Bugünkü Dünya Düzeni Konusunda Kendimle Konuşma – Afşar Timuçin

afşar_timuçin-Sana belki de hiç beklemediğin bir soru sormak istiyorum. Hoppala, bu da nereden çıktı şimdi diyebilirsin
Soru şu: burjuva uygarlığı dağılıyor mu?

-Yaşam dönüşüyor. Yaşam her şeye karşın dönüşüyor. Birileri onu durdurmak isteseler de olmuyor. Yaşam taş koymalada çomak sokmalarla yerinde sayacak bir şey değil. Burjuva uygarlığı dağılıyor mu ya da çöküyor mu? Belli ki sermayeci düzen bunalıma girdi. Sermayeciliğin açmadan solduğu azgelişmiş ülkelerde de sermayeci atılımların yüzyıllardır tırmana tırmana doruğa çıktığı ülkelerde de bunalım derinden duyuluyor. Sözünü ettiğin dağılma tehlikesi ve korkusu daha çok gelişmiş ülkelerde yaşanmaktadır. Bunalımın en büyük belirtilerinden biri de kültür düzeyindeki kısırlıktır.

İnsanlık yeni yaşam biçimlerini gereksinecek ve getirecek. bu kesin. Ancak bunun bir çırpıda olacağını düşünmek çocukluk olur. Toplumsal sorunları düşünürken “Biz de gö­rür müyüz? ” sorusu budalaca bir sorudur. İnsan ömrü kısa toplumsal dönüşümler uzundur.

-Bunalımın nedeni ne sence?
-Yaşamın özelliği bu: durmadan dönüşüyor, bir biçimden bir biçime giriyor. Bir alt düzeyden bir üst düzeye geçiyor da diyebiliriz. Dönüşüm olgusu verimini biraz da kısırlıklardan alıyor. Dar alanlardan geniş alanlara, sonra geniş alanlardan dar alanlara geçiyoruz. Açılma dönemleri var kapanma dönemleri var. Kirlenmeler arınmaları getiriyor. arınmalardan sonra kirlenmeler geliyor. Çok zaman kirliyle arı­nık bir bütün oluşturuyor. Ancak, daha somut düzeyde düşü­nürsek, bugünkü bunalımın başlıca nedeni bireyi özgür olmaktan ya da hatta birey olmaktan çıkaran koşullardır. Bugünün düzeni biraz olsun Ortaçağ’ın düzenini düşündürmü­yor mu? Çalışmaktan başka bir şey yapamayan bağımlılanmış ya da kötü biçimde toplumsallaşmış birey. Düşünmeyen birey, tartışmayan birey, yabancılaşmış birey, yapayalnız birey. Toplumlar yaratıcı güçlerini iyiden iyiye yitirmiş gibiler. En çok sözü edilen şey en az bulunan şey değil mi: özgürlük.

-Sermayeci düzen özgürlükçü değil mi?

-Sözde öyleydi. Kendine sorarsan gene öyle. Sermaye düzeni başlangıçta tüm atılganlıkları içinde özgürlüğü insan
için tek temel yaşam koşulu olarak görüyor gibiydi. Ancak bu düzen içinde sermayeciyle üretenin hakları çelişince iş­ler değişti. Sermayeci düzen, kendisini başlangıçta iyiyden iyiye korumuş, sarmış sarmalamış, kanatları altında besleyip büyütmüş olan mutlak yönetime karşı çıkarken onu özgürlükleri yoketmekle suçluyordu. Kendisi de egemen olur olmaz .. .
-… özgürlüklerin üstüne gitti, özgürlüklerin çanına ot tıkadı diyeceksin?

-Evet. Öyle yaptı. Oysa insanlık bir yandan da özgür olmanın tadını çoktan almış gibiydi. Kant, düşünce özgürlü­ ğünün karşısına çeşitli baskılar. bu arada hukuk baskısı çı­kıyor, diye yakınıyordu. Bizim gibi düşünenlerle birlikte düşünme hakkına sahip almadığımız zaman, düşüncelerimizi açık açık ortaya koyamadığımız zaman iyi düşünebilir miydik, sağlıklı düşünebilir miydik? Kant düşünce özgürlüğünü düşündüklerini açık açık söyleyebilmek olarak alıyor, onu tüm kötülüklerin panzehiri olarak görüyordu. Filozoflar dünyayı başka gözle, sanayi ve ticaret adamları ve onları koruyan düzenler başka gözle gördüler.

