığında da, hâlâ o zengin ülkelerin çok uzaklarda olmadığı umudundaydı. Bundan ötürü daha sonraki bir gezide, Terra Firma kıyısı boyunca ve Darien Berzahına[282] doğru, onları aramaya çıktı.
Columbus’un bu yanılması yüzünden, Hint Adaları adı, o zaman bu zaman bu zavallı ülkelerin yakasına yapışıp kalmıştır. Sonunda, yenilerinin eski Hint ülkelerinden büsbütün başka oldukları iyiden iyiye ortaya çıkınca bunlara, Doğu Hint ülkeleri denilen öbürlerinin karşıtı olarak, Batı Hint Adaları adı verilmiştir.
Ancak, keşfettiği ülkeleri, her ne idi iseler, İspanya saray çevresine pek önemli diye tanıtmanın Columbus için ehemmiyeti vardı. Her ülkenin gerçek servetini vücuda getiren nesneler olarak, toprağın hayvan ve bitki ürünleri bakımından, o zamanlar oralarını pek bu şekilde tanıtmayı haklı kılabilecek bir şeycikler yoktu.
Fare ile tavşan arası bir şey olup Bay Buffon’un Brezilya Apereası ile bir tuttuğu Cori, St. Domingo’da, yavrusunu canlı doğuran dört ayaklıların en büyüğü idi. Öyle görülüyor ki, bu hayvan soyu sayıca hiçbir zaman pek çok olmamış ve söylentiye göre, İspanyalılar’ın köpekleriyle kedileri, hem bunların hem daha küçük boydaki bir takım başka hayvanların nice zamandır hemen hemen kökünü kurutmuştur. Ama bunlar, Ivana ya da Iguana denilen, büyücek bir kertenkele ile birlikte, ülkenin sağlayabildiği hayvansal gıdanın başlıcasını oluşturuyordu.
Ahalinin bitkiden elde ettiği besin, bunlar çalışmadıkları için, pek bol olmamakla birlikte büsbütün kıt da değildi. Bu besin, o zamanlar Avrupa’da hiç bilinmeyen ve o zamandan beri hiç de pek fazla sevilmeyen, yahut dünyanın bu bölgesinde unutulmuş zamanlardan
beri yetiştirilegelmiş çok rastlanır tahıl ve baklagiller çeşitlerinden çıkarılanlar kadar besleyici madde sağlar varsayılmayan bitkilerden, yani mısır, hint patatesi, patates, muz vb.’den oluşuyordu.
Pamuk veren bitki, doğrusu, pek önemli bir imalatta kullanılan maddeyi sağlıyordu ve o adaların bütün bitkisel ürünleri içinde, o zamanlar, Avrupalılar için kuşkusuz en değerlisi idi. Fakat on beşinci yüzyıl sonunda, Doğu Hint ülkelerinin muslinleriyle başkaca pamukluları, Avrupa’nın her yanında pek beğenilmekle birlikte, pamuklu yapımı Avrupa’nın hiçbir yerinde yoktu.
Dolayısıyla, o sırada bu ürünlerin de Avrupalılar’ın gözünde pek büyük önemi olamazdı.
Hayvanlarında da, bitkilerinde de, yeni keşfedilen ülkeleri ballandıra ballandıra anlatmayı haklı gösterecek bir şeye rastlamayınca, Columbus, oralardaki madenlere göz attı. Doğanın bu üçüncü dünyasındaki ürünlerin bolluğunda, öteki iki alemin mahsullerindeki değersizliği tümü ile giderecek karşılığı bulduğunu umdu. Ahalinin, üstüne başına süs yaptığı ve Columbus’un öğrendiğine göre, dağlardan inen çaylarla sellerde sık sık bulduğu ufak ufak altın parçaları, onu, bu dağlarda en zengin altın madenlerinin kaynadığına inandırmak için yeterli idi. Bundan dolayı, St. Domingo altından geçilmeyen bir ülke ve o yüzden, İspanya hükümdarı ve ülkesi için (gerek bugünün, gerek o zamanın sakat görüşlerine uygun olarak) tükenmek bilmez bir gerçek zenginlik kaynağı halinde gösterildi. İlk yolculuktan dönüşte, Columbus, bir zafer törenine benzeyen gösteriler ile Castile ve Arragon hükümdarları huzuruna çıkarıldığı zaman, keşfettiği ülkelerin belli başlı ürünleri tantanalı bir alayla önünden gidiyordu. Bunlar içinde değeri olanlar, yalnızca birtakım ufak altın şerit, bilezik ve başkaca altın süslerle, birkaç balya pamuktan oluşuyordu. Geri, yani ayak takımına yaraşan bir şaşma ve görme merakı uyandıracak öteberi idi: boyları pek büyük bir takım sazlar, çok güzel tüylü bazı kuşlar, birtakım içleri doldurulmuş koskocaman timsah ve deniz öküzü derileri… Hepsinin önünden de, görülmedik renkleri ve biçimleriyle bu gösterinin yeniliğini büsbütün artıran altı yedi tane zavallı yerli yürüyordu.
Columbus’un anlattıklarına dayanarak, Castile Meclisi, ahalisi kendini savunmayı açıkça beceremeyen ülkelere el koymayı kararlaştırdı. Oraların Hıristiyan edilmesi biçimindeki dinsel amaç, bu işteki insafsızlığı kutsal kıldı. Ama işe girişmede onu körükleyen tek neden, orada altın hazineleri bulma ümidi idi; bu nedenin büsbütün ağır basması için de Columbus, orada bulunacak altınla gümüşün yarısının hükümdara ait olacağını ileri sürdü. Bu önerisi meclisçe kabul edildi.
İlk baştaki girişimcilerin Avrupa’ya soktukları altının tümü ya da pek büyük bir kısmı, kendini savunamayan yerlilerin talan edilmesi gibi çok kolay bir yoldan elde edildiği için, o ağır verginin de ödenmesi, belki pek öyle güç değildi. Fakat, yerlilerdeki olanca altın bir kez ellerinden alındı mı, St. Domingo ve Columbus’un keşfettiği bütün öbür ülkeler, 6 ya da 8 yıl içinde soyulup soğana çevrilmiş, daha fazlasını bulmak için madenler kazarak aramak gerekmişti. Artık, bu vergiyi ödemeye olanak yoktu. Nitekim verginin çatır çatır alınması, söylentiye göre, ilkin St. Domingo madenlerinin toptan yüz üstü bırakılmasına sebep olmuştur. Burası o zamandan beri bir daha işletilmemiştir. Onun için vergi, çok geçmeden altın madenlerinin gayrı safi ürününün üçte birine; bunun ardından, beşte birine; sonra, onda birine ve sonunda, yirmide birine indirildi. Gümüş üzerindeki vergi, uzun zaman, gayrı safi ürünün beşte biri olarak sürüp gitmiştir. Onda bire indirilmesi, ancak, bu yüzyıl içindedir. Gelgelelim, ilk baştaki girişimciler gümüşle pek ilgilenmişe
benzemezler. Kıymetçe altından aşağı hiçbir şey, onlara, üstünde durulmaya değmez gibi geliyordu.
İspanyalılar’ın yeni dünyada Columbus’tan sonra giriştikleri bütün teşebbüsleri, öyle görülüyor ki, aynı etken kışkırtmıştır. Oieda’yı, Nicuessa’yı ve Vasco Nugnes de Balboa’yı Darien Berzahı’na; Cortez’i Meksika’ya; Almagro ile Pizzarro’yu Şili’ye ve Peru’ya götüren, altına karşı besledikleri bu kutsal özlem idi. Bu serüvenciler, neresi olduğu bilinmeyen bir kıyıya vardılar mı, ilk önce hep, oralarda altın bulunup bulunmadığını soruyorlar; bu konuda elde ettikleri bilgiye göre, o ülkeden ayrılmaya ya da orada yerleşmeye karar veriyorlardı.
Bununla birlikte, içine girenlerden çoğu iflasa götüren bütün o masraflı ve sonu neye varacağı bilinmez işler arasında, yeni gümüş ve altın madenleri peşinden koşmak kadar insanın ocağına incir dikeni belki yoktur. Dünyanın, belki en elverişsiz piyangosu ya da ikramiyeleri kazananlarla boşları çekenlerin kaybı arasındaki oranın en küçük olduğu piyango budur. Çünkü ikramiyeler tek tük, boşlar ise pek çok olduğu halde, genellikle bir bilet, çok zengin bir adamın bütün servetine denktir. Madencilik girişimleri, o girişimlerde kullanılan sermayeyi alışılmış kârları ile birlikte yeniden yerine koyacağına, çoğu kez sermayeyi de, kârı da siler süpürür. Onun için, milletinin sermayesini artırmak isteyen, ilerisini düşünür bir kanun koyucunun bütün işler içinde, olağanüstü bir özendirmede bulunmaya yahut o girişimlere bu sermayenin kendiliğinden girecek kısmından fazlasını aktarmaya en az yanaşacak oldukları bunlardır. Gerçekte hemen hemen bütün insanlar talihlerine yok yere öylesine güvenirler ki, sermayenin gerektiğinden büyük bir kısmı, başarı olasılığı nerede en az ise kendiliğinden oralara kayar.
Fakat, bu gibi girişimler hakkında sağlam kafa ve tecrübe ile verilen yarar, her zaman son derece aleyhte olduğu halde, insanoğlunun açgözlülüğü onları çoğu kez başka gözle görmüştür. İpe sapa gelir yanı olmayan kimya taşını[283] bunca kimselere hayal ettiren hırs, bir takımlarını da saçmalıkta ondan aşağı kalmayan bitip tükenmez altın ve gümüş madenleri düşüne kaptırmıştır. Bunlar şurasını düşünememişlerdir ki, her çağda ve her millette, o metallerin değeri, en ziyade azlıklardan; azlıkları ise, her yanda doğanın bunlardan herhangi bir yere pek ufak miktarlarda depo etmiş bulunmasından; bu ufak miktarların hemen hemen her yerde çetin ve kolay kolay hakkından gelinemeyen maddelerle sarılıp sarmalamasından ve bu yüzden yanlarına varılıp ele geçirilebilmesi için her yerde gerekli olan emekten ve masraftan ileri gelmiştir. Bu metallerin birçok yerlerde, genellikle kurşun, bakır, kalay yahut demir damarları kadar geniş ve onlar kadar bol damarları bulunabileceğini sanmışlardır. Sir Walter Raleigh’in altın kenti ve altın ülkesi Eldorado hakkında beslediği düş, aklı başında adamların bile böyle tuhaf[284] kuruntulara kapılmaktan kendilerini her zaman alamadıklarına bizi inandırabilir. Bu büyük adamın ölümünden yüz yılı, aşkın bir zaman sonra, Cizvit Gumila, o şaşmaya değer ülkenin varlığına hâlâ inanıyor ve misyonerlerinin, din uğrundaki çabalarını böylesine güzel ödüllendirebilen bir ulusa İncil’in ışığını iletmenin kendisi için ne mutlu olacağını, büyük bir sıcaklık, hatta diyebilirim ki, büyük bir içtenlikle belirtiyordu.
İspanyalılar’ın ilk keşfettikleri ülkelerde, işletilmeye değer varsayılan altın yahut gümüş madeni, şimdi bilinirde yoktur. Bu metallerden oralarda ilk serüvencilerce bulunduğu söylenen miktarlar olsun, ilk keşiften hemen sonra işletilen ocakların verimliliği olsun, ihtimal, pek abartılmıştı. Şu var ki, onlarca bulunduğu bildirilen şeyler, bütün hemşerilerinde aç gözlülüğü körüklemeye yeter idi. Amerika’ya doğru yelken açan her İspanyalı, bir Eldorado bulacağını umuyordu. Felek de, başka hallerde pek binde bir yaptığını burada yaptı. Kendisine bel bağlayanların aşırı ümitlerini bir dereceye dek gerçekleştirerek
(biri, Columbus’un ilk seferinden aşağı yukarı otuz yıl, öteki, yaklaşık kırk yıl sonra olan) Meksika ile Peru’nun keşfinde ve fethinde, önlerine, umduklarını pek aratmayacak kadar bol, değerli metaller serdi.
Böylece, Doğu Hint ülkelerini gözleyen bir ticaret girişimi, Batı’nın ilk keşfine yol açtı. Bir fetih girişimi, İspanyalılar’ın bu yeni keşfedilen ülkelerdeki bütün tesislerinin kurulmasına vesile oldu. Onları bu fetih için harekete geçiren gerekçe, altın ve gümüş madenleri işletme tasarısı idi. Hiçbir insan aklının önceden keşfedemeyeceği bir olaylar zinciri, bu tasarıyı girişimcilerin ellerindeki herhangi bir türden akla uygun nedenlere göre umduklarından çok daha başarılı kıldı.
Amerika’da yerleşmeye kalkan Avrupa’nın bütün öteki milletlerinden ilk serüvencilere, buna benzer hayali görüşler canlılık verdi. Gelgelelim, bunlar, o derece başarı sağlayamadılar. İlk yerleşmeden yüzyılı aşkın bir zaman sonradır ki, Brezilya’da herhangi bir gümüş, altın ya da elmas madeni keşfolunabildi. İngiliz, Fransız, Hollanda ve Danimarka sömürgelerinde, henüz hiçbir maden bulunmuş değildir. Yahut şimdilik, işletilmeye değer sanılanı bulunmamıştır. Bununla birlikte, Kuzey Amerika’da İngilizler’den ilk yerleşenler, kendilerine berat verilmesine özendirmiş olmak üzere, orada bulunacak tüm altınla gümüşün beşte birini krala peşkeş çektiler. Nitekim Sir Walter Raleigh’e, Londra ve Plymouth Ortaklıkları’na, Plymouth Meclisi’ne vb. verilen beratlarda, bu beşte bir pay, hükümdar için saklı tutuldu. Bu ilk yerleşenler, altın ve gümüş madenleri bulma ümidinin yanı sıra, Doğu Hint ülkelerine bir kuzeybatı geçidi keşfetmek ümidini de besliyorlardı. Bugüne dek her iki ümitleri de boşa çıkmıştır.
ADAM SMITH
MİLLETLERİN ZENGİNLİĞİ
İNGİLİZCE ASLINDAN ÇEVİREN: HALDUN DERİN
SUNUŞ: PROF.DR. GÜLTEN KAZGAN
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI