Üç büyük darbe yaşadı Türkiye. Gencecik bedenler işkenceden geçirildi, darağacına çıkarıldı, insan onuru paramparça edildi, bedenler ve ruhlar yaralandı. Anne babaların yürekleri buz kesti, boğazlarına bir yumru yerleşti… Çektikleri acıların hesabının sorulmasını beklediler. Yıllarca… Ama vicdanlar kurumuş, hak hukuk, adalet kayıplara karışmıştı. Gün geldi, adalet arayışı intikam arayışına dönüştü; ama intikam duyguları bir yanardağ gibi herkesin içinde kaldı, içinde patladı. Çünkü iyi insanların harcı değildi bir başkasına kötülük etmek… Evet, gerçek hayatta darbecilerden, gencecik çocukları ipe götüren generallerden hesap sorulmadı. Ama Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun “General Uçtu” adlı romanının kahramanları, 12 Eylül’ün sorumlusu olan General’den intikam alıyorlar. Roman kahramanı Harun Bey’in oğlu Murat da idam edilmiştir 12 Eylül’de. Diğer aile üyeleri de darbenin acımasızlığından nasibini alır elbet. Ve ülkede hukuk sistemi de işlemez olunca iş başa düşer. Harun Bey ve oğulları, gençlerin işkenceden geçirildiği, öldürüldüğü 12 Eylül darbesinden sorumlu dönemin General’inden bu vicdansızlığın hesabını sormak üzere kolları sıvar… Saçlıoğlu, “Generel Uçtu” adlı bu son romanında adalet, hukuk, vicdan, intikam gibi kavramları sorguluyor…
Elif Şahin Hamidi: General Uçtu adlı son romanınızda, 12 Eylül askeri darbesinin bir ailenin bireyleri üzerindeki acı izlerini resmediyor ve bir vicdan yoklamasına gidiyorsunuz. Nasıl doğdu bu roman, dinleyebilir miyiz?
Mehmet Zaman Saçlıoğlu: Bu kitap, eşi deneyimli bir film yönetmeni olan (Filiz Kaynak Kavas) tiyatrocu arkadaşım Ayhan Kavas’ın bir senaryo isteğiyle başladı. Konu, 12 Eylül’de derin yaralar almış bir ailede yaşlı babanın bu yaraların intikamını almak için darbeci Generali kaçırması ve hesaplaşması idi. Hikâyenin inandırıcı bir biçimde kurgulanması ve içinin dolması gerekiyordu. Yoksa basit bir polisiye düzeyinde kalabilirdi. Bu nedenle doğrudan senaryo yazmaktansa bir roman yapısı içinde karakterleri oluşturmak ve onların hikâyeyi yönlendirmesini sağlamak doğru olacaktı. Ben de çocukluğunda ve gençliğinde üç büyük darbeyi yaşayan biri olarak zaman zaman düşündüğüm adalet, hukuk, vicdan gibi kavramları bu konu çerçevesinde romanlaştırmaya karar verdim. Böylelikle başta düşünülenden çok farklı bir yola götürdüler karakterler romanı.
Elif Şahin Hamidi:Romanın ana karakteri köy enstitüsü mezunu Harun Karakoç, idam edilen oğlu Murat’ın acısıyla yaşıyor hep, hiç dinmiyor bu acı ve birçok gencin öldürüldüğü, işkenceden geçirildiği 12 Eylül darbesinden sorumlu dönemin General’inden bu vicdansızlığın hesabını sormak istiyor. Kim bilir kaç anne baba bunu gerçekleştirmek istemiştir… Roman-kurgu yoluyla da olsa böyle bir sorgulamaya gitmek, intikam peşine düşmek nasıl bir duyguydu?
Mehmet Zaman Saçlıoğlu: Ben ve benden yaşlılar üç büyük darbe yaşadılar Türkiye’de. Başka ülkelerde son elli küsur yıl içinde yaşanan bir dolusunu da duydular, gördüler, okudular. Çok insan güvenini yitirdi devlete karşı. Onurlar kırıldı, ruhlar ve bedenler yaralandı. Nefret duyguları intikam duygularına katıldı. Dediğiniz gibi, çocuklarını yitiren insanlar çektikleri acıların hesabının sorulmasını beklediler hukuk sisteminden ama olmadı. Olamazdı da, çünkü bu hesabı ancak hukuk geçmişleri temiz ve gerçek demokrat olan yönetimler sorabilirdi. İntikam duyguları herkesin içinde bir yanardağ gibi kaldı. Hani denir ya, “elime geçse bir kaşık suda boğacağım”, hiç birimiz boğamayız. İnsanlığımız bizi durdurur. Belki korkarız da, ama asıl, içimizdeki iyilik bir başkasına kötülük yapmamızı engeller. Bu kötülük, “devletin yüce çıkarları için” kılıfıyla Osmanlı’dan beri genellikle kişisel çıkarlar için yapılmakta olsa bile onu başka bir kötülükle yok etmek istemeyiz. Hepimizde doğal bir adalet duygusu vardır ve bu duygu şiddetle zedelendiğinde intikamı düşünebiliriz. İntikamı engelleyecek tek çare adaletin kamu tarafından sağlanmasıdır. Bu roman, intikamı anlatırken sorguluyor da. Bir kişisel hesaplaşmanın genişlediğini ve istenmeyen sonuçlara ulaştığını görüyoruz. Yazarken beni yönlendiren kendi duygularımdan çok karakterlerin bu durumda neler yapacağına ilişkin merakım ve kurgusal bir tür kaderin oyunlarıydı.
Adalet zamanında ve doğru olarak yerini bulmazsa kişisel hukuk arayışları kaçınılmaz olur. “Geciken adalet adaletsizliktir” sözünü hepimiz biliriz. Her durumda çare yine hukuktur aslında, ama insan duygularıyla oynanmaz. Toplumların da kişilerin de tahammül sınırları vardır. Harun Bey karıncayı bile ezemez ama bu Generali gözünü kırpmadan öldürebilir. Hangimiz zaman zaman bu düşünceleri paylaşmayız? Yöneticilerin görevlerinden en önemlisi adaleti gerçekleştirerek toplumsal barışı ve mutluluğu sağlamaktır.
Elif Şahin Hamidi: Dönemin Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren’in adı hiç geçmiyor romanda. Roman boyunca General olarak karşımızda duruyor darbenin sorumlusu Kenan Evren. Neden?
Mehmet Zaman Saçlıoğlu: Adını andığınız general dünyada darbe yapmış generallerden yalnızca biri. Onun kişiliği üzerinden bir roman yazmak istemedim. O sadece söyledikleriyle, yaptıklarıyla bir esin kaynağı roman için. Eminim ki Latin Amerika’da, Uzak Doğu’da, Afrika’da ve Balkanlar’da nice generaller benzeri şeyleri yaptılar, birçok aile benzeri olaylarla karşı karşıya kaldı. Bu nedenle, romandaki general o kişiden çıkışlı bir karakter olmasına karşın onunla sınırlansın istemedim. Daha anonim bir general olsun istedim. İsmini de bu yüzden kullanmadım.
Elif Şahin Hamidi: Romanın kahramanları oldukça kusursuz tasvir edilmiş insanlar; dürüst insanlar, karıncayı bile incitemeyecek insanlar. Bir tek sorun var; iki küçük erkek kardeş arasında bir soğukluk, geçimsizlik, bir anlaşmazlık söz konusu. Cengiz ve Ömer arasındaki bu anlaşmazlığın bir nedeni de siyasi idi. Kardeşin kardeşe düşman olduğu bir dönemden geçtik… Nasıl bir açmazdır bu?
Mehmet Zaman Saçlıoğlu: Baba ve anne, benim de yakından tanıdığım, bugün nesilleri tükenmeye yüz tutmuş bir anlayışın insanları. Ülkeleri için canını verebilecek bir kuşağın idealist öğretmenleri. Çocukları vicdanlı, iyi insanlar. İki kardeş arasında eskiden gelen bir geçimsizlik var. Cengiz’in egosuyla Ömer’in kıskançlığının körüklediği bir geçimsizlik. Sorun da genellikle Cengiz’in çıkarcılığından kaynaklanıyor ve siyasi niteliğe yıllar sonra ulaşıyor. Olcay apolitik ve ülke sorunları onu pek ilgilendirmiyor, Yüksel içine kapalı ve depresif bir tip, Harun Bey inatçı. Yani, romanın kahramanları pek de kusursuz değiller aslında. Ama onlardaki kusurları mutlaka okuyucunun gözüne sokmaya gerek görmedim. Kardeşin kardeşe düşman olduğu dönemler ise bitmedi, sürüyor. 27 Mayıs’ın gençlerinin söylediği değiştirilmiş Plevne Marşı’nın sözleri kimi zaman dilime gelir. “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu, kahrolası diktatörler bu dünya size kalır mı?” Bugüne de uymuyor mu bu sözler?
