Bizans İmparatorluğu’nun felsefi kuramsal faaliyetleri, fazla incelemeye tabî tutulmamış, ama olağanüstü ilginçlikte örneklerin olduğu zengin bir alandır. Erken-Bizans döneminde Platoncu düşüncenin “Yeni-Platonculuk”adı altında yeniden ele alınması için temeller atılırken, orta Bizans döneminde felsefe ile teolojinin örtüştüğü görülür. Bizans İmparatorluğu XUI. yüzyıldan itibaren skolastisizmle tanışır; böylelikle, Batı felsefi geleneğinden unsurların Aristoteles’in yöntemiyle kaynaştığı özgün bir düşünüş biçimi doğar.
Tehlikeli bir Meslek: Erken-Bizans Döneminde Felsefe
(IV-VI. Yüzyıllar)
Luciano Canfora (1942-) haklı olarak şöyle demiştir: “Yunan filozofları (en azından bazıları) göz önüne alınırsa, Marx’ın, filozofların o güne kadar sadece ‘dünyayı yorumlamakla’ yetindiklerine ve onu ‘değiştirme’ görevinden kaçındıklarına dair ünlü deyişi gerçeği yansıtmıyor gibidir, çünkü felsefenin antikçağdaki mucitleri aslında faaliyet gösterdiler” (L. Canfora, Un Mestiere Pericoloso. La Vita Quotidiana dei Filosofi Greci, 2000). Bu durum geç antik ve Erken-Bizans döneminde o kadar belirgindir ki, dönemin iki büyük felsefe okulu olan Atina’daki Yeni-Platoncu okul ve İskenderiye’deki Aristotelesçi okul arasındaki çatışmaların bilimsel veya doktrinci nedenlerden çok siyasal ve dini sorunsallardan kaynaklandığı söylenebilir.
Yeni-Platoncu okulu
Geç antikçağ felsefesi, Plotinus (203/204-270) tarafından öne sürülmüş ve Porphyrius (233-y. 305) ile Iamblicus (y. 250-y. 325) gibi yazarlar tarafından ele alınıp geliştirilmiş olan Platon’un (MÖ 428/427- 348/347) düşüncelerinin hâkimiyeti altındadır. V. yüzyıl başlarında Atina’da Yeni-Platoncu okulun kurulması, söz konusu dönemde felsefe çalışmaları için program oluşturulmasında belirleyici bir aşama daha oluşturur. Atinalı âlimler (Plutarkhos, Syrianus, Proklos, Marinos, İsidorus, Hegias ve Damascius), yukarıda sözü geçen hocaların doktrinlerine dayanarak felsefenin bütün unsurlarım içeren ve Aristoteles’ten (MÖ 384-322) Platon’a ve Platon’dan teolojinin kaynaklarına, yani tanrıların vahiylerine (özellikle de Keldani Kehanetleri adı verilenler) kadar uzanan bir diziye dayalı bir eğitim planı öne sürer. Özellikle Likya asıllı büyük âlim Proklos (412-485), Platon’un teoloji konusundaki en önemli diyalogu olduğuna inandığı Parmenides’ten20 kaynaklanan kavramlara atıfta bulunarak teoloji biliminin sistematik olarak açıklanması projesini tasarlar. Ancak Platon gibi Proklos da sadece kelimelerle yetinmek istemez: Platon’un Devlet adlı eserini konu alan, kurulu düzene getirdiği eleştiriyi gizlemediği ve filozofların en önemli görevinin kent yönetimiyle ilgilenmek olduğunu söyleyen Sokrateses’in (MÖ 469-399) öğretisine dikkat çeken muhteşem yorumla zirveye ulaşacak olan teorik faaliyetlerinin yanı sıra “siyasal erdem”lerini topluma katkı yoluyla kent meselelerinin konu edildiği halka açık toplantılara katılımla ve Yunan şehir devletlerinin yönetici sınıflarıyla oluşturduğu mektuplaşmaya dayalı ilişkiyle ifade eder. Roma siyasal otoritesi gibi Bizans siyasal otoritesi de filozofların oluşturduğu yıkıcı potansiyel konusunda daima dikkatli davranmıştır. Dolayısıyla felsefe öğretimini kontrol altına almak için önce Atina’da doğrudan imparator tarafından finanse edilen kürsüler oluşturulur, sonra da Beyrut, Atina ve İskenderiye gibi antikçağın retorik, hukuk ve felsefe alanlarındaki eğitim merkezlerini zayıflatmak amacıyla tek bir mükemmellik odağı -II. Theodosius (401-450) tarafından 425’te kurulan ve Konstantinopolis Üniversitesi olarak bilinen kurum- yaratılır. Ancak Atina ile İskenderiye V ila VI. yüzyıllar arasında didaktik ve felsefi araştırma merkezleri olarak itibarlarını korumayı başarırlar. Genelde farklı, hatta zıt bir felsefi amaca sahip olan Atina ile İskenderiye okulları arasında bağlantıların var olduğu, sürekli olarak öğretmen değiş tokuşu olmasından da anlaşılır, örneğin Atina Okulu’nda Proklos’un halefi olan Damascius (V-VI. yüzyıl) ilk olarak İskenderiye’de felsefe eğitim almıştı.
İki okul arasındaki asıl fark, siyasi ve dini meseleler karşısında sergiledikleri tavırda ortaya çıkar: Hıristiyanlığa karşı daha az düşman tavırlar sergileyen, hatta Johannes Philoponus (VI. yüzyıl) ve daha sonra Davut, İlyas ve Stephanus zamanında Hıristiyanlığı açıkça destekleyen İskenderiye okulunun temsilcileri siyasal açıdan merkezi iktidara karşı daha temkinli ve uzlaşmacıyken, Atinalı meslektaşları azimli paganlardır ve Platon’un Devlet’ini örnek alan bir toplumu destekler.
Aristotelesçi okul
İskenderiyeli filozoflar kendi entelektüel faaliyetlerini neredeyse hiç sekteye uğramadan devam ettirirken Atina Okulu’nun Justinianus (481?-565) tarafından 529 tarihli ünlü emirnameyle kapatılmış olması rastlantı değildir. Bu emirname konusunda birçok inceleme yürütülmüş, dini, kültürel ve siyasi yönleri vurgulanmıştır. Bu unsurların her birinin önemli hir rol oynadığı açıksa da, siyasi yönün ve kamu düzeninin yine son derece belirleyici olduğuna şüphe yoktur; tarihçi Johannes Malalas (VI. yüzyıl), imparatorluğun bütün kentlerinde kumarı yasaklayan emirnamenin yanında Atina’da felsefe ve nomima’dan, yani yasaların öğretilmesini yasaklayan emirnameden de söz eder. Atinalı Yeni-Platoncularm hukuki-siyasi düşüncesiyle Sasani İmparatorluğu içerisindeki reformist akımların arasındaki ilişki konusu, Justinianus’un emirnamesinin muhtevasının kavranması açısından büyük önem taşır: Bu ilişkinin varlığı bile Sasani İmparatorluğu’ndan kaynaklanan ve dengeyi bozmak açısından son derece etkili olduğu görülmüş model ve deneyimlerin, buyruğu altındaki topraklarda yayılmasından endişelenen imparatorluk için bir sorun oluşturur.
Felsefe ile Teoloji Arası:
Orta Bizans Dönemi (VII-XIL yüzyıllar)
Şehitler ve keşişler: Hıristiyan filozoflar
Kilise Babalarının paralel düşünce tarzında ise “hakiki” felsefe, bir bütün halinde Hıristiyan yaşamıdır; “filozof unvanı, genelde bu ideali başkalarına örnek teşkil edecek şekilde somutlaştıran gruplara -öncelikli olarak şehitlere, kilise selamete kavuşup da şehitler ikinci plana düşünce de keşişlere- verilirdi. Özellikle Kapadokyalı büyük Kilise Babaları Caesarealı Basileios (y. 330-379) ile Nyssalı Gregorius (y. 335-y. 395) tarafından formüle edilmiş olan bu tanımlamanın en önemli kaynaklarını azizlerin yaşam hikâyelerini anlatan metinler oluştururdu: Bu kelimenin Bizans edebiyatı içerisindeki niceliksel ve niteliksel anlamı o kadar baskın hale gelir ki, rutin hale gelen “dilbilimsel disiplin,” “felsefe” kelimesinin, monastik hayatın en tipik özelliği olan “sessizlik sevgisi” anlamını kazanmasına neden olur. Ancak bununla beraber ruhani konularda yazanlar arasında bile felsefenin antikçağdaki tanımları da kullanılmaya devam eder.
