Ece Temelkuran: “Beyrut karşıladı kalbimi, evsizliğimi” (Söyleşi: Elif Şahin Hamidi)

Ece Temelkuran

“Beyrut karşıladı kalbimi, evsizliğimi”

Gazeteci-yazar Ece Temelkuran, bunca gazetecilikten sonra güçlü bir ilk romanla okurlarının karşısında. Beyrut’ta, savaş topraklarında, acı ve gözyaşıyla yoğrulmuş bir aşk hikâyesi anlatıyor Temelkuran bu kez. Aşkın, hep bir “iç savaş” olduğu, kalplerin yağmalandığı Ortadoğu’da acılı ve yaralı bir aşk hikâyesi. Kitabın, başlangıçta bir karar, bir proje olmadığını söylüyor Temelkuran ve ekliyor: “Zaten herhalde hikâyeler gelip bizi bulduğunda ve onları yok sayamaz hale geldiğimizde hakiki bir kitap çıkıyor ortaya.” Temelkuran ile Muz Sesleri’ni, hikâyeler fısıldayıp duran Beyrut’u, evsizliği, yersiz yurtsuzluğu konuştuk… 

SÖYLEŞİ: Elif Şahin Hamidi

Muz Sesleri, ilk romanınız ve hatta bir aşk romanı. Ancak “insanların tek evinin diğer insanlar olduğu” savaş topraklarında, acı ve gözyaşıyla yoğrulmuş bir aşk hikâyesi. Zira olayların cereyan ettiği topraklar, Ortadoğu-Beyrut. Nasıl ortaya çıktı Muz Sesleri? Sizi bu kitabı yazmaya iten neydi?

Sizin soruyu soruşunuzdan dolayı demek isterim ki, benim de insanlardan başka evim yok. Belki de bu yüzdendir. O kadar evsizim ki ancak Beyrut karşıladı kalbimi, evsizliğimi. Kitap da bir karar, bir proje değildi başlangıçta. Zaten herhalde hikâyeler gelip bizi bulduğunda ve onları yok sayamaz hale geldiğimizde hakiki bir kitap çıkıyor ortaya. Yani beni biri “itmedi” kitaba; daha çok bir hikâye beni içine doğru çekti ve ben de kendimi akıntıya bıraktım. Bunca gazetecilikten sonra büyük bir lükstü benim için. Kurmaca bir hikâyenin içinde yok olmaya kendimi bırakmak…

Belli bir coğrafyayla ilgili bir şeyler yazmak için o topraklara ayak basmış olmak, oraların havasını koklamak, suyunu içmek gerekiyor mu ille de? Yaşayarak tecrübe etmek yazara neler kazandırıyor?

Bilmem ki… Yazar olarak ne kazandırır meselesinden önce insan olarak bana bir şey kazandırıyor sanırım. Romanda da var: “Henüz yaşamayı yazmaktan daha çok seven bir yazar olduğunun farkında değildi…”. Ziad için yazdım bunu, ama sanırım benim için de geçerli. Galiba yazı yazan bir insanın en temel kararlarından biri budur: Roman kahramanı mı olacaksın yoksa roman mı yazacaksın? Ben ikisinin de olduğu bir tuhaf dengenin peşindeyim sanırım. Kendi Casablanca’mı da istiyorum. Yazmanın karşılığında yaşamamak bedelini ödemek, bana fazla pahalı geliyor.

İnsanların hikayelerini dile getirmelerini, içindekileri size dökmesini nasıl sağladınız? Bu kolay olmasa gerek? 

Yooo… Bilakis, çok kolay oldu. Benim yüzümde bir şey var herhalde. Öyle olduğuna inandım uzun yıllardır. İnsanlar bana hikâyelerini anlatır. İnsanlardan en çok duyduğum cümlelerden biridir şu: “Bunu daha önce kimseye anlatmamıştım”. Öte yandan gazetecilik temrini, romancı rahatlığıyla birleşti. Bir hikâye yazdığımı söylediğimde insanlar beni de şaşırtan bir açıklık ve rahatlıkla anlattılar hikâyelerini. Gazeteci olarak karşılarına çıksam bu kadar rahat olurlar mıydı, bilmiyorum. Çünkü gazeteci, biraz da insanın burnuna kayıt cihazı dayayan bir karakter; sorularıyla bölen, parçalayan. Hikâye yazan kişi ise insanları anlatırken kendi zamanlarına bırakıyor. Bu da anlatmanın, anlattırmanın birinci kuralı sanırım. 

Babasının Filipina’ya yazdığı mektupta, Beyrut’ın herkesi bir roman kahramanına dönüştürdüğünden ve göründüğünden daha kahraman yaptığından bahsediliyor. Gerçekten böyle bir şehir mi Beyrut; oraya ayak bastığınızda romanınızın kahramanları karşınızda mıydı yoksa? Kahramanlarınızın oluşum sürecinden bahseder misiniz?

İnsanların yüzlerine hikâyeler yapıştırıyorsun. Sanırım böyle oluşuyor karakterler. Niye o hikâyeler, o kurmaca sana geliyor bilmiyorum doğrusu. Ama Zeynab Hanım, Nasır, Filipina… Onların hepsini gördüm Beyrut’ta. Tuhaf değil mi? Düşünsenize biri sizin yüzünüze bakıyor ve bir hikâye yazmaya başlıyor. Aslında tıpkı birileriyle tanışırken yaptığımız gibi. O yüzlere hikâyeler yapıştırmıyor muyuz? Gerçek hayatta karakterler nasıl oluşuyorsa kafamızda kurmacada da öyle oluşuyor aslında. 

