Fotoğraf : Suriye – Lübnan sınırı.

Şehrin bol ışıklı ve hareketli sokağında yürümeye çalışırken kar sulusepken yağmaya başlamıştı. Günlerdir soğuğun ve ayazın İstanbul’u kuşattığı Ocak’ın son günlerinde yeni bir yılı daha arkasında bırakmanın görsel ifadelerini yansıtıyordu camekanlar ve reklam tabelaları.
‘Yeni yılda düşük faizli kredi bizden”
‘Mağazamızda yeni yıl şenliği”
Soğuktan bir an olsun kurtulma isteğiyle yeni yıla tüketerek girin diyen kentin burjuvazisinin yapay gösterişçiliği daha da gülünç gelmişti.

Kış lodosu ve dondurucu soğuğuyla ilişmişti kente; yoksulluğun varsıllıkla beraber ve hoyratça yaşadığı sokaklar bu akşam saatinde evlerine sığınmak telaşındaki kalabalıkların seyirlerine tanıklık ediyordu. O da bu caddeden her geçişinde, bankaların, alışveriş merkezlerinin ve mağazaların kuşattığı bu caddeyi gözleriyle her kavrayışında hayranlıkta tiksintiyi beraber yaşar olmuştu. Mağaza camekanlarını süsleyen indirim ilanlarının arasında yaşadığı kandırmacalı ve karmaşık hayatın dışında bir adres aramayı, en azından böyle bir adresi kısa süreli de olsa görebilmeyi istiyordu. Her gün geçtiği sokakların dışında yeni bir sokak, yeni coğrafyalarla birlikte değişen yeni bir bakış onun için de söz konusu olabilirdi. Bu sokaklarda sıklıkla gözlerine takılan ve cami önlerini mesken tutan dilenci çocukların tanrıyı dillendirerek yüksek sesle istedikleri parayı zihninde geçirirken bir an dilenci çeteleri imgesinden kurtulamadığını fark etti. Adeta bu şehir farklı farklı kirliliklerin adresi olmaya başlamışken belki de zihnindeki imgeleri değiştirebilmeliydi.

Sokak işten çıkan memurlar, işçiler, liseli gençlerle dolup taşmıştı. Günün yorgunluğuyla durağan, sulusepken yağan kara karşı korunaklı bir köşesine sinmeyi düşündü. Durakta bir iki orta yaşlı erkek dışında şemsiyelerini açmış gençler ve iş yerindeki sıkıntılarını konuşan memurlar bekliyordu. Bir kısmı son doğalgaz zammından, kömür yardımlarından, kenti kuşatan eksoz dumanları ve hava kirliliğinden dert yanıyordu. O da artık sınırları aşmanın zamanı geldiğini düşünüyordu. Ne zamandır bir arkadaşıyla yeni bir yola çıkışın düşlerini kurar olmuştu. Başka bir kent ve hatta başka bir ülkeye yol almalıydı. Belki kendine bir aidiyet arayışı olacaktı bu yol. Bu gösterişli, devasa ve yorucu şehrin dışında ruhunu dinlendiren bir ‘yabancılık’ arayışı olacaktı. Dilini bilmediği insanların içinde, yeni bir coğrafyada kayıtsızlaşma, kendi ruhunu kirlenmeden koruma özgürlüğü de olabilirdi bu. Şunu elbette ki biliyordu; gideceği coğrafya da bu dünyanın sorunlarından ve genel insanlık hallerinden ayrıksı bir ruh haline sahip değildi. Olsun, sonuçta bu bir düştü.
Yola yüklediğimiz anlamlarla, yoldan dönüşlerde yaşadığımız dönüşümle ve kendimizin sevmediği yanlarımızı belki bir yolun peşi sıra terk etmemizle başlayan bir umut öyküsüydü zaten yolculuk denilen. Kavafis’in dizelerindeki korkunç gerçekçilik de o şehir hep arkamızdan gelecekti ama yine de tek düzeliğe inat bir yola çıkış vaktiydi.