-Aydınlar ya da düşünürler bu yolda yeterince çaba gösterdiler mi?

-XIX. yüzyılın aydınları göstermelik özgürlüklerin yerine adaletli bir özgürlük düzeninin getirilebilmesi için çalıştılar. Bu yolda pekçok şeyin yaşama geçirilmesi için fikirler ürettiler. Onlar, evet, çok çaba gösterdiler ve bunu yaparken daha çok sermayeci düzene karşı çıkmak yerine o düzenin kendini azçok onarmasını sağladılar. Ne var ki adaletli bir özgürlük düzenini kurmak yolundaki çabalarla elde edilmiş olan bir takım haklar sermayeci yaşamı yeniden verimli kılmaya yetmedi. Birey gene eski zamanlarda olduğu gibi kötü biçimde toplumsaliaşmaya doğru gitti. tüm özgür birey masallarına karşın özgür birey olma şansını yeniden elden kaçırdı. Topluma tam anlamında bağımlı kılınmış bir kişinin insan olma yolunda büyük boyutlarda düşünce ve eylem üretebileceğini düşünmek çocukluk olur. Bugün yalnız üretime katılan, işsiz değilse bir üretim aygıtında bir dişli ya da vida gibi iş gören insanlar yaşamı yeniden yaratma gü­cünden arındırılmış durumdalar. Dünün serfiyle bugünün çalışanı arasında çok büyük ayrılıklar olduğunu söylemek kolay değil.

-Demek ki bugünün bireyi kendisini sıkı sıkıya dış dünyaya bağlayan ve onu kendi olmaktan çıkaran koşulların
içinde yaşıyor?

-Evet. öyle. Enaz sekiz saat iş. Gerektiğinde ek çalışma saatleri ya da ek iş. B azen angarya düzeyinde karşılıksız
emek. Aşırı tüketime kışkırtılmış olarak boşluğa dönük ya­ şam. Bilincin kendi çevresinde dönüp durmasıyla oluşan dü­şünce boşluğu. Kültür gereksiniminin oyalanmaya ya da eğ­lenmeye indirgenmesi. insanlaşma yolunda tam bir isteksizlik. Kabuk değerlerle yetinme. Bugün karşısında ilgisizlik ve yarın diye bir sorunu olmama. Geleceğe açılan yolların tümüyle kapatılmış olması. Sonsuz çıkar kavgaları içinde çalkalanan toplumda gittikçe yoksullaşma.

-Bir yanda da korkunç bir kazanma telaşı.

-Artık paranın gücü belirleyicidir. Paranın gücü usun ya da sağduyunun gücünü aşıyor. İnsanlar gündelik bilinçle ya­şamlarını sürdürüyorlar. “Bir burjuva görüş/ere sahip olabilmek için zengin olmalıdır” der H. Monnier. Bu, insanın ancak parası kadar konuşabileceği gerçeğini anlatır bize. Yaman bir çöküntüyü yaşıyor dünya. XVIII. yüzyılda Voltaire ne demişti? “Bilgili kılınması gereken elişçisi değildir, bilgili kılınması gereken burjuvadır, kentlerde oturan insandır.” Ne elişçisi bilgili kılındı ne de kentlerde oturan insan. Kentlerde oturan insana para kazanmayı sağlayacak kadar bilgili olmak yetti bir zaman sonra. Ondan sonra her şey para kazanmaya, mal mülk edinmeye göre ayarlandı. Burjuva insanı zaman zaman kendisini çok ağır eleştirmiştir.
Chamfort “Burjuvalar gülünç bir kendini beğenmişlikle kızlarını nitelikli insanların toprağına gübre yaparlar” der.
Tarihte sanırım hiçbir insan kendi sınıfını bu kadar ağır eleş­tirmemiştir. En ağır eleştirileri de Flaubert yapmadı mı ! Ne diyordu? “Her burjuva, gençliğinin ateşiyle, bir gün, bir dakika olsun, çok büyük tutkulara, büyük girişimlere yetenekli olduğuna inanır. En sıradan burjuva bile sultanlar görür düşünde, her noter kendinde bir şairin kalıntı­larını taşır. ” Daha ağır bir sözü var Flaubert’in: “Demokrasinin tüm düşü proJetaryayı burjuva aptallığı düzeyine yükseltmektir. Bu düş büyük ölçüde gerçekleşmiştir. “

-Romancılar, şair/er, tüm sanatçılar bu aptallıkları anlattılar, değil mi?

-Çağımızın başlarında çöken sınıfın yani soyluluğun düş­ tüğü durumlar ilginç ve hatta gülünçtü. Bir yandan Shakespeare bir yandan Moliere bu çöküntüden pekçok konu pekçok gereç topladılar. Sonra burjuvanın gülünçlükleri başladı. Sonra, sanata konu olan bu bunalım, yavaş yavaş sanatı sarmaya başladı. Ahlak açısından sorunlu ve bilinç açısından yetersiz bir sanatçı kitlesL bu kitlenin içinde her rüzgara yelken aç­maya hazır yetersiz bir edebiyatçı kitlesi oluştu. “Edebiyatın tüm ahlaki bunalımları burjuvalığın ahlaki bunalımlarıdır” der bir çağdaşımız.

-Bu bana birden ödev ahlakını çağrıştırdı.

-Evet, ödev ahlakı gerçek anlamda evrensel boyutlarda alındığı zaman gerçek insan ahlakıdır. Ama birilerinin ödevleri var da başka birilerinin ödevleri yoksa, birileri bir şeyle yükümlüyken öbürleri değillerse, o zaman ödev ahlakından nasıl sözedebiliriz? O zaman biz de zorunlu olarak Kant’dan özür dileyip V. Larbaud gibi şöyle söyleyeceğiz:
‘Ödev, burjuvanın kendi ahlak bozukluğuna verdiği addır.” Her gerçek ahlak ödev ahlakı değil hak ve ödev ahlakı­dır. Bugün sanatın da felsefenin de insanla olan bağları iyiden iyiye zayıflamış görünüyor.

-Öyleyse felsefe ve sanat burjuva ideolojisi içinde gerçek anlamda bir insan araştırması olma niteliğini pek de kazanamıyor?

-Kurulu düzene çöreklenmiş sanatçı kendi esenliği adı­na her türlü yalanı söyleyebiliyor. Kurulu düzene çöreklenmiş
filozof da öyle. Bu yüzden Baudelaire şunu söylerken çok haklıdır: “Burjuvadan bin kere daha tehlikeli bir şey vardır, o da burjuva sanatçısıdır. ” Onun işi insanla olmaktan önce kendiyledir. Kendini ortaya koyacak, kendini benimsetecek, ün ve kazanç sağlayacaktır.

-Bu anlamda burjuvanın bir tanımını yapabilir misin?

-Kendi çıkarı için bindiği dalı kesen adamdır burjuva. Kendi yararını her şeyin üstünde tutan insandır. Tanımın en
iyisini L.-P. Fargue yapmış. Diyor ki: “Kendi güvenliği için kendinden, kavgadan ve aşktan vazgeçen insana burjuva
diyorum. ” Sanırım bundan daha güzel bir tanım yapabilmek için çok uğraşmak gerekir.

-Bir de Goncaurt kardeşlerin tanımını söylemişlin sen bana?

-Anladım. “Bir burjuva hiçbir şey okyanusudur. “

-Pekiyi, burjuva ne ist(vor. ne bekliyor dünyadan?

-Güç oluşturmak istiyor, baskı gücü oluşturmak istiyor. Egemenlik kurmak istiyor. Kimselerin ulaşamadığı olanaklara ulaşmak istiyor. Birilerini ezmek, birilerinin sırtından kazanç sağlamak istiyor. Hep benim olsun istiyor. Ben güçleneyim, ben güçlendikçe birilerinin gücü azalacaktır. Böyle demek istiyor. Maddi olarak güçlü insan olmayı tasarlarken bir takım boş değerlere de gözünü dikiyor. Örneğin şair olmak onun gözünde son derece gülünç bir iştir, ama çok ünlü bir şairle birlikte görünmeye oldukça önem verir. Şiir değil ündür onun gözünde önemli olan. Elbette bu arada en­ çok tüketici için ençok üreten olmak düşü onların tek düşü­dür. “Burjuvaların iktisadi ülküsü tüketicilerin sayısını sonsuza kadar çoğaltmaktır” der J.B.d’Aurevilly. Şimdi bizim işimiz burjuva eleştirisi değil. Bizi ilgilendiren bir tek sorun var: insanlık bu verimsiz kavrayış içinde açmaza girdi; bu açmazdan nasıl kurtulacak? Çünkü, yüzyılımız geçmiş iki üç yüzyıla hiç benzemiyor. o tam bir kısırlığın, tam tamına bir verimsizliğin belirtilerini gösteriyor. Sonunda bundan rahatsız olanların başında az sayıda dürüst aydın geliyor.

-Rahatsızlar ama yeni bir yaşam biçimini tasarlama konusunda pek de istekli görünmüyorlar?

-Her kurulu düzen çeşitli koşullarla, en başta da yasalarla bağlar insanları. Bir kere kendinize boyunduruk taktırdınız mı artık tarlayı sürmek, hiçbir şey düşünmeden sürmek bir zorunluluk olur. Egemen sınıflar geri kalmış insanlardan korkmazlar, hatta bu insanların insanlıkla ilgili yüce dileklerinden de çekinmezler. Cahil adam önünde sonunda yanlışı oynayacaktır. O zaten korkaktır, dolayısıyla tembeldir. Bu insan nasıl başkaldıracağım da bilmez. O yüzden ondan korkmak aptallıktır. Kurulu düzenler insanlara çeşitli kalıp düşünceler armağan ederler, değişik oyuncaklar gibi. Şöyle bir şey var. Bunu beğenmediniz mi? Öyleyse alın bununla oynayın. Bunu da mı beğenmediniz” Öyleyse size şunu verelim. Böyle bir düzen içinde üç beş dürüst aydının durumu dekoru tamamlamak durumu değil de nedir? Onlar yaşamı dönüştürmekte bir hiç midirler? Elbette değil. Dünya gene de onların dürüst ve bilinçli edimleriyle dönüşmektedir. Onlar bir sınıfın insanı da değillerdir. Herhangi bir sınıftan gelmiş sınıfsız insanlardır.

-Pekiyi ya o ülküler nerede kaldı? O büyük öngörü­ler? XVII.yüzyılzn o duyarlık/an? XVIII.yüzyılın yeni insana doğru açılışları?

-Bütün düzenler başta verimlidirler, sonra yavaş yavaş verimsiz olmaya başlarlar. Bu da zaten onların yavaş yavaş tükenmekte olduklarını gösterir: kuruluş ve gelişme evreleri gibi tükeniş evreleri de çok uzun sürer. İnsanlık bir köklü dönüşümünü öyle birkaç yılın içinde tamamına erdirip çıkmaz. Uzun uzun mayalanmalar, çok uzun çalkalanmalar
sözkonusudur. Bir yeniyi giyinirken bir eskiyi üstünden çıkarmak insan için tam bir serüvendir. Yeniyle eski uzun süre çekişe çekişe yan yana yaşar. Sonunu göreceğiz ille diye tutturmanın da bir anlamı yok. İnsan her noktada, aşamanın her noktasında doğru tutum alıp insanlığın gelişimine katkıda bulunmaya bakmalıdır. Bir seçim işi bu. Bir görme sorunu.
Kimileri gelişen yaşam koşulları karşısında seçimlerini yaparken geriye düşerler, kimileri de ileri yaşam koşullarını gerçekleştirme yoluna girerler. Önemli olan insanlığın gelişimine katkıda bulunabilmeyi sağlayan tutumu alabilmektir.

– Tarihe ayak uydurmak zordur diyebilir miyiz? Bir akışta kimileri olumlu kimileri olumsuz tutum alır ..

-Elbette. Ancak burada tarihe ayak uydurmanın güçlüğü kadar tarihsel akıştan yana olmanın çıkarlara ters düşmesi
var. Kurulu düzenden çıkarım varsa gelişimden yana olabilir miyim? Tarihe ayak uydurmak da kolay iş değil. Neyi seçiyoruz ve neyi seçebiliyoruz? İkisi ayrı şey. Seçmek her şeyden önce bir bilinç sorunu ortaya koyar. Merleau-Ponty’nin dediği gibi “Direnen/erin onuru da işbirlikçilerin onursuzluğu da tarihin olumsallığını gerektirir, bu olumsallık olmadan siyasette suçlu olmaz, tarihin ussallığı olmadan da ortada yalnızca deliler vardır. “

– Tarihte yanıltıcı belirtiler de var mıdır?

-Olmaz olur mu? Neyin yeniye neyin eskiye dönük durduğunu gündelik bilinçle sezebilmek olası mı? Bir de şöyle der Merleau-Ponty: ” Tarihte bir çeşit aldatıcı büyü vardır, Tarih insanları büyüler, kendine çeker, insanlar tarihin gittiği yönde gittiklerini sanırlar, derken tarih oyunbozanlık eder, bir başka durum olası olduğu ölçüde olaylar yön değiştirir Tarihin yüzüstü bıraktığı insanlar onun suç ortaklarından başka bir şey olmadıklarmz düşünen insanlar birden onun kendilerine esinlediği cinayetin elebaşıları olurlar. “

-Bugünkü verimsizlik, bugünkü kısırlık nasıl aşılacak?

-XVII.yüzyıl düşüncesi dünyayı değiştirme ya da doğayı değiştirme fikrini getirmişti. Gerçekten o zamandan beri durmadan dünyayı değiştiriyoruz. Eskiler yarar gözetmez dü­şünceyi öne çıkarırken yeniler düşüncede yalnızca yararı öngördüler. Üç dört yüzyıldır yararı tek ölçüt alan düşünce ortamları dünyayı değiştirmek adına bilimde büyük patlamalar gerçekleştirdiler. Sonra bilim geriye çekilerek yerini teknolojiye bıraktı. Teknolojinin birinci planda belirleyici olması dünyanın değiştirtirme hızını ve niteliğini artırdı. Bu başdöndürücü gelişim içinde insan kurduğu yeni düzenin tutsağı olmaya doğru gitti. Yeni düzenin mutluluk getirmeyeceğini bize aydınlanmanın büyük düşünürü Jean-Jacques Rousseau biraz örtülü bir biçimde de olsa bildirmişti. Ancak öbür aydınlanma düşünüderi dünyanın yeni biçimi karşısında hiç de telaşlı değillerdi. Bilimler ve sanatlar insana mutluluk getirmedi, uygarlığın gelişimi insanı her anlamda mutsuz etti diyen Jean-Jacques Rousseau’nun asıl sorunu bilimle ve sanatla değildi, gelişmekte olan dünya düzeniyleydi. Bilimleri de sanatları da çok kötü kullanmış bir insanlık vardı ortada. Aman, diyordu. Rousseau, böyle giderse …

-Marx’çı dünya görüşü bu noktada mı kendini ortaya koydu ?

-Evet, çünkü gidişteki sıkıntıyı Marx da gördü, onun bu görüyü edinmesinde Rousseau’nun rolü büyük olmalı. Yeni
düzeni en ayrıntılı biçimde inceleyen ve eleştiren elbette Marx oldu. Marx hiçbir şey yapmadıysa yeni yabancılaşmış
insanın tanımını yaptı. Marx’ da yabancılaşma bireyin üretim ilişkileri içinde ürettiği şeye ters düşmesine, giderek kendini şeylerin kölesi durumuna düşmüş duymasına dayanır. Yabancılaşma filozofa göre özel mülkiyetİn varlığından gelir. İktisadi alandaki yabancılaşma başka alanlardaki yabancılaşmanın kaynağıdır. Bir nesneyi üretmek işçiye güç kazandırır, ama ürettiği nesneyi başkasına kaptırması ona yabancılaşmışlık duyguları yaşatır. Çünkü bu durumda o nesne işçinin karşısına “yabancı bir varlık olarak, üreticisinden bağımsız bir güç olarak” çıkacaktır. Böylece üretenin çalışması üretmeyene güç kazandırmış olur. Ürettiği ölçüde ürünüyle büyüyen sermayenin egemenliği altına giren işçi giderek yoksul düşecek, böylece emeğin yabancılaşması ger­çekleşmiş olacaktır. Emeğin yabancılaşması ernekle sermaye arasında uçurum açılması anlamına gelir. Bu durumda ücretli “kendini onaylamaz, kendini yadsır, kendini esenlik içinde duymaz, mutsuz duyar “, giderek kendini köle olarak görmeye başlar. O artık yabancılaşmış yani bozulmuş bir kişidir: ancak hayvani isteklerini giderdikçe ve çalışmadıkça rahat duyar kendini…