Ötekileştirme diye herkesin bayılarak kullandığı deyim, varlığını şiddetli kimlik arayışına borçludur. Etnik kimliğinizi, dinsel kimliğinizi her şeyin önüne alırsanız ya da devlet böyle yaparsa ister istemez bu karşıtlıklar ortaya çıkacaktır. Birleştirici sandığımız nice unsur aslında ayrıştırıcıdır da. Asıl açmaz da bu. Kendi değerlerini korurken herkesinkini de koruyacak bir hukuktan, demokrasiden ve toplumsal davranış inceliğinden yoksunuz galiba.
Elif Şahin Hamidi: Harun Bey ve oğulları, General’den pişman olduğunu duymayı arzu ediyor aslında en çok. Ama General’de en ufak bir pişmanlık, küçücük bir vicdan azabı olmadığını görüyorlar/görüyoruz. “Ben hiçbir şeyi danışmadan yapmadım, üstelik de sana bunun için hesap verecek değilim. Oğlunun ölümüne üzüldüm, çok kişi yakınını kaybetti ama bunlar kaçınılmazdı. Kaç defa söyledim televizyonlardan, mecbur olmasaydık yapmazdık diye” diyor General. Eğer bir pişmanlık gösterseydi, Harun Bey ve oğulları General’i affedebilirler miydi acaba? Cengiz katil olmaktan kurtulabilir miydi?
Mehmet Zaman Saçlıoğlu: Harun Bey adına konuşmak istemem. O benden ayrı bir karakter, ama tanıdığım kadarıyla söyleyebilirim ki, büyük olasılıkla samimi bir pişmanlık karşısında hüngür hüngür ağlayarak affedebilirdi. Belki en çok birkaç tokat atardı o kadar. Cengiz de, General de yaptıklarının bedelini ödemek zorundaydılar. Herkes karakterinin gereğini yaptı. Ama rastlantıları da yabana atmamak gerek. Her şey iyi giderken ayağınız kayabilir. Romanın en gerçekçi yanlarından biri bence rastlantıları. Yaşamımız bizi şaşırtan rastlantılarla doludur. Romanlar da öyle…
Elif Şahin Hamidi: Kitabın sonunda bir “zamansal dizin” yer alıyor. Bu dizinde “romanın gerçekliği”, yazarın gerçekliği” ve “yaşamın gerçekliği” ile karşı karşıya geliyoruz. Neden böyle bir dizin oluşturma ihtiyacı duydunuz?
Mehmet Zaman Saçlıoğlu: Her kurgunun gerçek yaşamdan ve yazarının yaşamından esinleri, gerçek dünyada ve yazarının dünyasında bir yeri vardır. Bu üç gerçeklik her roman için geçerlidir. Romanımda olayların bu gerçeklikler içindeki zamansal sıralamasını yapmak istedim ve sanırım bu, daha önce yapılmamış bir şey oldu. Ayrıca bir pratik yararı da, çok sık geri dönüşler olduğu için romandaki olayların izlenmesinde okuyucuya kolaylık sağladı.
Elif Şahin Hamidi: Bu dizinde, 27 Mayıs askeri darbesinden iki yıl sonra, 1962 yılında yazarın gerçekliği şöyle: “Kitabın yazarına, yazının gerçeğiyle yaşamın gerçeğinin farklı olduğunu öğretmeye çalıştılar, ama kitap okurken bunu hep unuttu”. Yazının gerçeği ve yaşamın gerçeği meselesi üzerine konuşabilir miyiz biraz? Ve kitabın yazarı 1965 yılında kendisinin de öyküler, şiirler yazabildiğini fark edip mutlu oluyor. Bu keşfin gerçekleştiği o günlerden, yazıyla ilişkinizin başlangıcından bahseder misiniz?