Hıristiyanlık ile pagan bilgeliği arasındaki ilişkiler
Felsefe kavramı Apolojetikler ile sonraki dönemin yazarları arasında Hıristiyanlık gerçeklerinin tamamını, dolayısıyla da günümüzde teoloji adını verdiğimiz dogmatik kuramsal faaliyetleri içerdiyse de, bu kuramsal faaliyetlerin gelişimi sayesinde tamamıyla Hıristiyanlığa ait olan bir teoloji kavramı da oluşur. Origenes’le (y. 185-y. 253) Caesarealı Eusebius (y. 265-339) teoloji terimiyle İsa tarafından aktarılmış olan ve gerçek Tanrı’yı konu alan doktrini kastederken, Kapadokyalı Kilise Babaları teolojinin temelini tartışırken teslisi daha kararlı bir şekilde vurgularlar. Hıristiyanların pagan bilgeliğini geri kazanma çabası da bu açıdan temel bir itki oluşturur: Bazı Hıristiyan düşünürler Yunan âlimlerin düşüncelerinin İlahi Vahiy’in habercisi olduğuna inanır. Bu süreç bazı çatışmalar içermiyor değildir, hatta kiliseye bağlı entelektüel seçkin sınıfın sayısız temsilcisi tarafından engellenir ve kınanır. Ancak geleneklere en bağlı olan ve temsilcileri İsa’nın doğasıyla ilgili Kalkedon görüşünü savunmak amacıyla Homeros, Pythagoras, Aristoteles ve Yunan ilmine sürekli olarak ve şiddetli bir şekilde saldıran ortamlarda ortaya atılan bir efsaneye göre Platon Hades’te İsa’nın vaaz eriklerine ilk inanan kişiydi. Felsefeye karşı kullanılan ve Johannes Chrysostomus’un (y. 345-407) büyük beceri gösterdiği çok sayıdaki retorik araca rağmen Platon ve Aristoteles’in otoritesine açıkça atıfta bulunulduğu (örneğin Yaratılış doktrini konusunda) ortamlar da az değildir. Yine de diyalektikle uzlaşma olmasa da bu alana biçimsel açısından yaklaşım sadece Yeni Platonculukla yaşanan çatışma süreci sırasında gelişir; bir başka önemli Kilise Babası olan Johannes Damascenus’un (645-y. 750), kendisinden önceki derlemeler temelinde kendi Diyalektik’inde sunduğu mantık görüşü ve terminoloji, teolojik alanda da uygulamaya açıktır. Aristoteles’e olan ilgi, IX. yüzyılda yaşanan ilk Bizans hümanizmi döneminde de devam eder veya yeniden canlanır. Özellikle Patrik Photius’un (y. 820-y. 891) bir bütün olarak hangi felsefeyi tercih ettiği konusunda şüphe yoktur. Öte yandan Johannes Geometra’nın (X. yüzyıl sonu) vecizelerinde iki büyük filozofu, doktrinlerini ve yeteneklerini karşılaştırmak yerine onları yan yana ele alma eğilimi gözlemlenir. Mikhail Psellos’un Yeni-Platonculara -Proklos, Iamblichus ve Keldani Kehanetleri-beslediği büyük hayranlıkla (1018-1078) Platon/Aristoteles seçeneği gücünü kaybeder. Ancak hem Yunan dönemi öncesi Doğunun ilmiyle hem de Hıristiyanlığın temel doğumlarıyla fikir birliğinde olan Platon lehine daha önce sergilenmiş olan ilgi de böylelikle vurgulanmış olurken, dünyanın bir başlangıcının olmadığım savunan Aristotelesçi doktrin ise Hıristiyan doğmasıyla uzlaştırılamayacağı için kınanır. Psellos’un değerlendirmesinin temelinde yatan tavır, felsefi ve teolojik alanda rehber olarak, araştırma ve kanıtlama alanı mantıkla ve fizikle sınırlı olan Aristoteles’e göre Platon’un seçimim gerektirir. Psellos, Mihail Cerularius’un (y. 1000-1058) topladığı sinodun Platoncu ve Aristotelesçi felsefeyi ayrım gözetmeksizin kınamış olmasını onaylamazsa da, kilise doktrinini pagan felsefesinin hatalarından korumak istediğini söyler.
Her ne kadar halefi Johannes Italus (XI. yüzyıl) Aristoteles ile Platon ve Yeni Platonculuk arasında bir uzlaşma olabileceğini göstermeye çalıştıysa da, koyu bir Aristotelesçi olarak hatırlanacaktır. Bizans Kilisesi’nin en önemli litürji belgelerinden biri olan Ortodoksluk Sinodu Beyanatı’nda ona getirilen eleştiriye göre, Platoncu ve Aristotelesçi doktrinlerde görülen karmaşa da bu durumdan kaynaklanıyor olabilir.
Ne olursa olsun farklı eğilimlere rağmen, Bizans teoloji-felsefe alanının tamamının üzerinde ne tamamıyla klasik-karşıtı yönelim ne de felsefi-akılcı yönelim baskın olmayı başarır. Bunun yanı sıra “klasikler’le temastan kirlenmeyi kelimelerle kınayan birçok yazarda bile (örneğin Evagrius Ponticus) monastik-radikal tavrın antikçağın kültürüyle belirgin bir biçimde bir arada yer aldığı görülür. Sonuçta, Sahte-Dionysios Areopagites’in geliştirdiği son derece ayrıntılı teolojik yapı bile Yeni-Platoncu felsefenin aynadaki görüntüsünden başka bir şey değildir.
Latinlerle İhtilaftan Mystras Ütopyasına:
Bizans İmparatorluğu’nun Sonlarında Felsefe
(XIII-XVI. yüzyıl)
Korkunç Dördüncü Haçlı Seferi’nden sonra Konstantinopolis’te Latin Krallığı’nın kurulmasıyla (1204-1261), Bizans dünyası Batının skolastik felsefesiyle doğrudan bağlantıya girer; böylece Bizans, o ana kadar sadece saray ortamındaki az sayıda teologun, resmi ihtilaflar sonucunda, yani temel eserleri hakkında bilgi sahibi olmadan tanıdığı Latin teolojisine ilgi göstermeye başlar.
Bizans geleneği ile Batı skolastiği
Güney İtalya’daki Yunan manastırları özellikle XIV. yüzyılda Bizans ile İtalyan hümanizmi arasında dindışı gelenek ve dini kültür alanında aracılık rolü üstlenir; Bizans İmparatorluğu’ndaki Dominikan merkezler ise buna benzer, ama zıt bir misyonu yerine getirirler, çünkü sapkınlara Hıristiyanlığı kabul ettirmek amacıyla kurulmuş olan bu dilenci tarikatının üyeleri, Thomas Aquinas’ın (1221-1274) yazılarını Yunanca tercümeler yoluyla Doğuda yaymak konusunda ilk çabayı gösterenlerdir. Yine bu dönemde, imparatorluk sekreteri Demetrios Cydones (y. 1325-1399/1400) Aquinas’ın Summa contra gentiles eserini okuyabilmek için Latince öğrenmeye karar verir. Bu okuma sonucunda eserin tamamını tercüme etmeye başlar ve bu süreç 24 Aralık 1354 tarihinde tamamlanır. Gördüğü büyük ilginin de desteğiyle, Cydonius bu ilk çalışmadan sonra Thomas Aquinas’ın, Augustinus’un (354-430) ve diğer Latin teologların eserlerini de tercüme eder.
Aquinas’a duyulan ilgiye, Aristoteles üzerine yapılmaya başlanan yoğun araştırmalar da eşlik eder; teolog Patrik Gennadius Scholarius (y. 1403-1472), Aquinas’ın Aristoteles üzerine yazdığı bir tefsir eserini tercüme eder ve Aquinas’ı Aristoteles’in yorumcuları arasında en önemlisi ilan eder. Bu arada İtalya’da bulunan birçok Bizans hümanisti Bizans, o ana kadar sadece saray ortamındaki az sayıda teologun, resmi ihtilaflar sonucunda, yani temel eserleri hakkında bilgi sahibi olmadan tanıdığı Latin teolojisine ilgi göstermeye başlar.
Bizans geleneği ile Batı skolastiği
Güney İtalya’daki Yunan manastırları özellikle XIV. yüzyılda Bizans ile İtalyan hümanizmi arasında dindışı gelenek ve dini kültür alanında aracılık rolü üstlenir; Bizans İmparatorluğu’ndaki Dominikan merkezler ise buna benzer, ama zıt bir misyonu yerine getirirler, çünkü sapkınlara Hıristiyanlığı kabul ettirmek amacıyla kurulmuş olan bu dilenci tarikatının üyeleri, Thomas Aquinas’ın (1221-1274) yazılarını Yunanca tercümeler yoluyla Doğuda yaymak konusunda ilk çabayı gösterenlerdir. Yine bu dönemde, imparatorluk sekreteri Demetrios Cydones (y. 1325-1399/1400) Aquinas’ın Summa contra gentiles eserini okuyabilmek için Latince öğrenmeye karar verir. Bu okuma sonucunda eserin tamamını tercüme etmeye başlar ve bu süreç 24 Aralık 1354 tarihinde tamamlanır. Gördüğü büyük ilginin de desteğiyle, Cydonius bu ilk çalışmadan sonra Thomas Aquinas’ın, Augustinus’un (354-430) ve diğer Latin teologların eserlerini de tercüme eder.
Aquinas’a duyulan ilgiye, Aristoteles üzerine yapılmaya başlanan yoğun araştırmalar da eşlik eder; teolog Patrik Gennadius Scholarius (y. 1403-1472), Aquinas’ın Aristoteles üzerine yazdığı bir tefsir eserini tercüme eder ve Aquinas’ı Aristoteles’in yorumcuları arasında en önemlisi ilan eder. Bu arada İtalya’da bulunan birçok Bizans hümanisti kendini Aristoteles’in eserlerini yeniden Latinceye çevirmeye vakfeder. Bu “Latince-sever” coşkudan kaynaklanan düşünme şekli çok etkili olur ve bu etki kültürel alanla sınırlı kalmaz: Doğu ile Batı kiliselerinin birleştirilmesi için son bir kez daha gayret gösterilen Ferrara-Floransa Konsili’nin (1438-39) teolojik-felsefi temelleri büyük ölçüde bu etkiden kaynaklanır.
Platon mu, Aristoteles mi?
“Bizans 1000 yılı” felsefi açıdan, antikçağ felsefesinin başlıca iki otoritesi olan Platon ile Aristoteles’in üstünlüğü konusunda, yukarıda adı geçen Patrik Scholarius ile Georgius Gemistus Plethon’un (1355-y.1452) rol oynadığı büyük bir tartışmayla kapanır. Peloponnesos’un güneyinde yer alan Mystras adlı kalede yaşayan Plethon, Bizans despotlarına ve yurttaşlarına Platon’un Devlet’inin yeniden kurulması ve Helen ruhunun yenilenmesi fikrine dayalı büyük, hümanist bir ütopya önerir. Plethon’un Platoncu tutumu İtalya’da hümanist çevrelerde (özellikle Marsilius Ficinus’un etkili olduğu çevrelerde) büyük başarı elde ederken, Scholarius’un Aristoteles yanlısı tutumu da Bizans dönemi sonrası Ortodoks Kilisesi’nin, Platon’un öğretilerine atıfta bulunan her türlü doktrin konusunda çok şüpheci davranan resmi ideolojisinin gelişiminde önemli rol oynamıştır.
Bkz.
Tarih: Bizans Eyaletleri I, s. 116; Bizans Eyaletleri II, s. 185
Bilim ve Teknik: Yunan Mirasının Geri Kazanılmaya Başlanması, s. 409; Doğuda ve Batıda Tıp, s. 488; Yunan-Bizans Geleneğinde Simya, s. 506; Byzantium’da Teknik İlerlemeler, s. 545
Edebiyat ve Tiyatro: Bizans Kültürü ve Batı ile Doğu Arasındaki İlişkiler, s. 611
Görsel Sanatlar: Makedonya Hanedanı Döneminde Bizans Sanatı, s. 861
EDİTÖR
UMBERTO ECO
ORTAÇAĞ
BARBARLAR * HIRİSTlYANLAR * MÜSLÜMANLAR
Çeviri:
Leyla Tonguç Basmacı
Alfa Yayınları