Beyrut’ta sizi en çok etkileyen, belki içinizi burkan, asla unutamayacağım dediğiniz bir olay veya anınızı paylaşır mısınız bizimle?

Romanı bitirdiğim gün, şehir kapılarını kapattı sanki. Ağustos’un ortasında yağmur yağmaya başladı. Yağmurdan önce ise uzun uzun gri oldu hava ve sessizleşti şehir. Ya da bana öyle geldi. Karakterlerim öldü ve yasını tuttum. Şehirde kimse bilmiyordu doğurduğum birtakım insanların o gün öldüğünü. Tuhaf bir yalnızlık hissi bu. Derin bir yalnızlık hissi. 

“Muz sesleri”nin peşine nasıl düştünüz: muzların olgunlaşırken/büyürken ses çıkardığını nasıl öğrendiniz?

2006’da İsrail işgalinden sonra Lübnan’a gittiğimde, Güney Lübnan yolunda muz tarlalarını görmüştüm. Bir yanda patlamamış bombalar, milisler, check-point’ler, gürültü, askerler; öte yanda sessizce büyüyen muzlar… Döndüğümde editörüm Çiğdem Su’nun annesi Öznur Hanım anlatmıştı muzların doğum yaptığını ve ses çıkardığını. Hikâyenin gerisini, o seslerin nasıl olduğunu, ne zaman çıktığını ise bu kez gittiğimde Lübnan’daki muz tarlalarında çalışan insanlardan öğrendim. 

Beyrutluların bile haberi yokmuş muz seslerinden. Orası bir muz memleketi, ama ahali bu sesi hiç duymamış. Neden acaba? Siz işittiniz mi gerçekten bu sesi?

Ben de işitmedim, ironiktir bu. Ortadoğu’da kolay kolay duyulmayacak bu ses zaten. Çünkü sesleri duymamızı engelleyen bir gürültü var. Romanın meselelerinden biri de bu zaten. Beyrutluların duymaması ise çok doğal. O kadar çok politika konuşuyorlar ki!

İlk kez 2006 yılında Beyrut’u ziyaret ettiğinizi biliyoruz. O günden bu yana neler değişmiş Beyrut’ta, çok hikâye biriktirmiş mi size?

Dün ile ilişkisi enteresandır Beyrut’un. Dün hem çok geride kalmıştır hem de tam bu anın altından akmakta olan canlı bir sudur. Bu bakımdan hem çok değişmiş hem de hiçbir şey değişmemiş diyebiliriz. Tıpkı Türkiye gibi tetikler hiç çekilmese de dipte, derinde bir savaşın sürdüğü bir ülkedir Lübnan. Bu yüzdendir ki zaten hikâye ile dopdoludur. Fısıldanan bir sürü hikâye vardır. 

“Hiç kimse olmak” vurgusu var kitapta; hiçbir sınıfa ait olmamak, kimliksizlik… Ve Beyrut’ta hiç kimse olmayı başardığınızı söylüyorsunuz. Biraz açar mısınız bu hiç kimse olmak konusunu? Türkiye’nin bunu başarabilmesi mümkün mü ya da nasıl mümkün kılınır?

Ülke ölçeğinde böyle “fantazmadan” söz etmek doğru olur mu bilmiyorum ama herkesin bir hiç kimse olmayı hedeflediği bir ülkede yaşamayı isterdim doğrusu! Burada çok fazla biriydim, orada ise beni kimse tanımıyordu. Bu iyi bir başlangıç. Kendi sınırlarınızı ya da sınırsızlığınızı görüyorsunuz. Biri olmak, artık hep o biri gibi davranmak zorunda olmak demek. Kendi kendine mahkûm olmak. Bunun ortadan kalktığı an ise bir rüzgâr kadar hafifliyor ve esiyorsunuz bir bakıma.

Doğu’da da Batı’da da bulunmuş bir Türkiyeli-Ortadoğulu olarak, Doğu’da ve Batı’da kendinizi nasıl ve nereye ait hissettiniz? Bir ikilem yaşıyor mu insan?  

Hiç değil; Batı’da son derece Batılı, Doğu’da son derece Doğulu hissettim kendimi. Zaten öyle yerlerde bulundum ki Oxford’un krema toplantılarından Kuzey Irak’ın dağlarına kadar… Kendim olmanın en iyi şey olduğunu hayat öğretti. İkilem falan da kalmıyor hayata böyle bakınca. Kralların ve dilencilerin önünde aynı durmak; benim derdim bu oldu her zaman. 

1980 darbesinden bu yana apolitik bir kuşak yetişti. Politikadan uzak oldukları gibi aşktan ve mutluluktan da uzak bir nesil. Bu kuşağın geleceğini ve bu bağlamda Türkiye’nin geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Değerlendirmemeye gayret ediyorum bazen! Öte yandan konuşmayı unutmuş bir toplum düşünün. Bir distopya olarak canlandırın bunu kafanızda. Ne görüyorsunuz? İşte ben de Türkiye’ye bakınca onu görüyorum.  

Ortadoğu ile ilgili yeni bir roman projeniz var mı ve olursa bu kez neresi?

Şimdilik yeni bir projem yok. Ama kalbimi o taraflara çeken yeni hikâyeler var. Öyle diyelim. Aklımda bugünlerde Heja diye bir adam var mesela. Belki bir gün anlatırım…

NOT: Bu söyleşi, 2009 yılında MediaCat’te yayınlanmıştır. 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir