Çocuk kitapları yazarı Simla Sunay, son kitabı “İçbahçe”de büyükler için hikâyeler anlatıyor bu kez. İçbahçe, Sunay’ın büyükler için kaleme aldığı ilk öykü kitabı… Simla Sunay aslında yoğun bir şekilde çocuklar için yazan, üreten bir mimar. Çocuklar için mimarlık/resim ve öykü atölyeleri kuran bir yazar. Peki neden çocuklar için üretiyor Sunay? Bir dergide bu soruya şu şekilde cevap veriyor yazar: “Çocuk, toplum denen büyük hacmin en masum ‘mekânıydı’. Orada yer almak kendimizi iyi hissettiriyordu. Çocuk, tam da gelecek için karamsarlaştığımız zamanda bir umut kapısıydı. (…) Çocuk eserleri üzerinden büyüklere ahkâm kestiğimiz de oldu.” Ancak belli ki çocuk kitapları üzerinden büyüklere ahkâm kesmek yetmiyordu Sunay’a. Çünkü yaş gözetmeksizin yazdığı metinler de vardı. Varlık Dergisi, Parşomen Dergisi, Dünden Bugüne Edebiyat Dergisi, Sözcükler Dergisi ve baskahaber.org sitesinde doğrudan büyüklere sesleniyor, onlar için hikâyeler anlatıyordu. Ve derken Sunay’ın 2007-2013 yılları arasında farklı yayınlarda kendine yer bulan öyküleri nihayetinde bir içbahçede toplandılar. Kendilerine bir içbahçe oluşturdular. Sade, yalın, duru, öz bir içbahçe…
İçbahçe’deki öykülerin tümünde Sunay’ın mimar kimliğinin izlerini, ekofeminist duruşunu görüyor; Gezi Direnişi’nin yansılarını, kenti, kent sorunlarını, hızla dönüştürülmekte olan İstanbul’u izliyoruz. Bugün İstanbul’un her köşesinde bir dönüşüm söz konusu; harıl harıl kimliksiz bir ucubeye dönüştürülüyor bu canım şehir. Ve bir mimar olan Sunay’ın kentsel dönüşüm projeleri sonucunda kentin başına gelenlere duyarsız kalması düşünülemez elbette. Rant peşinde koşanların “böğrünü kestikleri şehir” de İçbahçe’de kendine yer buluyor dolayısıyla. Yazık ki artık pencereden başımızı uzattığımızda, bir beton ormanının soğuk çehresiyle, ölü gözleriyle karışı karşıya geliyoruz. Kentin her karış toprağından rezidans fışkırıyor; camla kaplı yüksek binalarla adeta seraya dönmüş bir şehirle kuşatıldık. Ve rezidanslara, AVM’lere, otellere yer açmak adına her geçen gün bir parça daha tüketiyoruz doğayı. Sunay’ın öykülerinde işte bu betonlaşan, ruhsuzlaşan, tükenen, dönüşen kente tanıklık ediyoruz. Beri yandan da sığınacak içbahçeler arıyoruz kendimize. Bir içbahçe özlemiyle mavi yengecin peşine düşmek, susam tohumlarının içine karışıp toprağa savrulmak, Halikarnas’tan bir balıkçının diktiği uzun, kokulu ağaçlara sırtımızı vermek, yol kenarına sıralanmış gelinciklere eşlik etmek, beyaz gövdeli, tek katlı köy evlerine misafir olmak istiyoruz. İçbahçe’ye doluşan çam ağacının, palmiye ağacının, çınar ağacının, sığla ağacının (ya da günlük ağacı), meyve ağaçlarının gövdesine sımsıkı sarılmak, derin bir nefes almak istiyoruz…
Sunay’ın kısa, sade ve üzerine kafa yorulası cümlelerle oluşturduğu bu İçbahçe’nin “Yıkım” başlıklı son metni Gezi sürecinde yazılmış, “bağzı” şeylere isyan eden, öfkesinden utanmayan bir şiir-metin. Kentin talanına, insanları göçe zorlayanlara, ağaçların katline, diktatörlüğe, 22, 19, 23 yaşında gencecik çocukları “başlarından başlarından” yıkanlara ve daha birçok kahredici ülke meselesine öfkesini kusuyor Sunay bu metinde. “Yıkım”da İstanbul’un yeni çehresini de çok güzel resmediyor yazar; “şehir değil, replika/venedik, dubai kırması”. Ve göç etmek zorunda bırakılan insanları gidince üzülüyor şehir:
“şehir üzülür mü insanları gidince
ev ev eskidi şehir, dişleri düştü +
içbahçelerini granit kapladılar
sulukule’nin çingenesine 270 milyar lira borç taktılar
tarlabaşı’nda çok çocuklu kürt kadınları
sokağa attılar, kocaları kayıpölü
bu şehir batmakta olan bir gemi,
önce zenginler ve zenginler”
İçbahçe’deki öyküler, Sunay’ın yazıyla olan ilişkisine, sevdiği yazarlara dair izlekler de sunuyor okura. Örneğin, çokça selam var Leyla Erbil’e. Susam adlı öyküde Oruç Aruoba, Tomris Uyar ve yine Leylâ Erbil’e selam ediyor yazar. Latife Tekin’i de unutmuyor bir başka öyküde. Sözünü esirgemeyen bu kadınlara bir bağlılık duyuyor Simla Sunay… “Yazıhane” başlıklı “deneme” metinde, yazma uğraşıyla ilgili olarak “dene-yazıyorum” diyor ve adeta mimarlığını haykıran cümlelerinden söz açıyor: “Yazıyorum ama yazdığım öykülerde mekânlar bağırıyor. Eleştiriler alıyor. Bir türlü gizleyemiyorum dekorları. Mimar olduğum anlaşılıyor cümlelerimden. Tuğla, kolon kiriş demem yasak. Tuğla üzerine günlerce düşünüyorum. Yerine sözcük arıyorum. Sözlükler…”.
Kadın olmak ve hele ki “kadın yazar” olmak zor zanaat elbet. Simla Sunay da kadın yazar olmanın başa açtığı dertlerden muzdarip tabii. Kendine değil sevdiklerine yuva yapan dişi kuşun “kendine ait bir oda” yaratması şart; Sunay da her kadın gibi Virginia Woolf’tan öğreniyor bu zorunluluğu. “Yazıhane”de, yazmak ve mekân ihtiyacı arasındaki bağdan bahsediyor Sunay: “Yazma eylemi hayatımı öyle kavrıyor ki artık “kendine ait bir mekân” ihtiyacı ister istemez doğuyor. Çocuklarımı terk ettiğime dair his, evimi ihmal ettiğime dair suçluluk duygusu, gelenekle boğuşma, hatta devletle küsme. Yeni bir tip evliliğin, yeni tip bir anneliğin inşası gerekli benim için. Benim içten çökmemem için. Bir iç soluk alanı. Ortayol. Bir içbahçe”.
Yazarak mekânlar yaratıyor kendine Sunay ve bu doyumla dünyaya karşı iştahı kalmıyor. Yazma eylemi tüm hayatını kuşatıyor. Ama yine de kendini “yazar” değil “yazan” olarak tanımlıyor, “Yetenek olsun olmasın yazmanın kendisi sığınılan bir mekândır. Yetenek tek kişilik bir hücre hapsi…” diyor. Ve “Yazıhane” şu cümlelerle sonlanıyor: “Başarmak değil, yazmak için yazmalı. Latife Tekin dememiş miydi, boşluğa yazın, diye. Boşluk yazdıkça mekânlaşacak. Her nokta bir kapı, her virgül bir pencere olacak”…
Simla Sunay boşluğu mekâna dönüştüren bir yazar ve bugüne dek yazdığı kitaplarla çocuklara nice kapı aralamış, pencere açmıştı. Ve İçbahçe ile büyükler için bir mekân inşa etti bu kez. Eminim en az çocuklar kadar büyükler de Sunay’ın yeni hikâyelerini dört gözle bekleyeceklerdir bundan böyle…
İçbahçe, Simla Sunay, 130 s., Aylak Adam Yayınları
Elif Şahin Hamidi
(elif.sahin@gmail.com)
NOT: Bu yazı, Remzi Kitap Gazetesi, Aralık 2013 sayısında yayımlanmıştır.