Her yolculuk kendimizde bıraktığı izlerle, yola yüklediğimiz anlamlarla bizi değiştirir. Yaşadığımız anların, yaşadığımız kentlerin ‘uzaklaşma duygusuyla’ kısa bir süre bile olsa bizleri nerelere taşıyacağı kuşkusuz belli olmuyor. Benim için de İstanbul’dan başlayarak Antakya’dan Suriye’ye uzanan yol öyküsü böyle bir iç ben yolculuğuyla somutlaşıverdi. Yeditepeli kentin iş, ev ve zorunluluklar arasında geçiveren ve koşturmacalara terk ettiğim günleri arasında görmeyi ve fark etmeyi unutmuştum. Yaşadığım kentin gizli hazinelerini çoğu kez zaten göz ardı eder olmuştum. Artık bu sürgit öyküde kesintiler yaşanmalıydı. Uzaklarda bir yerde yeni bir öyküye tanık olabileceğim umuduyla sınırları aşma isteği içindeydim. Belki köklerimi tanıma isteğiydi bu: Ailenin Lübnan’dan birkaç yüzyıl önce geldiği söylencesinin peşinde Antakya’dan Şam’a, Şam’dan Beyrut’a bir maceranın parçası olacaktım. Bu yolun ve yolculuğun bir Ortadoğu öyküsünü oryantalist bir söylemle okuma isteği olmadığı kesindi. Cilvegözü’nde beklerken iki ülkenin bir sınır kapısıyla ayrılmasının yasaların ötesinde yapay bir ayrım olduğu fark ediliyordu. Sınırın ötesindeki yakın akrabaların birbirlerini her bayramda vizesiz ziyaret etmesi de aslında bu komşuluğun göstergesiydi. Sınır kapısında birkaç saat süren bekleyişimizde Suriye sınırında görevlilerin pasaport kontrolündeki yüz ifadelerinden birer anlam yakalamaya çalışmıştık. Arapça bilmememizin ve görevlilerin İngilizce iletişim kurma çabamıza isteksiz yaklaşmasının sonucunda artık beden dili işe yarar hale gelmişti. Bizi Suriye’ye götürecek olan taksinin şoförünün yaşadığımız sıkıntıyı fark edip işlemler sırasında yanımızdan ayrılmaması, yer yer çevirmenliğimizi yapması yolculuğun bu aşamasında bizi bir o kadar sıkıntılardan kurtarmıştı. ‘Welcome to Syria’ yazılı tabelayı çevreleyen zeytin ağaçları arasında pasaportlarımızı alıp kapıdan geçmeye hazırlanıyoruz. Yol boyu uzanan zeytin ağaçları adeta Beşir Esad’ın fotoğraflarıyla yarışıyor Halep’e kadar. Yeni bir ülkedeyiz, yeni bir coğrafyada. Takside şoför dahil bizim dışımızda herkes Arapça konuşuyor.

Kar kış kıyamette İstanbul’un soğuğa teslim olduğu o günlerde Akdeniz iklimini yaşama isteğiydi onları buralara iten. Suriye sınırından başlayan yolculuk, pasaport işlemlerinin ardından Halep’e dek onlara kılavuzluk eden şoförün yardımıyla devam edecekti. Halep’ten Şam’a uzanan şehirlerarası bir otobüs yolculuğuyla Halep’te beklemeden akşamı Şam’da geçirmişlerdi. Dillerini bilmedikleri insanlar arasında, otobüsteki televizyon ekranından yansıyan Arap filminin görüntülerine çoktan kaptırmıştı kendisini. Dil bilmeden, mimiklerle, beden diliyle Halep Terminalinde alınan biletin ardından muavinin hızla onları otobüse yönlendirmesi, pasaportlarının peşinde bir süre kaygılı bekleyiş yaşamaları, muavinin Arapça cümlelerle sakin bir biçimde pasaportlarını geri vermesi ve onların koltuklarına yerleşip derin bir nefes almaları bu yolculuğun göz ardı edilemez ayrıntılarıydı.
Şam üç saatlik bir mesafeye denk geliyordu; artık akşam çökmüştü, çevrelerini kuşatan taş köy evleri boyunca zeytin ağaçları artık birer gölge gibi karanlığın parçası olmaya başlamıştı. Yine de camdan bir gölge, bir siluet gibi uzanan köy evlerini yol boyunca anlamını çözemediği Arapça tabelaları en azından fark etmeye çalışıyordu. Başka bir ülkede olduğunu daha bilinçli bir ruh haliyle kavramaktı yaptığı. Canlı İstanbul tabloları, Antakya’nın küçük ve çok kimlikli görüntüleri arkalarında kalmıştı. Yol boyunca karşısına çıkan Pepsi reklamları, yerleşim yerinden yansıyan ışıklar, pek de gösterişli sayılmayan dinlenme tesisleri çoktan arkalarında kalmıştı. O hala bu yabancılık duygusuna alışmaya çalışıyordu. Acemi bir gezgin tavrıyla birkaç sefer arka koltuktaki genç askere Şam’a kaç saatlik yollarının kaldığını sormuştu. Öte yandan bu yol zaten onları bir yerlere taşıyacaktı. Yol boyunca okuduğu Tanpınar’ın Beş Şehir’indeki İstanbul’un masalsı betimlemelerini düşündü. Gideceği kentlerde benzer bir masalsı tabloyu zihninde canlandırabilecek miydi’

Şam’a vardıkları an terminalde onları çevreleyen ve yabancı olduklarını anlayan taksi şoförleriyle yaptıkları sıkı pazarlık sonucu çat pat İngilizce konuşan bir taksiciyle şehir merkezine gitmeye karar verdiler. Taksicinin İstanbul’a gitmişliği de vardı; adeta onları bir hemşeri gibi algılamıştı. Çok da uzak sayılamayacak bir mesafeyi kat ederken taksiciyle şehir üzerine konuşmaya başlamışlardı. Bir başkentin gösterişli, görece modern ve yer yer kafalarındaki Ortadoğu algısını değiştirecek kadar apartmanlaşmış kent siluetinde eski Şam’a doğru bu akşam vakti yol alıyorlardı. Bu kentin eski ve yeni olarak bölümlenmiş olması Mardin’in dünle bugünü birleştiren görüntüsünü çağrıştırmıştı ona da. Akşam saatinde vardıkları otele yerleşir yerleşmez biraz da serinlikte yararlanma düşüncesiyle kendilerini dışarı atmayı tercih etmişlerdi. Şam’ın tren istasyonuna ulaşan bu ana caddesinde yemek yiyecekleri bir lokanta ararken şehrin bu kadar ıssız olmasında Cuma gününün resmi tatil olmasının etkili olduğunu anlamışlardı. Sözü edilen ve içinden çıkılmaz denilen trafikten de eser yoktu.
Oldukça şık, gösterişli sayılabilecek bir lokantaya girdiklerinde çevrelerinde İngilizce, Fransızca konuşan bir iki turist topluluğunun oturduğunu fark ettiler. Turistik sayılabilecek, Lonely Planet’in lezzetli yemeklerini övdüğü, Şam’ın en önemli lokantasıydı bu. Garsonun yapay sayılabilecek kibarlığı, çat pat konuştuğu İngilizcesine rağmen herhangi bir iletişim sorunu yaşamadan menüden bir şeyler seçmekte zorlanmadılar. Ortaya konulan humus, zeytinyağlı salata ve mezelerin çoktan iştahlarını açtığı kesindi; ancak yemek kadar şehir hakkında konuşabilecekleri birilerini bulmanın da önceliğine inanıyorlardı. Yapay gülümsemesiyle pek de yakın bulmadıkları garsonun yönlendirmesiyle yan masalarındaki genç İngilizle tanışma olanağı bulmuşlardı. Halep’te ‘Ortadoğu Araştırmaları’nda doktora yapan bu genç adamla keyifli mırranın da etkisiyle uzun bir Ortadoğu, modernleşme, Türkiye ve oryantalizm tartışması yapmışlar, Suriye’deki ‘facebook’ yasağından İstanbul Kapalıçarşı’ya kadar birçok konuda koyu bir sohbete dalmışlardı. Bir gün sonra Halep’e döneceğini söyleyen David’le demokrasi,mırra, Şam’ın Emevi Camii, Suriye’deki etnik çeşitlilik üzerine bol kültürel çeşnili sohbet ‘yabancı’ oldukları bu ülkede onun için de haz veren yanlar taşımıştı. Otele vardamadan Hamidiye Çarşısı’na çıkan ana cadde üzerinde Suriye Devler Bankaları binaları boyunca yürüyüp sohbetlerine devam ettiler.

Suriye’ye geldiği ilk günden itibaren ‘One Minute’ gösterisinin Arap medyasında ve özellikle El Cezire’deki etkisi şehirdekilerin Türk olduğumuzu duyduklarındaki memnuniyet ve sevecenlikle somutlaşıyordu. Samimiyetsiz ve Ortadoğu barışı adına bir yere yazmayacağını düşündüğü bu medyatik tepki Arap coğrafyası için sempati yaratmıştı kuşkusuz. Suriye’deki ilk gecenin ardından sabahın ilk ışıklarıyla uyanmışlar ve Şam sokaklarında bir yandan kahvaltı yapma isteğiyle diğer yandan günü erkenden başlatma düşüncesiyle yürümeye başlamışlardı. Şam’ın onlar gibi erkenden uyandığı söylenemezdi. Tek tük açık fırın dışımda açık bir dükkan bulmak mümkün değildi. Hamidiye Çarşısı’na vardıklarında burada da esnafın Cuma tatilinin rehavetinden henüz çıkmadığı kapalı dükkanlardan anlaşılıyordu. Mis gibi etli pide kokusunun peşi sıra ‘Eski Şam’ sokaklarında buldukları bir fırından karınlarını doyuracak kadar pide almışlar ve çarşının içinden geçerek Emevi Camisi’ne ulaşmışlardı. 8. Yüzyılda yapılmış olan bu gösterişli yapının geniş avlusunda yürüyerek caminin dört farklı mezhep için yapılmış dört ayrı mihrabına bakmaktan keyif almışlardı. Bir İslam kentinde olduklarını İranlı hac ziyaretçilerinin camideki uyguladıkları ritüellerle daha iyi kavrıyorlardı. Ezan sesinin daha müzikal bir tınıda yankılandığı, çarşıdan yükselen misk kokularıyla, camiyi kuşatan cemaatin duaları birbirine karışıyor, o ise bunları objektifinin karelerine taşımayı yeğliyordu. Caminin dışındaki güvercin dolu avludaki hareketliği izlemeye koyulduklarında ise onların aralarındaki Türkçe konuşmalarına karşı coşkuyla yanlarına yaklaşan bir Irak göçmeniyle tanışmışlardı. Kuzey Irak’ta ailesini bırakıp Şam’da iş arayan bu orta yaşlı, yüzü çökmüş Türkmen onlarla karşılaştığı için duyduğu memnuniyeti tekrar tekrar aktarma gerekliliği duymuştu.
Hala Kuzey Irak’ta yokluk içinde kendisini beklediğini söylediği ailesi için aylardır Şam’da geçici işçilik yaptığını söyleyen adam, krizin Ortadoğu’yu da vurduğunu ve özellikle işgalden sonra Kürt ve Türk göçmenlere Suriye’nin çok da sıcak davranmadığından dert yanıyordu. Emevi Camisi’nin arkasında yöresel ve biraz da turistik sayılabilecek bir kahvede çay içip savaşı ve işgali konuşmuştuk. Yolumuz bu sefer Şiilerin her yıl hac ziyareti olarak gördükleri bir mekana düşecekti. Altın kaplamalı ve zümrüt ve altın işlemeli iç yapısı, canlı Kerbela tasvirlerinin yer aldığı Sıttı Zeynep Camisi’ne vardıklarında çarşaflı kalabalık ve sakallı erkek topluluğunun İranlı haz ziyaretçileri olduğunu anlamıştım. Mekanı belirleyen dinsel ve ruhani hava caminin dışındaki misk kokularıyla devam ediyordu. Bu dinsel atmosferi ardımızda bıraktığımızda ise hareketlenen çarşıda karşımıza çıkan ve Türkçe dilenen yoksul Türkmen çocukları çıkmıştı. Yoksulluk bu şehirde kendisini ne kadar gizlemeye çalışsa da varlığını çocukların, işsiz göçmenlerin dili ve gözlerinden ele veriyordu. Bu gözlemler kadar kulaklarımı Feyruz çalan bir iki dükkana doğru yöneltiyordum, Niyetim Mercel Khalif’in, Feyruz’un, Ümmü Gülsüm’ün anavatanı Ortadoğu’yu yine onları bu sokaklarda duyarak anlamaktı. Gezginliğimizin diğer gününde bu sefer yol bizi Feyruz’un Beyrut’una taşıyacaktı. Şam’daki gezginliğin tadını çıkarmaya devam ettiğimiz o anlarda ise yolumuz bu sefer Azem Palas’a çıkmıştı. 1750’de Osmanlı yöneticileri tarafından yapılmış olan saray şimdi bir ‘El Sanatları Müzesi ‘ özelliği taşımaktaydı. Gündelik hayatın geçmişe dair tüm ayrıntıları, geleneksel sanatlar, Suriye’nin Osmanlı eyaletiyken yaşadığı toplumsal ilişkiler müzede balmumu heykellerle yansıtılmıştı. Bir yandan da Mevlana’ya ait olduğu söylenen kimi eşyalar, Mevlevilik, Sema geleneğiyle ilgili nesneler, tennureler, neyler, tefler bu müzede sergilenmişti. Mevlana’nın yaklaşık yirmi yılını adeta bir sürgün hayatı gibi yaşadığı bu şehrin sokakları müzede gördüğüm bu nesnelerle çok da fazla ‘Mesnevi’den mısraları çağrıştırmıştı bende.

‘Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım.’
Dışarıdaki artan çarşı kalabalığından bir süre bizi yalıtan bu sarayın aydınlık atmosferini arkamızda bırakmalıydık artık. Bize kılavuzluk eden orta yaşlı Türkmen’le beraber bu sefer çarşının içinden geçerek dar sokaklarıyla bana biraz Mardin biraz da Antakya’yı anımsatan sokaklardan geçiyorduk. Kavafis doğru söylemiş dedim içimden, her şehir arkasından izler bırakıyor ve şehir arkamızdan geliyor gerçekten. Çarşıda yağacağımız bir iki küçük alışverişin ardından otele dönecek ve bir gün sonrasında Beyrut’a çıkmak üzere sabah otelimizden ayrılacaktık. Dimasko kumaşından yapılmış bir iki eşarbı, küçük hediyelik bir eşyayı daha ucuza Halep’ten alabiliriz diyerek misk kokuları, nargilelerin birbirine karıştığı Hamidiye Çarşısı’nı arkamızda bırakıyoruz. Eski ve yeninin bir arada yaşadığı, etli ekmek kokularıyla misk kokusunun Emevi Camisinden yükselen ezana karıştığı bu uhrevi kenti geride bırakıp bir gün sonra bir Paris güzellemesi sayılabilecek ve birçok din, etnisitenin bir arada yaşadığı Beyrut’ta olacaktık. Ağırlıklı olarak Hıristiyan Arapların yaşadığı, gösteriş, zenginlik ve Avrupa’ya öykünmenin farklı kültürlerin çeşnisiyle birleştiği harmanlanmış bir acılar kentiydi Beyrut. İsrail bombalarıyla yok edilen ve küllerinden yeniden doğan bu masalsı kente yola çıkacaktık.
Şam’ın uluslar arası terminaline doğru sabahın ilk saatlerinde taksiyle giderken otobanların, çok katlı yapıların, gösterişli binaların yer aldığı ayrı bir yerleşim alanından geçtiğimizi anlamıştık. Taksi şoförünün daha çok yöneticilerin ve bürokrasinin yaşadığını söylediği bu semtin adeta şehrin yoksulluk ve zenginlik arasındaki eşitsiz gelişimini somutlaştırdığını görüyordum. Bu şehir de bu açıdan uçurumları barındırıyordu içinde. Elimdeki fotoğraf makinesini gören taksi şoförü devlet binalarının ve köprülerin fotoğraflarının çekilmesinin yasak olduğunu yeniden bize hatırlatıyor. Bir korkunun ürünü olan bu yasağa rağmen zaten benim de köprü veya devlet binasını fotoğraflamak niyetinde olmadığımı söylüyorum. Uluslar arası terminale vardığımda yalnız Lübnan değil Yemen, Ürdün, Arabistan’a giden taksi, otobüslerin de buradan kalktığını öğreniyoruz. Beyrut’a giden otobüsün bir saat önce hareket ettiğini öğrendiğimizde yanımıza yaklaşan taksi şoförü taksi dolmuşla aynı paraya bizi Beyrut’a götürebileceğini söylemişti. Bir iki yolcunun daha gelmesi için Mercedes takside beklemeye başlamıştık. Havanın iyice kapanmaya başladığı bu saatlerde Beyrut’un yağmurlu olabileceğini düşündük. Şubat yağmurlarının bu Akdeniz kentine neler getirebileceğini kendi gezgin ruhumuz açısından düşünüyordum. Kuşkusuz bir gezgin için yağmurda dolaşmanın iç sıkıntısı da, eziyeti de çekilir gibi değildi. Taksi yola çıktığında Bekaa Vadisi üzerinden çıktığımız yolculuk sırasında başlayan karla karışık yağmurda çok da uzun sayılmayacak sınır ve pasaport işlemlerinin ardından ormanlarla çevrili Lübnan topraklarına iki saat içerisinde varmıştık. Yemyeşil bir Akdeniz ülkesi, yağmur ve kara teslim bir şekilde bu sefer Hariri fotoğrafları ve Lübnan bayrakları eşliğinde kendisini sergiliyordu.
 Erinç Büyükaşık

Previous Story

Yeni Atlantis’e dair – Pervin Ayça Akarsu

Next Story

Ütopya’ya dair – Hikmet Temel Akarsu

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