Zorbalıklar,Baba Otokrasisinden Kişisiz Aygıtlara
Kafka bir “anarşist” değildi elbette, ama –romantik ve liberter kökenli– anti-otoritarizm onun bütün romanesk eserini, baba otoritesinden ve kişisel otoriteden idari ve anonim otoriteye götüren iktidarın büyüyen evrenselleşme ve soyutlama hareketi içinde kat eder. Elias Canetti’nin gayet iyi gözlemlediği gibi: “Bütün şairler arasında en büyük iktidar uzmanı Kafka’dır. O, iktidarı bütün veçheleriyle yaşamış ve şekillendirmiştir.”[69]
Peki söz konusu olan hangi iktidardır? Aydınlatıcı bir yorum getiren Adorno Kafka’nın edebiyat eserinin “büyük ölçüde, sınırsız bir iktidara tepkiden kaynaklandığını” belirtmektedir. Şunu ekler: “Bu kudurmuş babalık iktidarını Benjamin parazit olarak adlandırır: kendi ağırlığı altında ezdiği hayattan beslenir.”[70] İlk saptama gerçekten de Kafka’nın yazılarının çoğuna uygulanır: Despotik ve sınırsız bir iktidarın binlerce tezahürüne karşı hem eleştirel, hem ironik, hem de kaygı verici bir tepki. İkincisi esasen Hüküm, Dönüşüm ve kısmen de kahramanları “baba ve yaşlı kudurganlığının” kurbanı olan Amerika’yla ilgilidir. Kafka’nın bu iki hikâyeyi romanın ilk bölümüyle (“ateşçi”) birlikte Oğullar (Die Söhne) ortak adıyla yayımlamayı düşünmüş olmasında hiç tesadüf yoktur.
Bu saygın ihtiyarlardan ilki elbette ki baba Hermann Kafka’dır. Babama Mektup (1919) denen ve yazarın kişiliğini anlamak için temel anahtarlardan biri olan bu etkileyici belgede Franz, Hermann’ın “despotik karakter”inden şikayet eder ve onu defalarca “zorba”yla ve “otokrat”la karşılaştırır ve “seninle aramızda sürekli asılı duran ve yargıcının da sen olduğunu ileri sürdüğün korkunç mahkeme”den şikayet eder. Çocuk olarak kendi durumunu, “yalnız benim için uydurulmuş kanuna tabi köle”nin durumu olarak tanımlar; “bana sonsuzca uzak olan, içinde senin yaşadığın, yönetmekle, emirler vermekle ve uyulmadıkları için seni sinirlendirmekle meşgul olan” bir alanla karşı karşıya getirilir.[71] Babanın “otoriter karakteri” (herrische Temperament), “tahakkümünü en sert şekilde uygulayabilmek için” bütün imkânları –hakaretler, tehditler, yaralayıcı ironi– kullanmasında ve oğlundan, korku yoluyla, kendi iradesine mutlak itaat elde etmesinde ifade bulur. Bu tahakküm kelimenin tam anlamıyla sınırsızdır. Kafka, çarpıcı bir imge içinde, patriarkal bedeni ve iktidarı uzam içine yayar: “Yeryüzü haritasının serili olduğunu hayal ettiğim ve senin de bu haritanın bütün yüzeyi boyunca enlemesine yayıldığını gördüğüm olmuştur. Ve yalnızca senin kapsamadığın ya da senin erişemeyeceğin yerlerde yaşamanın bana uygun olduğu izlenimi edindim. Senin büyüklüğüne dair bendeki tasarım dikkate alındığında, bu yerler ne çok sayıdadır ne çok teskin edicidir…” Gerçekten de, Franz babanın imparatorluğundan mümkün olduğunca uzakta, edebiyat dünyasında bir sığınak bulmayı başarmıştı.[72]
Aynı sorunsal neredeyse takınaklı bir şekilde Günlük’te yinelenir. Burada Franz, 1911 tarihli bir notunda, Hermann’dan duyduğu “nefret”i dile getirmeye dek sözü vardırır. Hermann sürekli eleştirileriyle onu bunaltmakla kalmaz, dostları Max Brod –ona “deli” (meshuggener) muamelesi yapar– ve Isaac Löwy’ye –eve bit getiren bir köpekle kıyaslar– hakaretler eder… Baba otoritesiyle çatışma onun kimliğinin kalıcı bir boyutu olacaktır. 1921 tarihli bu geç not buna kanıttır ve yazarın ailevi “savaş alanı”nı çarpıcı bir özlülükle ifade etmektedir: “Kısa süre önce, küçük bir çocukken babam tarafından yenildiğimi ve sabit bir şekilde yenilmişken, tüm bu yıllar boyunca ihtiras nedeniyle savaş alanını terk edemediğimi hayal ettim.”[73]
Bu çatışma yalnızca psikolojik ve Oidipusçu değildir, daha geniş tarihsel bağlama dahildir: bir yandan, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun politik kültürü –Musil’in gayet iyi tarif ettiği Kakania– Kaiser’den pater familias’a dek, burada başbakanları, valileri ve diğer kurum yöneticilerini kapsayacak şekilde, bir iktidarın tüm sahiplerini aynı paternalist otorite içinde birbirine bağlamaktadır; diğer yandan, on dokuzuncu yüzyıl sonunda doğmuş bütün bir genç Yahudi entelektüel kuşak, romantik dünya görüşünün cazibesi içinde ve sanata, kültüre ya da devrime adanmış bir yaşama yoğun özlem duyarak, tüccar, sanayici ya da bankacı olan, ılımlı liberal ve asimile Alman olan burjuva anne babalarının kuşağından köklü biçimde kopacaktır. Ama Franz’da çatışma Hermann’ın otoritarizmiyle ve oğlunun edebiyat faaliyetlerine olan düşmanlığıyla şiddetlenmiştir.[74] Oğul açısından, babanın “sınırsız iktidarı”, (Adorno’nun deyişiyle) “kudurmuş patriark”ın despotik otoritesi ile politik sistem olarak tiranlık arasında açık bir bağ vardır. Yine Babama Mektup’ta, bu ikisinin aynı mantıktan kaynaklandığını saptar: “Benim gözümde sen de hakkını düşünceden değil, kendi kişiliklerinden alan zorbaların muamma karakterini taşıyorsun.” Aile ticarethanesindeki çalışanların babası tarafından kaba, adaletsiz ve keyfi muameleye tabi tutuluşunu yorumlayarak şunu yazar: “Bu durum bana mağazayı katlanılmaz kılıyor, senin karşındaki konumumu bana fazlasıyla hatırlatıyor […]. Bu nedenle ben ister istemez personelin tarafını tutuyorum…”
Praglı liberter sosyalistlere duyduğu içsel ve kişisel eğiliminin, roman ve hikâyelerindeki anti-otoriter duyarlılığının kökleri bunlardır. “Personel tarafını tutma” konusundaki savı karşılıksız değildir. Elias Canetti’nin gayet iyi gözlemlediği gibi, “Kafka daha baştan beri aşağılananlardan yanadır, […] temellerini güce dayandırarak yükselen her şeyden tiksinir…”[75] Günlük’ün birçok bölümü emekçilere olan sempatisine tanıktır; özellikle ailesine ait olan amyant fabrikasındaki işçilerin durumunu tarif edişinde bu görülür. “Dayanılmaz bir pislik” ortamında çalışan, “aktarma kayışlarının ve makinelerin bitmek bilmez gürültüsünün” serseme çevirdiği, “en gülünç güce teslim edilmiş” emekçilere “insan” muamelesi yapılmaz: “onlara selam verilmez, onlara çarpıldığında özür dilenmez.”[76]
Birçok metin ve edebi eskiz “yukardakiler”in aşağılayıcı, kibirli ve kaba tavrını tarif eder. Örneğin, –Günlük’te bulunan– İlerleme sigorta şirketi müdürü Bauz üzerine anlatıda Bauz, büroda getir götür işlerine bakacak bir görev talep etmek üzere gelmiş mütevazı bir işsize şunu açıklar: “Burada yalvarıp yakarmak bir işe yaramaz. Ben lütuf dağıtmaya yetkili değilim. […] Defolun ve beni daha fazla meşgul etmeyin” –cümleye masaya vurulan bir yumruk eşlik ederken adam da büro dışına çıkartılır.[77] “Yeni Lambalar” adlı kısa metinde ise, idari görevliler, maden ocağı işçilerinden bir heyetin sunduğu yeni güvenlik lambalarıyla ilgili gayet meşru taleplerini küçümseyici bir ironiyle karşılarlar: “Ordaki, dipteki adamlarına şunu iyice söyle: Sizin galerinizi bir salona çevirene dek didinip duracağız, özellikle de cilalanmış ayakkabılar içinde sizler geberene kadar! Duygular…” Kesinlikle profesyonel ve yansız olduğu iddia edilen Sigorta Bürosu’ndaki işinde bile Kafka zaman zaman tercihlerini ortaya koyabiliyordu. Örneğin, sivil inşaat sanayisindeki çalışma kazaları üzerine raporunda, güvenlik önlemleri üzerine tartışmada “işçi sınıfının sesi (Arbeiterschaft) yok” diye üzülür ve bu boşluğu özellikle küçük işletmelerde “işçilerin yetersiz örgütü”ne bağlar. Bu saptama Bohemya Krallığı Sigorta Bürosu sekreter yardımcısının kaleminden ziyade bir sendikacının kalemine daha yakışırdı…[78]
Babama Mektup’a tekrar dönelim, çünkü baba otoritesinin başka genç kurbanlarına –örneğin Otto Gross– Kafka’nın duyduğu empatiyi yine bu belgeden yola çıkarak anlarız. 1913 yılında babasının emriyle bir psikiyatri kliniğine kapatılan Freudcu anarşist Otto Gross, serbest bırakılmasını dışavurumcu yazarların yürüttüğü basın kampanyasına borçludur. Nietzsche, Freud ve Max Stirner’den esinlenerek, yazılarında, ailede olduğu kadar toplumda da güç istencine, patriarkal iktidara ve otorite ilkesine saldırır. Kafka hukuk fakültesinde, Otto’nun babası olan ve Sorgu Yargıçları, Polis ve Jandarma Görevlileri İçin El Kitabı’nın yazarı ve “tembeller, ebedi hoşnutsuzlar ve bozguncular…” gibi “dejenere” kişilerin sürgün edilmesinin ateşli yandaşı olan Hans Gross’un öğrencisiydi. Kafka Temmuz 1917’de bir tren yolculuğu sırasında oğul Gross’la tanışır. Kısa süre sonra, Prag’daki bir randevu sırasında Otto Gross, Werfel ve Kafka’ya Güç İstencine Karşı Mücadele Sayfaları (Blätter zur Bekämpfung des Machtwillens) başlıklı bir dergi çıkarmayı önerir. Aynı yılın kasım ayında Brod’a yazdığı bir mektupta Kafka bu projeye büyük ilgi gösterir.[79] Her koşulda Otto Gross, onun gözünde, baba zorbalığına karşı isyan ile her türlü kurumsal otoriteye (anarşist) direniş arasındaki çakışmayı kişiliğinde simgelemektedir.
1917 yılında Kafka’yı tanımış olan İsviçreli yazar Max Pulver, muhatabının karakteri ve kişiliğinde bu iki yanın sıkı sıkıya birleştiğini ortaya koyan etkileyici bir tanıklık getirir: “Kafka bu dünyaya karşı açtığı davaya yalnızca babasını katmakla kalmamış, tüm diğer babaları ve bütün otorite figürlerini de katmıştır […]. Onun itaatsizliğinden, gizlilikten aldığı zevkten, her türlü otorite biçimini küçümsemesinden tuhaf bir prestij doğuyordu: Büyük bir baştan çıkarma gücüne her zaman sahip olmuş uzlaşmazlığın prestiji.”[80] İtaatsizlik, uzlaşmazlık, baba otoritesinin ve bütün otorite biçimlerinin reddi: Kafka’nın yazılarının önemli bir bölümünü kaleme aldığı ruh hali’nin bütün kesinliği ve gücüyle burada belirtildiği görülür.
“Hüküm”ü (1912) ele alalım. Kafka’nın edebi üretiminde bir dönemeç ve belli başlı eserlerinin kaleme alınmasında bir çıkış noktası oluşturan bu kısa anlatıda Kafka yalnızca baba otoritesini ortaya koyar. Genç bir tacir olan Georg Bendemann yaşlı babasını ziyaret eder ve baba da, uydurma gerekçelerle –oğlunun Rusya’ya gitmiş bir dost karşısında sözde dikkatsizliği– onu boğularak ölüme mahkûm eder. Bu son derece acımasız hikâye, kahramanın bütünüyle ve hiç direnmeden otoriter hükme boyun eğdiği (kendini nehre atar) ender yazılardan biridir.[81] Bu hikâyenin gerilimi şöyle özetlenebilir: Baba zorbalığından kaçamayız, ama onun emirlerine körcesine itaat etmek bir intihar biçimidir…
Bu öykünün baskın yorumu, oğlun suçlu olduğunu ileri sürer –çünkü bencildir, çünkü kendini doğuran kişiyi ihmal etme eğilimi içindedir, vs. Böyle bir okumanın mantığı –Dava üzerine ikincil literatürde de buna rastlanır– amansızdır: Madem ki baba onu suçluyor ve madem ki oğul hükmü kabul ediyor ve infazı yerine getiriyor, o halde herhangi bir şeyden dolayı suçlu olmalıdır… Oysa bu, “öfkeli patriark”ın kaba ve tamamen keyfi adaletsizliği şeklindeki okuma işin özünü kaçırmaktır.[82]
Bu metni yorumlayan Walter Benjamin şu gözlemde bulunur: Baba, “oğlunu suda boğularak ölmeye mahkûm eder. Baba, cezalandırandır. Suçluluk duygusu, adalet memurları gibi onu cezbeder. Kafka için memur dünyasının babalar dünyasıyla bir olması çok önemlidir.”[83] Milan Kundera da benzer bir varsayım ileri sürer. “Hüküm” ile Dava’yı karşılaştırırken şunu saptar: “İki suçlama, suçluluk duygusu ve infaz arasındaki benzerlik, ailevi mahrem ‘totalitarizm’i Kafka’nın büyük vizyonlarındaki totalitarizme bağlayan sürekliliği ortaya koyar.”[84] Bu süreklilik büyük romanların atmosferini anlamak için temel önemdedir, ama bu büyük romanların “Hüküm” karşısında yeni bir öğe içerdiklerine hiç kuşku yoktur: İktidarın giderek anonimleşen, hiyerarşikleşen, geçirimsiz ve uzak niteliği. Yargılayan, cezalandıran ve öldüren artık baba değil, idari bir aygıttır.
Ne bu hikâyede ne de ardından gelen yazılarda Kafka’nın herhangi bir “mesaj” iletmek istemediğini yine de belirtmek gerekir. Esininin götürdüğü yere göre, önceden belirlenmiş “hedefi” olmadan yazıyordu ve eser tamamlandığında ona herhangi bir “açıklama” getirmeyi başaramıyordu. Haziran 1913’te Felice’ye yazdığı bir mektup bu konuda gayet açıktır: “Sen ‘Hüküm’de herhangi bir anlam buluyor musun, demek istediğim düz, tutarlı, takip edilmesi kolay bir anlam, yön? Ben bulamıyorum, üstelik açıklayabilecek bir şey de göremiyorum.”[85] Kuşkusuz ki bu savda başkalarına ve kendine dönük çok sayıda ironi vardır, ama bu durum yalnızca bu hikâye için değil, muhtemelen yazarın eserinin bütünü için de geçerlidir. Bu durum, açıklama çabalarının meşruluğunu zedelemez, ama bu çabalar yazarın a priori herhangi bir niyetini içermemektedir.
Dönüşüm (1912) de babanın ölümcül iktidarı üzerine bir anlatıdır. İsteği dışında dev bir böceğe (Ungeziefer) dönüşen Gregor Samsa, “babanın elinde sallanan sopayı her an sırtına ya da başına yiyip ölme” tehdidi altındadır. Patriarkın öfkesinden, babanın üzerine yürüyen ve Gregor’un hayatını bağışlaması için ona yalvaran anne sayesinde kurtulur. Yaralı, örselenmiş, lanetli ve herkesin terk ettiği Gregor ölüme bırakılır ve “cenaze töreni”ni yerine getirmek üzere, elindeki süpürgesiyle hizmetçi görevlendirilir: “Yandaki zımbırtıdan (Zeug) nasıl kurtulacağınızı düşünmeyi dert etmeyin. Çoktan halloldu!” “Aile içi totalitarizm” üzerine bu ünlü ve korkutucu masalı anlamak için, Kafka’nın Babama Mektup’unda, babanın onu “bir parazit” ve “bir böcek” (Ungeziefer) olarak kabul etmesinden şikayet ettiğini hatırlamak gereksiz olmaz.[86] Elbette bu boyut –kuşkusuz ki önemlidir–, esrarengiz kalan ve bütün şiirsel eserler gibi sonuçta “açıklanamaz” olan hikayenin “anlam”ını asla ortadan kaldırmaz. Gerçekten de, “olağanüstünün mantığı” deyimi ilk kez 1916 yılında Oskar Walzel tarafından bununla ilgili olarak kullanılmıştır.
1913-1914 tarihli Amerika –ya da Der Verschollene (Kayıp)–, otorite biçimleri açısından, bir geçiş eseridir. Egemen şahsiyetler pederşahi figürlerdir (Karl Rossmann’ın babası ve Jakob Amca), ama aynı zamanda deklase’ler (Delamarche) ve üst düzey idarecilerdir (şef metrdotel, Batılı Oteli’nin kapıcısı). Hepsi de son derece otoriterdir ve bunların karakteristik özellikleri sonraki yıllarda yazacağı roman ve hikayelerde tekrar karşımıza çıkacaktır: (ahlaki, rasyonel, insani) hiçbir doğrulaması olmayan keyfi tavırlar; kurban kahramandan talep edilen ölçüsüz ve saçma istekler; adaletsizlik (suçluluk duygusu –haksız yere– doğal, kendiliğinden, tartışmasız kabul görür); (varolmayan ya da gayet sıradan) “kusur”la tamamen orantısız cezalandırma.
Direnmeden her şeye boyun eğen kişi sonunda “bir köpek” olur: insan sürekli köpek muamelesi görürse, der İrlandalı deklase Robinson, “sonunda gerçekten köpek olduğunu düşünmeye başlar.”Genç Karl Rossmann yine de bunun “her koşulda “böyle davranılmasına izin veren” için geçerli olduğunu düşünür; o yalnızca pederşahi kişilerin –baba ve amca– hükmüne boyun eğer ve başkalarına, fiziksel olarak da dahil olmak üzere, direnmeye çabalar. En iğrençleri, hiç tartışmasız, otorite ilkesinin cisimleşmesi olan Hotel Occidental’ın idari hiyerarşisindeki şeflerdir. Aşçıbaşının uzlaştırıcı tutumlarını reddeden personel şefi haykırır: “Otoritem söz konusu, o kadar basit bir olay değil, böyle biri bütün asansörcü oğlanları baştan çıkarır.”[87] “Hizmetçilerin devasa hiyerarşik merdiveni”nin en alt basamağında yer alan Küçük Karl’ı ezen bürokratik otoritelerinde kişisel bir tiranlık boyutu vardır; bürokrasinin soğukluğunu, özellikle genç Rossmann’a kaba davranmaktan zevk alan baş kapıcıda görülen sadizmin sınırındaki acımasız bireysel despotizmle birleştirir.
Bu cezalandırıcı otoriterliğin sembolü kitabın daha ilk sayfasında ortaya çıkar: İronik bir dönüşüm içinde Kafka New York limanının girişindeki Özgürlük Heykeli’ni, geleneksel meşale yerine bir kılıç sallarken gösterir…[88] Adaletin ve özgürlüğün olmadığı bir dünyada, çıplak güç ve keyfi iktidar paylaşımsız hüküm sürer. Kahramanın sempatisi bu toplumun acı çeken kurbanlarına yöneliktir. Örneğin birinci bölümdeki ateşçi, “büyükler arasında yolunu şaşırmış bir zavallı”, ya da açlığın ve sefaletin intihara yönelttiği Thérèse’in annesi bunlardandır. Yoksullar arasından dostlar ve müttefikler bulur: Thérèse, emekçi öğrenci, onu polise teslim etmeyi reddeden halk mahallesinin sakinleri –çünkü, diye yazar Kafka, “işçiler otoritelerin yanında değildir.”[89]
Amerika’daki bazı bürokratların kişisel pederşahi otoriteyle hâlâ hangi noktada akrabalık taşıdıklarını gösteren bir işaret: Oteldeki bürolardan birinde kapıcıların yerlere eşyalar attıkları, bunların daha sonra bitkin düşmüş ayak işlerine bakan kişiler tarafından toplanıp yerleştirildiğini görürüz. Kafka Babama Mektup’ta babasının yanında çalışanlara karşı tavrını anlatır: “Birbirlerine karıştıklarını görmek istemediğin malları tezgâhtan aşağıya sertçe atıyordun… yamak da onları toplamak zorunda kalıyordu.”[90]
Amerika (Der Verschollene), kuşkusuz ki, kapitalist sanayi toplumuna yönelik Marksist eleştiriyle Kafka’nın en fazla yakınlık taşıyan romanıdır. Çalışanları acımasızca sömüren özel işletmeler olan Batı Oteli ile amca olayının tasvirinde bu durum özellikle belirgindir. Komünist edebiyat dergisi Kmen bu konuda yanılmamıştır; 1920 yılında birinci bölümün (“ateşçi”) Milena Jesenska’nın yaptığı Çekçe bir tercümesini yayımlar. Kafka Marx’ı okumamıştı, ama Marksizm’den –şu ya da bu derecede– esinlenen sosyalist çalışmalardan haberdardı. Bu yıllar boyunca sürdürdüğü okumaları arasında Holitscher’inki gibi eserler, hatta emekçilerin sömürülmesi ve yabancılaşmasıyla ilgili Marksist eleştiri öğeleri içeren Lily Braun’un otobiyografisi bulunur. Kafka’nın abone olduğu yayın olan Neue Rundschau’da 1909-1913 yıllarında Eduard Bernstein ya da Kurt Eisner gibi yazarların yayımladığı yazılarda da aynı öğelere rastlanır.[91]
Bununla birlikte, bence bu kitapta Amerikan toplumuna ve özellikle modern teknik aygıtların insanlar üzerinde iktidarına dair getirilen eleştiri, Siyonist kültür çevresi Bar Kochba’daki dostlarının, özellikle de 1913 yılında yayımlanan ve Vom Judentum adlı derlemelerinde (bir nüshası da Kafka’nın kütüphanesinde bulunmuştur) ifade ettikleri gibi, özellikle modern burjuva Zivilisation’una karşı romantik protestodan esinlenmiştir.[92] Romandaki mekanik çalışmayla ilgi kaygı verici tanımlar da buna kanıttır. Dev bir ticari işletmenin mülk sahibi olan Amca’nın yanında çalışanlar bütün günlerini telefon kabinlerine kapanarak, her şeye ilgisiz, başları çelikten bir dairenin içinde geçirirler; yalnızca parmakları, “insanlıkdışı bir şekilde tekbiçimli (gleichmässig) ve hızlı” mekanik bir hareket içinde kımıldar. Aynı şekilde, Batı Oteli’nin asansör yamaklarının işi de bitkinlik verici, tüketici ve monotondur (einforming); vakitlerini düğmeye basmakla geçirirler ve makinenin nasıl işlediğini hiç bilmezler. Bürolarda ve sokaklarda gürültü korkunçtur, insanı serseme çeviren ziller, araba klaksonları, “insanlar tarafından yaratılıyormuş gibi değil, sanki meçhul bir öğeye benzeyen”[93] burgaçlanan bir uğultu.
Örnekler çoğaltılabilir: Kitabın tüm atmosferi, amansız bir dünyaya ve elinden kaçan bir teknik uygarlığa teslim olmuş insan varlığının kaygı ve sıkıntısını ortaya koymaktadır. Wilhelm Emrich’in keskinlikle gözlemlediği gibi bu eser, “modern edebiyatın bildiği en berrak modern sanayi toplumu eleştirilerinden biridir. Bu toplumun gizli ekonomik ve psikolojik mekanizması ile şeytani sonuçlarını tavizsizce ortaya serer.” Aynılığın monoton ve değirmi geri dönüşünün, saatin tamamen niceliksel zamansallığının egemenliğindeki bir dünyadır sözü edilen.[94] Romandaki Amerika Kultur’süz bir Zivilisation olarak da görülmektedir: tin ve sanat hiç rol oynamaz gözükür ve anılan tek kitap, ticari bir yazışma eseridir…[95] Romanın bellibaşlı kaynaklarından birinin Yahudi sosyalisti Arthur Holitscher’in 1912’de yayımlanan Amerika heute und morgen adlı kitabı olduğu bilinmektedir. Bu kitapta, modern Amerikan toplumunun temsil ettiği “cehennem”in ayrıntılı bir tasviri ile Taylorculuğun iğneleyici bir eleştirisi mevcuttur: “Kitlesel üretimin sonucu olan çalışmanın uzmanlaşması, emekçiyi makinenin ölü bir parçasına, şaşmaz bir otomatizmle işleyen bir çark ya da levyeye giderek daha fazla indirger.”[96]
Bununla birlikte, Amerikan uygarlığının otoriter görünümü, Holitscher’in kitabında olduğundan çok Amerika’da görülür. Toplumsal ilişkilerde tahakkümün her yerde varlığını ortaya çıkaran Kafka’dır. Bu farklılık özellikle Holitscher’in “Athenäum Oteli, Chautauqua” başlıklı bölümü okunduğunda gayet net ortaya çıkar. Burada, lise öğrenciliğinin yanısıra büyük bir modern otelde çalışan genç bir asansörcü çocuk vardır –tıpkı Batı Oteli’ndeki Karl Rossmann gibi. Ama bu, Kafka’nın kahramanı gibi acımasız bir bürokratik hiyerarşi tarafından ezilmek bir yana, Latince dilbilgisi üzerine zengin bir müşteriyle söyleşir. Ve Holitscher bundan, toplumsal sınıflar arasındaki farklılığın Amerika’da Avrupa’da olduğundan daha düşük olduğu sonucunu çıkartır…[97]
Kafka’nın modern teknoloji karşısındaki güvensizliği, kuşkusuz ki, Arbeiter-Anfall-Versicherungs-Anstalt für das Königreich Böhmen memuru olarak kendi deneyiminden kaynaklanır: Mesleki raporlarının diyagram ve açıklamalarında ayrıntılı olarak belgelenen iş kazalarının artan sayısında, teknik ilerlemenin muzaffer çağının karanlık arka yüzünü görüyordu.[98] Max Brod’un gayet iyi anladığı gibi, Kafka’nın “mesleki” deneyimi onu bir kez daha (Babama Mektup’taki bir ifadesini tekrar ele alırsak) “emekçilerin tarafı”nı, yani kaza kurbanlarını savunmaya yöneltir: “Güvenlik aygıtlarındaki kusurların sonucunda işçilerin içine sürüklendiği sakatlıkları gördükçe toplumsal dayanışma duygularının şiddetle sarsıldığını hissediyordu.” Bu tavrı açıklamak için, liberterlerin doğrudan eylem yöntemlerinden esinleniyor gözüken Kafka’nın bir yorumunu aktarır: “Bu insanlar nasıl da mütevazı… Bizden ricaya geliyorlar. Eve saldırıp her şeye yağmalamak yerine ricaya geliyorlar.”[99]
Kafka’nın bu dönemdeki yazışmaları dünyanın mekanikleşmesi karşısında hissettiği kaygılarını da belirtir: Felice’ye yazdığı Ocak 1913 tarihli bir mektupta diktafondan söz eder ve bunu örnek bir makine olarak gösterir: “Çalışanlar üzerinde bir insan varlığının yapabileceğinden daha güçlü ve daha acımasız (grausamen) bir zorlama [uygular] […]. Diktafon karşısında memur küçük düşer, bir makinenin horultusunun hizmetine beynini veren fabrika işçisi durumuna indirgenir.”[100] Birkaç yıl sonra, Janouch’la bir söyleşi sırasında, Taylorizm karşısındaki düşmanlığını, kutsal kitaptan tınılar taşıyan bir dilde açıkça ifade eder: “Bu kadar büyük bir suç sonunda kötülüğün kölesi olmaya varır. Doğaldır bu. Yaratılışın en yüce yanı ve el yordamıyla bile olsa, sınırlandırması en imkânsız olanı, yani zaman, iğrenç ticari çıkarlar ağının esiri bulur kendini. Bu durum, yalnızca yaratılışı değil, özellikle bu yaratılışın yapıcı öğesi olan insanı da kirletir ve küçük düşürür. Bu şekilde Taylorlaştırılmış bir yaşam canavarca bir lanettir, umulan servet ve kâr yerine, açlık ve sefaletten başka bir şey yaratamaz.”[101]
Kapitalist sanayinin “ilerleme”si karşısındaki bu ahlaki ve dinsel düşmanlık, mekanikleşmiş bir insan yaşamı kâbusu karşısında tipik anlamda romantik bu kaygı, Kafka’yı Orta Avrupa Yahudilerinin Yiddiş kültürüne (ve diline) doğru çeken, Filistin’deki kırsal yaşam projelerine ve (daha muğlak bir şekilde) Praglı dostlarının romantik ve kültürel Siyonizmine doğru çeken geleneksel cemaate, organik Gemeinschaft’a duyulan özleme eşlik eder. Doğayla uyum ve barış içinde yaşayan Çek köylü topluluğu da Kafka’nın hayranlığını çekmektedir: “Köylülerin yarattığı genel izlenim: Onlar tarıma sığınmış soylulardır, çalışmalarını öyle bilgelik ve alçakgönüllülükle düzenlemişlerdir ki, olaylar bütününe hiç çatlaksız dahil olurlar ve ölümlerinin çok kutlu vakti gelene dek her türlü yalpaya ve deniz tutmasına karşı korunurlar. Toprağın gerçek yurttaşları.”[102] Bu sevgi dolu ve huzurlu tabloyu, Amerika’nın birinci bölümünde New York limanının hastalıklı coşkusunun tasviriyle karşılaştırmak çarpıcıdır: “Bitmek bilmeyen bir hareket, bir burgaçtı bu; çalkantılı denizden yoksullara ve onların işlerine aktarılıyordu.”[103]
Amerika’dan kısa süre sonra Kafka “Ceza Sömürgesinde” adlı hikâyeyi kaleme alır. Bütün hikâyeleri arasında, otoritenin en ölümcül ve en adaletsiz yüzüyle kendini gösterdiği hikâye budur. Aynı zamanda, sözün kasvetli ve zaptedilmiş şiddeti bakımından en etkileyici eserlerinden biridir. Adorno’ya göre, Kafka ile gerçeküstücülüğün uyuştuğu temel nokta olan metin ile okur arasındaki tefekkür ilişkisinin bozulmasına en fazla yol açan hikâyedir: “Anlatı okurun üzerine, tıpkı üç boyutlu filmlerdeki yeni teknikte seyircilerin üzerine hücum eden lokomotifler gibi üşüşür.”[104]
Bu temel metnin en iyi yorumlarından biri, hikâyenin birinci basımı sırasında, 13 Haziran 1920’de Weltbühne’de yayımlanan Kurt Tucholszky’nin tanıtım yazısıdır. Bu başyapıtın bir düş biçiminde kendini gösterdiğini, ama hiçbir fluluk olmadığını yazar: Bu, “acımasızca sert, vahşice nesnel ve billur berraklığında” bir düştür ve ana teması, iktidara köleliktir. “Ve bu iktidarın burada hiçbir sınırı yoktur (Und diese Macht hat hier keine Schranken).”[105]
“Ceza Sömürgesinde” adlı hikâyedeki eski komutan ile yeni komutanda geleneksel ve kişisel (patriarkal kökenli) iktidar figürlerine rastlanır. Ama bu kişilerin oynadığı rol nispeten sınırlıdır ve otoritenin ifadesi ölüm makinesinin kişisiz mekanizmasına doğru yer değiştirmiştir. Yazarın “tamamen kafadan uydurarak” yarattığı, baştan sona hayal mahsulü bu aygıtın tuhaf işleyişi, edebi yaratı olarak bu yazının büyüleyiciliğine büyük ölçüde katkıda bulunur.
Bu karanlık hikâyeyi 1945’ten sonra Nazizmin “ölüm endüstrileri”ni, milyonlarca Yahudi ve Çingenenin yetkin tekniklerle imhasını akla getirmeden okumak pek kolay olmaz. Adorno’dan George Steiner’e dek birçok düşünür, Shoah deneyiminin ışığında baktıklarında, bunun Kafka’nın en kâhince yazısı olduğunu ileri sürdüler. Daha yakın dönemde, Enzo Traverso, “‘Ceza Sömürgesinde’, insan kıyımının insanların müdahalesinden giderek bağımsızlaşan teknik bir operasyon halini aldığı yirminci yüzyılın anonim katliamlarının habercisi” diyordu. “[…] Kurbanın derisine ölüm hükmünü hak eden, Kafka’nın hayali mahsulü ‘Tapınan’, Auschwitz’deki Häftlinge’lerin dövmelenmesine etkileyici biçimde gönderme yapmaktadır. Bu, Primo Levi’ye göre, ‘tene yazılı mahkûmiyeti’ hissettiren silinmez numaradır.”[106] Bu hikâyede kâhince bir şeyler olduğundan kuşku yoktur. Bununla birlikte, bu şaşırtıcı metni anlamak için, o dönemde esin kaynağı olmuş modelleri ve güdülenimleri sorgulamak gerekir. Bence burada sıkı sıkıya birbirine bağlı üç tahakküm biçimi vardır: birincisi sömürgeci, ikincisi askeri ve üçüncüsü de (daha dolaylı biçimde) bürokratiktir.
Kafka öncelikle döneminin çok belirgin bir gerçekliğine gönderme yapar: sömürgecilik ve özellikle de Fransız sömürgeciliği… “Sömürge”nin subay ve komutanları Fransızdır; sıradan askerler, liman işçileri, ölüme mahkûm edilmiş kurbanlar, tek kelime Fransızca anlamayan “yerliler”dir. Bu “tropikal” yerin adı belirtilmemiştir. Yüzbaşı Dreyfus’un mahkûmiyetinden sonra gönderildiği Şeytan Adası olduğu hayal edilebilir ama orada yerli nüfus yoktu.[107] Ya da Yeni Kaledonya’dır. Melanezyalıların yaşadığı bu “ceza sömürgesi”ne Komüncü mahkûmlar sürülmüştü, ama Kafka –ister politik olsun, ister olmasın– sürgün mahkûmlardan söz etmemektedir.[108] Aslında, hikâyedeki ada bir “ceza” sömürgesinden çok “sıradan” bir adayı akla getirmektedir. Tek bir sürgün mahkûma bile rastlamazken “ceza sömürgesi” adı niçin kullanılmıştır? Almanca Strafkolonie terimi cezalandırma’ya (Strafe) vurgu yaparak olası bir cevap içermektedir: toplumsal ve politik yaşamı ceza aygıtının etrafında şekillenen bir sömürgedir bu. Ne olursa olsun, kişiler her sömürge rejiminde rastlanan kişilerdir: Beyaz seçkinler ve yerli kitle. Bu sömürge arka-planı, Amerika’da ve daha sonra Şato ve Dava’da olandan çok daha doğrudan ve sert olan olağanüstü şiddeti açıklamaktadır. Oysa, sömürge iktidarına böyle eleştirel bir bakış, dönemin literatüründe hiç yok değilse de enderdir.[109]
Hikâyede sömürgeciliğe dair üç farklı ifade yer alır. Öncelikle, eski komutandan ve subayda cisimleşen aşırı sertlik. Onların söyleminde kuşkusuz dinsel bir üslup vardır, ama bu bir din parodisidir ve uğursuz bir baskının aşkın doğrulanması olarak hizmet eder.[110] Ardından, daha “insancıl” olan, yeni komutanın tavrı görülür. O, işkence aygıtını ortadan kaldırmayı düşünür ama bu arada onun işlemesine izin verir, hem de öncekinden daha da keyfi biçimde. Tahakkümün bu daha “yumuşak” biçimi, insancıl ritüelini, komutanın eşi ve sömürge seçkinlerinin diğer hanımları tarafından ölüm mahkûmlarına, infazlarından kısa süre önce şekerleme dağıtılmasında bulur… Nihayet, en aydınlık olanı, yolcunun tavrıdır. O, sömürgenin barbarca infaz yöntemleri karşısında isyan eden ama mahkûm edilen yerlinin öldürülmesini engellemek için hiçbir şey yapmayan ve sonuçta uzun bir tereddüdün ardından ve “kesinlikle özel” biçimde bu işkence sistemine tavır alan bir Avrupalıdır. Bu ölçülü karşı çıkışın yine de önemli sonuçları olduğu doğrudur, çünkü cesaretini yitiren subay mahkûmun yerine geçer ve kendini infaz ettirir. Yolcuya gelince, o da sonunda sömürgeden ayrılan (kuşkusuz Avrupa’ya doğru) ilk gemiye binerek kaçmakta bulur selameti. Ama bunu yaparken iki yerlinin de –asker ile mahkûm– gemiye binmesini zor kullanarak engeller.[111]
Sömürge halkları, özerk özneler olmaktan çok tahakkümün kurbanları olarak görülürler. Bu da zaten sömürgelerde az sayıda isyan olan bir dönemin gerçekliğine denk düşer. Şunu belirtmek daha da ilginçtir ki, “bir köpek gibi” boyun eğmeden önce, mahkûm edilmiş asker meşru bir isyan hareketiyle, kendisine vuran subayın ellerinden kırbacı kapmıştı. Böylece, bir tür sosyal rövanş olarak onları sevindirmiş olan subayın ölümünden sonra, asker ve mahkûm arasında belli bir suç ortaklığı oluşur ve birlikte sömürgeden kaçmaya çalışırlar.
Sömürgecilikten başka, hikâye aynı zamanda ve aynı ölçüde eleştirel tarzda, askeri kurumu da sorgulamaktadır. Kafka, gerçekten de, hakarete uğramış askeri otoritenin canavarca intikamını anlatır. Zavallı asker, “disiplinsizlik ve üst rütbeli birine hakaret edici davranış” nedeniyle ölüme mahkûm edilir. Onun “suç”u nedir? Abartılı ve gülünç bir görevi yerine getirmeyi başaramayan ve yüzbaşının kırbacı yüzünde şaklayan asker, bir protesto çığlığıyla otoriteye isyan etmeye cüret etmişti. “Hatanın işlendiğinden asla kuşku duyulmaz” diyen subayların hukuksal doktrini uyarınca kendini savunma imkânı hiç bulamayan bu adam, vücuduna yavaş yavaş (delici iğnelerle), “Üstüne saygı göster!”[112] yazan bir işkence makinesi tarafından infaz edilmeye mahkûm edilmiştir.
Yazarın askeri otoritarizm karşısındaki düşmanlığı ve bunun ona esinlediği kaygı bu hikâyede çarpıcı bir ifade bulur. Kafka, bildiğimiz gibi, 1909-1912 yıllarında Praglı anarşist ve anti-militarist çevrelere yakındı. Onların fikirleriyle yakınlığına, 1911 yılında İsviçre’ye yaptığı bir yolculuk vesilesiyle yazdığı Günlük’teki bir bölüm kanıttır: “Yabancı bir ordunun verdiği tarihsel etki. Sizin kendi ordunuz söz konusu olduğunda bu izlenimi edinemezsiniz. Anti-militarizm için argüman.”[113] Akıl yürütme biraz tuhaftır, ama sonuç gayet açıktır: Kafka yolculuk izlenimlerinden anti-militarist mücadeleden yana argümanlar çıkarmaktadır.[114]
Bu aynı anti-militarist duygular Kafka’nın kimi edebi fragmanlarında da görülür. Örneğin şu kısa anlatıda: “İki asker gelip beni yakaladı. Kendimi savundum ama beni sıkı sıkıya tutuyorlardı. Beni efendilerinin önüne götürdüler, bir subay. Üniforması nasıl da alacalı bulacalıydı! ‘Benden ne istiyorsunuz? Ben bir sivilim’ dedim. Subay güldü ve ‘Sen bir sivilsin ama bu seni yakalamamıza engel değil. Ordu her şeyi kendi elinde tutar (Das Militär hat Gewalt über alles).’”[115] Bu birkaç satırda, bir yandan, kendi özgürlüğünü savunmaya boş yere çabalayan anlatıcının boyun eğmez tavrı (“Ben”); subayın renkli üniformasına ironik bakışı; askerlerin kendi kişiliği üzerindeki otoritesini ve sivilin “siz” diye konuşmasına subayın “sen” diye küçümseyici tarzda cevap verdiğinde onlarla kendisi arasındaki eşitsiz ilişkiyi kabul etmeyişi yoğunlaşmıştır; diğer yandan, asker açısından, ordunun –totaliter demesek de– total idare özleminin, tehditlerle dolu olarak, asker tarafından onaylanması. Askeri “şey” karşısındaki kuşkunun bundan daha özlü, canlı ve yoğun bir ifadesi güçlükle verilebilir.
“Ceza Sömürgesinde”ye geri dönelim: Bu kaygı verici hikâyenin merkezindeki kişisi ne –hem yargıç, hem cellat hem de teknisyen olan– subaydır, ne olayları eleştirel bir gözle gözlemleyen yolcudur, ne mahkûmdur, hatta ne de –genellikle sanıldığı gibi– komutandır. Bu, makinedir, aygıttır.
Bütün anlatı bu ölümcül alet etrafında, onun kökeni, deyim yerindeyse otomatikleştirilmiş işleyişi –“elle çalıştırmak” gerekmez, çünkü “alet bütünüyle tek başına işlemektedir”–, anlamı etrafında döner. Dramın başoyuncuları rollerini bu merkezi eksen etrafında oynarlar. “Her hareketi kesinlikle hesaplanmış” olan aygıt, subayın açıklamaları sırasında, giderek daha fazla, başlı başına bir amaç olarak kendini gösterir. Aygıt insanı infaz etmek için burada değildir, daha ziyade insan aygıt için buradadır, estetik başyapıtını, “çok, çok büyük sayıda süsleme”yle[116] resimlenmiş kanlı yazıtını yazabileceği bir vücut sağlamak için buradadır. Burada modern makinelerin uğursuz iktidarının Amerika’da çizilen romantik esinli eleştirisi –son derece kuvvetli bir şekilde– yeniden karşımıza çıkar. Subayın kendisi makinenin bir kölesinden başka bir şey değildir ve sonunda bu doymak bilmez Moloch’a kendini feda eder. Böylece otorite en yabancılaşmış, en şeyleşmiş figürü içinde, “nesnel” mekanizma olarak ortaya çıkar. İnsanların ürettiği fetiş olan bu şey onları köleleştirir, onlara egemen olur ve onları imha eder.
Kafka, insan yaşamlarını kurban eden hangi özgül “makine”yi düşünmekteydi? “Ceza Sömürgesinde” Ekim 1914’te, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından üç ay sonra yazılmıştı… Dünya savaşı Kafka için insanlıkdışı ve öldürücü bir makineleşme, herkesin denetiminden kaçan bir tür kör ve şeyleşmiş çark düzeni olmalıdır.[117] Ama savaşın “aygıt” olarak imgesinde, daha dolaysız, ikinci bir anlam da vardır: öldürme makineleri arasında büyük bir çatışma söz konusudur. 1916 yılında kaleme alınan bir metinde –savaş kurbanı olan sinir hastalarına yönelik bir hastanenin yapımı için halka yönelik bir çağrı– Kafka gayet net bir şekilde belirtir: “İnsanlığın tüm sefaletini kendi içinde yoğunlaştırmış olan dünya savaşı, aynı zamanda, önceki bütün savaşlardan daha fazla, bir sinir savaşıdır… Barışla geçmiş son on yıllarda olduğu gibi, makinelerin yoğun kullanımı, bunlarla uğraşanların sinirlerini tehlikeye atmakta, rahatsız etmekte ve hasta kılmaktaydı; savaş eylemlerinde makinelerin son derece artan rolü günümüzde savaşçıların sinirleri için en ciddi tehlike ve ıstıraplara yol açmaktadır.”[118]
Kafka eski komutanı, subayı ve aygıtı bir araya getirerek, Birinci Dünya Savaşı’nın temel özelliğini etkileyici bir bilinç berraklığıyla kavramıştır: En arkaik, gerici, geçmişe özlem duyan, patriarkal, sözde-dinsel ve kaba otoritarizm ile en rafine, en modern, en doğru, en “hesaplı”, en “rasyonel” teknoloji arasındaki çözülmez bağ, sıkı kaynaşma. Bu durumun bütünü somut ve belirgin bir hedefin hizmetindedir: insanları öldürme. Ve yazarın burada kavradığı şey, modern Batı uygarlığının ve araçsal rasyonalitesinin olası gelişmelerinden biri değil midir? Yirminci yüzyıl boyunca devasa barbarlık potansiyelini gösterecek olan bir gelişmedir bu.
Hikâyedeki aygıtın mevcut haliyle modern bürokratik devleti belirttiği –hem de yalnızca sömürgeci ya da askeri tezahürleri içinde değil– kabul edilebilir. Kuşkusuz ki, mevcut haliyle bürokrasi yok edici bir makine değildir, ama Kafka, Janouch’la söyleşilerinde, bürokratı bir cellatla karşılaştırmakta tereddüt etmez: “Cellat, günümüzde, soylu bir memur değildir; kamu işlevinin pragmatik ruhu ona iyi bir maaş sağlar. Sonuç olarak, her namuslu memurun içinde niçin bir cellat uyuyor olmasın? […] Onlar [memurlar] canlı ve dönüşebilen varlıkları ele alıp onları ölü ve en ufak dönüşüme müsait olmayan arşiv sicil kayıtları haline getirirler.”[119]
İnsanlıkdışı ve mekanik bir sistem olarak devletin eleştirisi, romantizm içindeki bir gelenektir ve bu düşünce akımının ilk ifadelerine kadar uzanır. 1797 tarihli bir metinde genç Schelling, “her devlet özgür insanlara ister istemez mekanik bir dişli sistemi (mechanisches Räderwerk) muamelesi yapar”[120] demişti. Modern anarşizm –Kropotkin!– bu romantik eleştirinin mirasçısıdır, ama bunun yankılarına Alfred Weber gibi kimi Alman sosyologların çalışmalarında da rastlanır. Kafka’nın, abone olduğu Neue Rundschau’da 1910 yılında çıkan ve bürokrasiyi “devasa aygıt (Aparat)” olarak, yaşamımız üzerinde tahakküm uygulayan bir “ölüm mekanizması” olarak tanımlayan Weber’in “memur” üzerine makalesinden haberdar olması muhtemeldir.[121] Bu konuya tekrar döneceğim.
Sömürgeciliği, militarizmi ya da bürokrasiyi eleştiren politik ve sosyolojik çalışmalar çok sayıdadır. Kafka’nın, edebiyatın imkânlarıyla aktardığı şey, gerçekliği “yansıtmayan” ama bunu kıyaslanamaz biçimde güçlü yeni bir ışıkla aydınlatan tuhaf bir hayali evrendir.
Patriarkların “sınırsız iktidarı”nı anlatan hikâyelerden kişisiz mekanizma olarak sınırsız iktidarı sahneleyen “Ceza Sömürgesinde”ye geçiş nasıl açıklanmalı? Kuşkusuz ki otoritenin bu “kişisizleşmesi” ve nesneleşmesi sürecinde birçok faktör işin içindedir, ama belirleyici dönemecin, devlet “aygıtları”nın gücünün ve öldürücü mantıklarının korkunç tezahürü olan Birinci Dünya Savaşı başlangıcında meydana gelmiş olması bana tesadüfi gelmemektedir.
Sonraki yazılar olan Dava ve Şato’da merkezi yeri işgal eden şey, –hukuki ya da idari– devlet aygıtının kişisiz ve hiyerarşik otoritesidir. Babanın tiranlığıyla çatışma unutulmuş değildir, ama bu yeni yaklaşım içinde aufgehoben’dir – yadsınan-korunan-aşılan.
Kafka’nın eseri üzerine düşünmenin odağına tahakküm sorusunu ilk koyanlar arasında Walter Benjamin, Bertolt Brecht, Theodor Adorno, Ernst Fischer ya da Karel Kosik gibi muhalif Marksist okurlar vardır. Belki de bunun nedeni Kafka’nın eserinin Marksizmle, daha doğrusu Marksçı düşüncenin kimi heterodoks okumalarıyla ille de uyumsuz olmamasıdır… Benjamin’e göre Kafka’nın eleştirel gücü, “işleyişi, yürütme organları karşısında bile flu kalan –manipüle ettikleri karşısında ise haydi haydi flu kalan– mercilerin denetlediği nüfuz edilemez bir bürokratik aygıta teslim edildiğini bilen modern yurttaş” açısından yazmasından kaynaklanır. Napoléon politikanın yerine yazgıyı geçirmişti; Kafka’da yazgı halini alan şey ise –“Dava ya da Şato’nun geniş bürokratik hiyerarşileri” içinde ya da Çin Seddinin İnşasında öyküsünde olduğu gibi “içinden çıkılamaz inşa projelerinde” ifade bulduğu haliyle– örgütlenmedir. Karel Kosik de Kafka’nın dünyasını “ürküntü verici ve saçma bir labirent” olarak algılar; burada insanlar, “bürokratik makine ağları, aygıtlar, şeyleşmiş yaratıklar içine alınmıştır.” Nihayet, Adorno da Praglı yazarın eserlerinin ana temasını, kendi başına sonsuza dek yinelenen ve en modern tezahürü bürokratik denetim olan kör bir şiddet üzerinde temellenen tahakküm kurucu rasyonellik (Herrschaftlichen Rationalität) olarak niteler.[122]
Kaynak:
Franz Kafka Boyun Eğmeyen Hayalperest
Yazar: Michael Löwy
Yayınevi: Versus Kitap
Çeviren: Işık Ergüden
Sayfa Sayısı: 125 sayfa