Mehmet Zaman Saçlıoğlu: 1962 yılı, okumayı öğrendiğim yıldır. Okurken kurgu dünyasının içinde kendimi yitirirdim. Bir hayal dünyasında çocukluğumu; hayallerin, aşkların genellikle küçümsendiği, materyalizmin yüceltildiği bir dönemde ise gençliğimi geçirdim. Aşk şiirleri değil kavga şiirleri daha çok sevilirdi o yıllarda. Toplumsal değişimlerin yansımalarıydı bunlar. Yârin yanağından gayri her yerde her şeyde hep beraber derdik ama yârin yanağını bulan, buna cesaret edebilen de az kişiydi. Kavgada ölmek kolaydı da, aşk için ölmek güçtü. 1965 yılında ilk acemi karalamalarım beni mutlu etti, 1968’de yazdığım ilk şiirimden sonra ise yazmayı hiç bırakmadım.
Elif Şahin Hamidi: 1972’de Deniz’ler asıldığında intikamın bağnazlığını, kanunların adaletsizliğini ve vicdanın Tanrı’nın bizdeki duygusu olduğunu öğrendiğini belirtiyor kitabın yazarı. 1977 yılına gelindiğinde, otuz dört kişinin öldüğü 1 Mayıs’ta, kitabın yazarının yara almadan kurtulan beş yüz bin kişiden biri olduğunu öğreniyoruz. Ve 80 darbesiyle adalete bir kez daha tecavüz edildiğini görüyor, yaşıyor kitabın yazarı. Ve bugün de değişen hiçbir şey yok; ne dersiniz? Bu noktada Gezi sürecinden bugüne yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mehmet Zaman Saçlıoğlu: Aslında sürekli değişim var, ama toplumsal değişimler kişisel değişimlerden yavaştır her zaman. Toplumumuz için istediğimiz değişimler ömürlerimize sığmaz. Ciddi bir değişimi Gezi’de ve sonrasında gördüm, şaşırdım. 1980 öncesinde kimse, bir gün Ülkücülerle, Sosyal Demokratların birlikte oy sandığı koruyacaklarına, Antikapitalist Müslümanlar diye bir örgütlenme olacağına, bu çocukların bir parkta namazlarını sosyalistlerin korumasında kılacaklarına, sosyalistlerin oruç tutmadıkları halde Müslüman gençlerle aynı iftar masasına oturacaklarına ve bütün bu eylemlerin düşünsel bir tabandan değil de despotizme direnme isteğinden kaynaklanacağına inanamazdı. (Bu arada teknolojik gelişmelere ve insanların Gezi olaylarında sosyal ağlar sayesinde davranış stratejileri geliştirebildiklerine ve büyük kitlelerin bu ağlar üzerinden moral bulabildiğine mutlaka değinmeliyiz.) Gezi olaylarıyla birlikte çoğu apolitik olarak tanımlanan genç insanların bir anda kendi politikalarını değil ama özgün eylemlerini oluşturduklarını gördük. Hesapta olmayan bir pratikten yeni bir teori doğdu. Acaba yalnızca ortak bir “düşman”a karşı birliktelik miydi bu, yoksa ideolojiler arası bir anlayış çabası mıydı? Ben, yaşım gereği ideoloji temelli birlikteliklere alışkın olduğum için bu konuya hâlâ biraz kuşkuyla yaklaşıyorum, yani Gezi’deki ideolojik uyumu kavramaya çabalıyorum. Artık ideolojilerin önemi mi azaldı, artık başka parametrelerle mi düşünmemiz gerekiyor diye de düşünüyorum. Ama bu gençlik konuşarak sorunları çözmeyi başarabilirse benim hayatımda gördüğüm en büyük toplumsal değişim olacak sanırım. Öte yandan devletin adaletine güvenimiz sarsıldı, çünkü hukuk, din ve ekonomi eskiye oranla çok daha siyasileştiler, ötekileştirme devletin bir politikası oldu. Demokrasi kazanımlarımız Avrupa Birliği zorlamalarının dışında yok denecek kadar az. Hızla da despotizme doğru gidiyoruz. Önümüzdeki yıllar gençliğin yeni pratiklerden teoriler çıkaracağı zorlu yıllar olacak korkarım, ama gerçek demokrasi de böyle gelecek. Bu arada, olan her zaman gencecik fidanlara olacak yazık ki. Muratlar ve Denizler asılmayacak belki ama gençler TOMA’ların altında kalabilecekler, zehirli gaz kapsülleriyle ölebilecekler. Umutlu muyum?.. Bir gün mutlaka…
(Remzi Kitap Gazetesi, Mayıs 2014)