Türkiye´nin toplumunu bırakalım, edebiyatı dahi kendisini, köklerini bilmez. Ya aşırı bir milliyetçilikle sahip çıkar, sapla samanı birbirine karıştırır, ya da toptan inkârcı bir tavırla küçümseyerek elinin bir hareketiyle silebileceğini zanneder. Bu aşırı sahiplenme veya inkâr arasında kalan nice usta kalem, nice ciddi yapıt unutulmuş, dahası üzerindeki vefasızlık tozunun atılmasını bekler konuma getirilmişlerdir. Kendi romanının köklerini bilmeyen, tanımayan, sahiplenmeyen bir edebiyatın günü, dünü, geleceği yakalayabilmesi ne mümkün. Ahmet Mithat Efendi 250´ye yakın veya üstünde eserleriyle bunlardan biridir. İğrenç mi iğrenç bir çeviriyle karşı karşıyayız. 2000 yılında kim bilir hangi kirli emellerle güya yeniden basılmış. Hem de adına dil kurumu denilen yetersiz, çapsız, yeteneksiz ve birazdan fazla ilkel ucubeler aracılığıyla. Okuduğum romandan anladıklarım ve aktarabileceklerim kısaca şunlar:
Ahmet Mithat Efendi „Hüseyin Fellah“ın ilk bölümünde okura uzun uzun İstanbul´da Hendek caddesini ve “Kanlıburç”u anlatır. Bol bol manzara, dahası sokak tasviri ve tarihi ile ilgili ifadelerle karşılaşır, yazarın okuru ile yalın bir üslupla hemen sohbete girişmesine tanık oluruz. Burası aslında yaz ortasında başlatacağı hikâyesini anlatacağı mekândan başka bir şey değildir. Yağmurlu, şimşekli, gök gürültülü kötü bir hava vardır o gece. Yazar okurun ağzından kendisine sorular sorup yanıtlar. Böylesi iğrenç bir havada iki kadını Hendek´e getirisiyle adeta alay eder. (Ey yazarın yaratıcılığı sen nelere kadirsin.)
Bahsi geçen kadınlar Şehlevend ile annesi Hasna Hanım’dır. Ana-kız korka korka birbirlerine tutuna sarıla hem korkularını yatıştırmaya çalışır, hem de sohbet ederler. Üstat romana nasıl heyecan katacağını çok iyi biliyor. Ritim heyecan ve merak yüklüdür. Kadınlar hem genel durumlarından, hem de fırtınadan yakınıp dururlarken, bulundukları yere kendileri gibi yağmurdan kaçan belalı üç adam gelir. Gelenler Mehmed ile Yunus isimli iki yeniçeridir. Oracıkta Civelek Mustafa denilen adamı zorlu bir çekişmeden sonra bıçaklar, kendi aralarında konuşur ve hızla olay yerini terk ederler.
Civelek Mustafa gittiği meyhanede kendisinden öpücük (şeftali) isteyen Ali Pehlivan isimli oğlancı yeniçerinin birine dalıp bıçağıyla yaralamış, büyük bir kavga ve arbede sırasında sekiz on yeniçeriyi bıçağıyla yaralayarak kaçmak zorunda kalmış ve ikili tarafında bıçaklanarak öldü diye burçta bırakılan genç biridir. Saldırganlar ortadan kaybolduktan sonra ana-kız gencin inlemelerini duyar, akabinde onun son arzusunu yerine getirmeye, genci annesine götürmeye karar verirler. Çaresiz anne-kız, yazarın deyimiyle gencin kendilerinden de çaresiz bir durumda olduğunu anlar ve ona yardım ederler. Genci Boğazkesen’de, Defterdar yokuşu ağzındaki evine bırakırlar, gencin yaşlı annesinin oğlunu o halde görmesinden sonra attığı çığlıklar ve feryat figanından sonra vazifelerini yapmış olmanın sevinciyle ana-kız Karacehennem´in kahvesi semtine giderler. Yorgunluktan mecali kalmayan ana-kız yakınlardaki caminin yanına geldiklerinde anne yorgunluğa ve çaresizliklerine daha fazla dayanamayıp bayılır.
Şehlevend hayatta kalmak için dilenmek zorunda olduğunu kahrolarak fark eder. Yazarın dilenmekle ilgili, dilencilikle ilgili kendi fikirleri ile yan kahramanlar aracılığıyla anlattıkları neredeyse eğlencelidir. Anlatıyla okurun arasına girer ama bu rahatsızlık vermez. Kötü bir tercüme ile okunan satırlar bol bol Hüseyin Rahmi Gürpınar çağrıştırır. Oysa edebiyat tarihi bize Hüseyin Rahmi´nin Ahmet Mithat Efendi´nin öğrencisi olduğunu aktarır. Demek ki günümüz edebiyat çevresi üstadı bilmiyor, tanımıyor. Bu türden çevirilerle tanımamıza da zaten imkân yok.
Genç kız hayatta kalabilmek ve annesine bakabilmek için önceden konuşup anlaşarak insan taciri Laz Mehmed Ali Ağa tarafından Osmanlının Mısır veya Suriye´deki meşhur köle pazarlarından birinde esir olarak satılmaya razı gelir. Köle taciri genç kızla anlaştıkları gibi anneye, Şehlevend´i Mısır’daki oğluna gelin olarak ister. Sonrası Hollywood filmlerini aratmayacak, birazdan öte Binbir Gece Masallarından çıkıp gelmiş hikâye içinde hikâye dolu sürükleyici ve heyecanlı karelerdir.
Hayatta kalmaya çalışan anne-kızın mücadelesi, aşk, ölüm, sevinç, üzüntü ve benzeri sayısız ögeler ama özellikle tarihsel tanıklıklar, yani zamanın yazarı olan üstat Ahmet Mithat Efendi´nin unutulmaz, eğlendiren, güldüren, düşündüren satırlarına şahit olmak romanı keyifli ve okunur kılar. Yazar yüz sene öncesindeki bir hikâyeyi anlatıyordur. Yani 1775-1776 yıllarından bize ilginç, sıra dışı, beklenmedik kesitler sunuyor. Olup bitenlerin hepsini anlatıp okuru hayal kırıklığına uğratmak istemem. Ama Hüseyin Fellah okunmadan, başlı başına Ahmet Mithat Efendi okunmadan, anlaşılmadan, konuşulmadan yerli romanın kavranmışlığından bahsetmek abesle eşanlamlıdır. Onu unutmayalım, unutturulmasına izin vermeyelim. Her ne kadar Türk edebiyatı gibi abuk subuk dar adlandırmalara maruz kalsa da, Ahmet Mithat Efendi sadece Osmanlıca yazdığı ve bugünkü Türkçe ile hiçbir ilgisi olmadığı hatta çapsız çevirmenler yüzünden günümüz diline çevrilemediği, çevrilmediği için ona Türk romancı demek akıl ve cesaret ister. Bence o da bizimdir, gerici ve yobazlara bırakılmamalıdır.
Süleyman Deveci, 29.01.2018
https://devecisueleyman.wordpress.com/