-Bunun için ne yapmak gerekiyor?

-Bunun için her şeyden önce özgürlükçülük yalanını çürütmek, insanın insanı nasıl sömürdüğünü göstermek, buradan yola çıkarak bir insan tasarısı, sömürmeyen ve sömürül­meye karşı çıkan insan, tam anlamında bilinçli insan tasarısı geliştirmek gerekiyor. İnsan bu yeni insana ulaşma yolunda en büyük kavgasını bencilliklere, bayağılıklara, kalıp düşüncelere, boş ussallık gösterilerine, insanı aşağılayan ulusçuluk savlarına karşı verecek …

-İnsanı aşağı/ayan ulusçuluk savları mı?

-Ulusçuluğu abarttınız mı bir ulusu yüceltİrken öbürlerini aşağılamış olursunuz. XV. yüzyıl dolaylarında uluslar birer kültür bütünlükleri olarak birer birer ortaya çıktılar, ça­ğımızın değişik renklerde görünümlerini ortaya.koyacak bi­çimde yanyana geldiler. Boş kafa her güzel şeyi bayağılaştırıyor ve insan için bir yıkım nedeni durumuna getiriyor. Ulusallık bir beğeni zenginliğiydi, bir bakış çeşitliliğiydi, kültür ayrılığı olarak bir özelliklilik kaynağıydı. Geri kalmış bilinçler, özellikle geri kalmış dünya basını başından beri ulusal özellikleri abartıp ulusçulukları körükleyerek insanlara yanlış bilinç aşıladı, böylece uluslararası düşmanlıkları körükleyerek savaşları kışkırttı, sanayi üretiminin canına can kattı, daha çok da silah sanayiini doyurdu. Sermayeci dö­nemde en büyük kazançlar yüce değerler adına kurulmuş gibi gösterilen tezgahlarda sağlanmıştır. Oysa kurulu düzen açı­sından tek yüce değer vardır, o da paradır. Bu düzende yoksullar bile anlaşılmaz bir para tutkusuna takılmış durumdadırlar. Örneğin her ayakkabı boyacısının yüreğinde bir zengin işadamı imgesi mışıl mışıl uyur. Bu imge saçmasapan fılmlerle zaman zaman pariatılması gereken bir imgedir.

-Kültür ayrılığından, özellikle dil ve değerler ayrılığından kan ya da ırk ayrımcılığına. Öyle değil mi?

-Evet, ulusların belirginleşmesi, ulusal devletlerin ortaya çıkması yoğun bir kültür zenginliğinin verimini ortaya koyacak gibiydi. Başlangıçta öyle oldu. Sonra, gerçekliklerden iyiden iyiye kopuk bir sözde ulusallık bilinci, her yerde yakası açılmadık cahilliklerin ayıbını sessizce örtmek yükümlülüğünü yerine getirme kaygısı içinde, bir toplumun bir başka toplumu ezebilmek yolunda kendi üstünlüğüne inanması alışkanlığına dönüştü. Gerçek ulusallık bilinci dünyaya yetkiyle katılma bilincidir, evrensel insana kültür değerleri çerçevesinde özel toplumsal özelliklerle katılma bilincidir. Ancak böylesi bir ulusallık ruhu üst düzeyde donanmış bir ruhun duygu ve düşünce dünyasına karşılık olabilirdi. Bilinçlerin gündelik bilince indirgendiği yerde ulusallık kavrayışının kaba ulusçuluk çılgınlığına dönüşmesi çok kolaydır.

– Yani, dünyayı yeterince dönüştürdük, biraz da insanı değiştirelim, öyle mi?

-Sanırım dünyayı yeterince değiştirdik, biraz da insanı değiştirelim. Evet öyle. Bu hızlı ama pis, bu kolaylıkla da dolu ama çirkin dünya bizim için bir hapisane olmaya doğru gidiyor. Üç beş yüzyıldır uğraşa didine, sömüre sömürüle kurduğumuz bu yeni dünyada hızın da kolaylığın da bir gereklilikten çok çocuksu duyguları karşıladığı kesindir. Nasıl baskıcı hıristiyan ahlakı o ilkel pagan ahlaklarını, o güzelim ahlakları uzun uzun özletmişse, bugünün dünyası da bize daha küçük ama daha dingin, daha sınırlı ama daha mutlu kentleri özletiyor. El değmemiş ormanları, uçsuz bucaksız kırları özletiyor. En önemlisi de, bencilce değil de bilgece insan ve evren araştırması yapan o eskinin çalışkan insanım, özellikle Rönesans’ın o her bilgiye tutkuyla kucak açan insanım özletiyor. Demek ki, evet, dünyayı değiştirmekle olmuyor, insanı değiştirmek zorundayız. Şiir heyecanı olmayan insan neye yarar! Kendine mi yarar? Kendine de yaramaz. Bugünün insanı enaz bilinçle yaşıyor ya da yetiniyor, daha çoğunu elde edecek vakti ve isteği yok. Bu yaşayışıyla öbür türlere iyiden iyiye yaklaşıyor. Yetersiz bilinçle yaşayan insan tarihin dışındaki insandır yani insanlığın dışındaki insandır, yarını olmayan insandır, dünü hiç olmayan insandır. Hayvanların dünü ve yarını var mı? Yok, çünkü gereği de yok! Kendi kendinin aptalı olan bugünün insanı iyileşmez cahilliğine pırıltılı giysilerle ya da el kol sallayışlarla, bir takım kalıp sözlerle ya da derin ama boş bakışlada örtü ört­meye çalışıyor. Doğanın bütün ölçüleriyle bir anıt gibi yarattığı, üstüne insan emeği olan en güzel şeyleri geçirmiş olan şu güzel kız kendinde iki yüz sözcükle konuşan bir cahilliği onurla gezdirmiyor mu? Yedi yaşında yunancayı ve latinceyi söküp on beş yaşında felsefesini temellendirmiş olan bir Leibniz, on bir yaşında sesler üzerine bir inceleme yazan, on iki yaşında Eukleides’ in birinci kitabının otuz ikinci önermesini tek başına söken, on sekiz yaşında ilk hesap makinesini icat eden bir Pascal düş bile değil bugün!..

-Dünyayı yeterince değiştirdik. ..

-Dünyayı yeterince değiştirdik, şimdi kendimizi değiştirmek ve yeni insanı yaratmak zamanıdır. Bu yeni insanı yaratarak sermayeci düzenin öldürücü koşullarından insanları kurtarmak gerekiyor. İnsanın kendini yeniden bulmasını sağ­lamak gerekiyor. Auguste Comte’un özlediği ve öngördüğü o yeni özverili insanı, kendini insanlığa adamış insanı, kendini başkalarına adayarak mutlu olan, ancak öyle mutlu olabilen insanı oluşturmak gerekiyor. Sanatsız, bilimsiz, felsefesiz kalmış bir dünyada insanı yeniden kendine egemen kılmak gerekiyor.

-İyi ya bu yeni insanı nasıl yaratacağız?

-Önce kendimizde yaratacağız onu. Bu kolay kolay kandırılamayan insanı, bu bencilliklerden tiksinen insanı, dünyada yalnızca bir kişilik yeri olduğuna inanan insanı, bu dünyayı merak eden insanı, bu kendine ve başkalarına saygılı çalışkan insanı önce kendimizde yaratacağız. Siz önce kendinizde yaratın onu, gerisini düşünmeyin. Ama görüyorum ki sizin gözünüz gene başkalarında. Gözünüzü Mehmet beyin su aygırına benzeyen otomobilinden alamıyorsunuz …

-Ben mi?

-Yok canım, şaka ediyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir