Ne Adorno, ne Benjamin, ne Karel Kosik –hele ki André Breton hiç değil!– Kafka’nın gerçekçiliğini sorun etmişlerdi. Eleşirel Marksistlerin dikkatini çekmemiş bir temadır bu. Buna karşılık, “Stalin-sonrası” komünist harekette tartışma esasen bu ciddi sorgulama üzerinde yoğunlaştı: Dava’nın yazarı “gerçekçi” bir yazar mıydı değil miydi? György Lukács bu konudaki en kesin redleriyle biliniyordu. Bu elbette Tarih ve Sınıf Bilinci’nin (1923) devrimci filozofu değil, Stalinizmin büyük ölçüde damgasını taşıyan geç dönem Lukács’ıdır. En kötü kitaplarından biri olan (1955’te kaleme alınan) Eleştirel Gerçekçiliğin Bugünkü Anlamı’nda, Macar düşünür Kafka’yı Thomas Mann’la karşılaştırarak, Kafka’nın esasen “gerçekçi-olmayan” –ve solcu bir kültür için önem taşımayan– niteliği sonucuna varır. Onun yaklaşımının çıkış noktası hem son derece dardır hem de tamamen keyfidir: Lukács –o dönemde SSCB’nin başını çektiği– Barış Hareketi’ni bütün yirminci yüzyıl edebiyatını yargılamanın temel mihenk noktası olarak görür. “Burjuva” entelektüel ve yazarları iki kategoriye ayırır: Barış Hareketi’ne katılanlar ile “böyle bir çabaya katılmayı reddederek, savaşın kaçınılmazlığına inanarak […] kaderci bir dünya görüşüne bağlı kalanlar.” Ardından, olağanüstü bir serbestlikle şu sonucu çıkartır: “iki zıt öğeler çifti, bir yanda gerçekçilik ya da gerçekçilik-karşıtlığı (avangardçılık, dekadans), diğer yanda, barış ya da savaş mücadelesi çakışır”! Stalinci tanrıbilimin bu küçük başyapıtında Kafka, “barış için mücadele etmeyi reddeden” “dekadans avangardçılığın” en eksiksiz sembolü ve ifadesi olur… 1955’li yılların Lukács’ı için Thomas Mann ile Kafka arasındaki tercih, “toplumsal sağlık ile toplumsal hastalık” (sic) arasındaki, hatta “sanatsal olarak ilginç dekadans” ile “yaşam gibi gerçek bir eleştirel gerçekçilik” arasındaki tercihe denktir.[249] Bu görüş, Kafka adını tabu olarak gören ve bu şeytani yazarı yayımlamaya surat asan Çekoslovakya’nın Stalinci bürokrasisi tarafından büyük ölçüde paylaşılmaktadır.[250]
Kafka’nın bellibaşlı eserlerini inceleyen Lukács, burada, tamamen öznel bir dünya görüşünün ürününü görür. Buna göre, gerçeklik “hiçlik tarafından belirlendiği için içeriksiz olan bir soyutlamanın boş dumanı içinde yok olup gitmiştir” ve soyut ayrıntılar “kavranılamaz bir öteye gönderme yapan sıradan rakamlar”dan başka bir şey değildir. Örneğin, “Kafka’nın Tanrısı, Dava’daki yüksek yargıçlar, Şato’daki gerçek idare, Kafka alegorilerinin aşkınlığını temsil eder: hiçlik.” Tek kelimeyle, Kafka’ya göre, “dünya aşkın bir Hiçliğin alegorisi” olarak görülür.[251]
Lukács’ın eleştirisi şaşırtıcı bir körlükten kaynaklanır: Bu içerik yokluğunun, bu “kavranılmaz öte”nin, bu aşkınlığın bir “hiçlik”e gönderme yapmadığını, –Tarih ve Sınıf Bilinci’nde (1923) bizzat kendisinin de kayda değer biçimde incelediği– şeyleşmenin yapısına ve daha somut olarak, yabancılaşmış ve şeyleşmiş bürokratik makinenin soyut, boş, ele gelmez ve aşkın kişisizliğine gönderme yaptığını anlamaz. Lukács’ın “gerçekçilik-karşıtı” olarak nitelediği edebi eser, modern dünyanın politik gerçekliğinin eleştirel olarak kavranmasına, yirminci yüzyılın belki de tüm diğer eserlerinden daha fazla katkıda bulundu.[252]
Macar Marksist filozof yine de kendi metnini gözden geçirmiş gözükmektedir. Macar meslektaşlarına anlatmış olduğu tuhaf bir hikâye şudur: 1956 yılında Sovyet işgalinin ve Imre Nagy başkanlığındaki Macar İşçi Konseyleri Cumhuriyeti’nin düşüşünün ardından, Nagy ve bellibaşlı bakanları –Lukács da eski kültür bakanıdır– Romanya’da bir yerlerdeki bir kaleye kapatılırlar ve yargılanmayı beklerler. İddianameye ulaşamadıklarından, hangi suçlardan sorumlu görüldüklerini bilmezler ve kendilerini savunmaları imkânsızdır. Onları yargılama iddiasındaki mahkemenin yapısını da bilmemektedirler: Macar yargıçlar mı, partinin yeni yönetimi mi, Sovyet politbürosu mu onları yargılayacaktır? Yoksa yalnızca Macar ve Rus siyasi polislerinden oluşan karma bir komisyon mu? Birkaç ay sonra, –aralarında Imre Nagy’nin de bulunduğu– kimileri bu kaleden infaz edilmek için çıkacakken, Lukács gibi kimileri de kuşku uyandıracak şekilde serbest bırakılırlar. Günün birinde, bu uzun ve endişe verici bekleme sırasında, filozof, avluda gezinirlerken, eşine dönerek ona şu itirafta bulunmuştur: “Kafka war doch ein Realist (Kafka gerçekçiymiş)…”[253]
Sonuçta, ileriki yıllarda –belki de Macaristan’daki 1956 olaylarının etkisi altında– Kafka üzerine yargısını kökten değiştirecektir: 1965 tarihli bir denemede 1955 tarihli denemenin tam zıddı bir analizi kabaca (ayrıntılarına girmeden) belirtir: “Kafka […] insanlıkdışı bir dönemi bütünüyle ortaya koyar […]. Sonuç olarak onun evreni […] heyecan verici ve derin bir nitelik kazanır ve bu, aynı tarihsel zemin üzerinde, […] insan varlığının çıplak ve soyut genellemesini doğrudan doğruya hedefleyen, dolayısıyla eksiksiz bir boşluğa, hiçliğe şaşmaz biçimde varan yazarlarınkiyle çelişik bir evrendir.”[254]
Lukács’ın 1955’deki tutumu, 1963 yılında Çekoslovakya’da Liblice’de Eduard Goldstücker’in düzenlediği bir konferansta (katılımcılar arasında Ernst Fischer, Anna Seghers, Klaus Hermsdorf, Roger Garaudy ve Çek, Sovyet, Polonyalı, Macar, Yugoslav ve Doğu-Alman uzmanlar da bulunmaktadır) görüldüğü gibi, komünist çevredeki entelektüellerin onayını almaktan uzaktı.[255]
Avusturyalı önemli filozof ve edebiyat tarihçisi Ernst Fischer’in konuşması kuşkusuz en ilginç konuşmaydı. Lukács’ın argümanına cevap verirken şunu saptamaktadır: “Şiir genellikle düzyazıdan öndedir… Kafka’da eleştirilen şeylerin çoğu, tersine, onun şiirsel gücünün bir bileşenidir. Buddenbrook Ailesi geç dönem kapitalist dünyanın karanlığına, fragmanlardan oluşan Dava romanı kadar derinlemesine nüfuz edemedi. Thomas Mann burjuvazinin gelişimini geriye dönük olarak tarif etmektedir […]; Kafka ileriye bakmaktadır ve günümüzün ayrıntısında yarının cehennemini keşfetmektedir […].”
Fischer gerçekçilik üzerine tartışmayı, dogmatikler tarafından dış dünyaya indirgenmiş olan “gerçeklik” kavramını altüst ederek ele alır: “Dış dünyanın öznel bir deneyim haline gelmesinin çeşitli biçimleri, gerçekliğin önemli bir çehresi değil midir? Gerçeklik insanların yaptıklarıyla sınırlanır mı? İnsanların düşledikleri, henüz var olmadıklarından kuşkulandıkları ve var olmadıklarını (ya da yalnızca görünmez bir şekilde varmış gibi) hissettikleri şeyi kapsamaz mı?” Ayrıca, Kafka’nın “negatifliği”nden şikayet edenlere cevap olarak hiç tereddütsüz şunu belirtir: “Yazar çözüm ileri sürmek zorunda değildir. Onun soru işaretleri, genellikle içerik bakımından ünlem işaretlerinden daha zengindir ve kalın harflerle basılmıştır.”[256]
Liblice konferansının katılımcıları iki kutba ayrılacaktır. Bir yanda, Praglı yazarın savunmasını üstlenenler. Bunların enerjik savunucusu Ernst Fischer’dir. Aynı zamanda aralarında Eduard Goldstücker, Jiri Hajek ve Alexey Kusak’ın (bu ikincisi Karel Kosik’e gönderme yaparlar) yer aldığı çok sayıda Çek katılımcı ile Polonyalı romancı Roman Karst ve birkaç kişi daha bu tarafta yer alırlar. Kafka’yı “öznelci” olarak eleştiren diğer taraf özellikle Sovyetler ve Doğu Almanlar Klaus Hermsdorf (yine de Kafka üzerine ilginç bir kitabın yazarıdır), Helmut Richter ve Ernst Schumacher tarafından temsil edilir. Bu önde gelen uzmanların ihtiyat öğütlerine Roman Karst ironiyle cevap verir: “birçok kişi Kafka’yı akılla okumamızı buyuruyor bize, iyi de bir şair akılla nasıl okunur ki?”
Tartışma konusu saf anlamda edebiyat değildi. “Yenilikçi” komünistlere göre Kafka’nın eseri yalnızca kapitalist dünyanın negatifliğinin radikal bir eleştirisi olmakla kalmaz, aynı zamanda, yazarın ölümünün ötesine uzanarak, Stalinizmin cinayetlerinin bir eleştirisidir. Her şeyi açıkça belirtecek olan yine Fischer’dir: İnfaz yerine götürmek için Josef K.’nın kapısını çalan cellatların istikbali yüzyıl boyunca açık olmuştur. “Bu adamlar, Mahşerin atlıları gibi dünyanın her yerinde (ve ne yazık ki yanlıca kapitalist dünyada değil) dolanırlarken Kafka hayatta değildi.” Özellikle Çeklerden oluşan başka konuşmacılar da onu destekleyecektir. Örneğin Jiri Hajek: “Kafka’nın eseri sosyalizmin hümanist tarihsel misyonuyla çelişen her şeyi, Stalinci deformasyonun sistemimize getirdiği her şeyi ve hâlâ bizim aramızda varlığını sürdüren bütün sonuçlarını mahkûm eder…”[257]
Sistem savunucularının kuşkusu haksız çıkmamıştır: 1963 tarihli Liblice konferansı, genel kanıya göre, birkaç yıl sonra Prag Baharı’na (1968) yol açacak olan kültürel ve politik değişimin önemli çıkış noktalarından biri oldu. Böylece Kafka yalnızca gerçekliği anlamaya ve yorumlamaya katkıda bulunmakla kalmamış, aynı zamanda, kendi ülkesinin modern tarihinde önem taşıyan bir ortamda bu gerçekliği dönüştürmeye de katkıda bulunmuştur…
“Gerçekçilik” sorusuna geri dönelim. 1963 konferansı sırasında Ernst Fischer’in iğneleyici bir dille söylediği gibi, “şeyleri Tanrı yarattı, kategorileri de Şeytan. Yalnızca kıt zekâlılar kategorilere denk düşer; tuhaf olanlar kategorileri parçalar.”[258] Tuhaf yazarların en yetkini olan Kafka’nın yazıları ise gerçekçi edebiyatın klasik kanon’unu, düşçül, acayip atmosferleriyle bile olsa parçalar. Bu, onların gerçeklikle ilişkileri olmadığı anlamına gelmez: Düş ve uyanıklık alanları arasında, gerçeküstücülerin sözünü ettiği bileşik kaplar sistemi gibi bir şey oluşur. Daha doğrusu, Kafka’nın düş ile gerçek arasındaki bütün hudutları –sessizce, belli belirsiz, görülmez şekilde– sildiği söylenir. Rüyasında “eski gezgin şövalye”yi gören ve belkemiğine kılıç saplayan birinin macerası üzerine fragman bu konuda çarpıcı bir örnektir. Uyandığında, “kocaman ve eski bir şövalye kılıcı”nın sırtına gerçekten saplandığını fark eder. Ancak bir iskemlenin üzerine çıkarak kılıcı milimetre milimetre çıkaran dostları sayesinde kurtulacaktır…[259] Ama Kafka’da düş, gerçeküstücülerin tersine, genellikle kâbusa yakındır.
Gerçekten de kimi yazıları –romanlardan çok hikâye ve meselleri– gerçekçilikten çok eleştirel gerçekdışılık olarak nitelenebilecek bir yöntemden kaynaklanır. Kara romanlarda, fantastik masallarda, edebi ütopyalarda ya da gerçeküstücülükte de bu görülür. Yalnızca olağandışının mantığı’nın yönettiği, gerçekliği yeniden-üretmeyi ya da temsil etmeyi asla hedeflemeyen, ama gerçekliğin radikal –duruma göre acımasız ya da ironik– bir eleştirisini de içeren hayali bir evrenin yaratılması da söz konusudur.
İster “gerçekçi” olsun ister olmasın, Kafka’nın eseri, toplumsal kurumlar karşısındaki sürekli mesafe tutumundan dolayı, edebiyatın kutsallıkdışı aydınlatma –bu deyim Walter Benjamin’indir- gücünün en çarpıcı örneklerinden biridir. Bu nedenle André Breton Kafka’yı –gerçeküstücülerin Rimbaud’dan ödünç aldığı anlamda terimin şiirsel anlamıyla– “bu yüzyılın en büyük kâhini” olarak kabul ediyordu: “Görünmezi soruşturmak ve duyulmazı işitmek” gücüne sahip kişi.[260]
Kafka’nın gerçekçiliğini ciddiye alan kimileri onu görüşlerini edebi biçimde ifade eden bir tür sosyolog olarak kabul etmektedirler. Örneğin Axel Dornemann’a göre Kafka’nın romanlarındaki bürokrasi “Weberci modelin şiirsel ve sonuna kadar götürülmüş bir versiyonu”dur.[261] Kimi Alman politika bilimcileri Kafka’nın romanlarını, Max Weber’in ve diğer sosyologların yazılarının yanında, hiç ayrım yapmaksızın, bürokrasi üzerine bilimsel bibliyografilerinde göstermeye kadar işi götürürler.[262] Daha ayrıntılı ama aynı ölçüde sorunlu olanı, sosyolog Lewis Coser’in yaklaşımıdır. Coser, Edebiyat Dolayımıyla Sosyoloji başlıklı metinler derlemesinde Şato’dan alıntılar yayımlar. Balzac, Dickens ve başka yazarlardan bölümler de içeren bürokrasi üzerine sunumunda şunu belirtir: “Bürokratik tutumun patolojisini ortaya koyan Kafka, tamamen rasyonelleştirilmiş bir dünyanın kâbusunu simgesel biçimde sunmak istemişti. Onun eseri farklı düzeylerde okunabilir; bizim burada ilgilendiğimiz yan, bürokrasinin işlevsiz yanlarını berrak bir şekilde kavramasıdır; yani Robert K. Merton’dan alıntı yaparsak, başlangıçta araç olarak tasarlanmış kuralların, bu kurallara katı bir şekilde uyulursa, başlı başına birer amaç haline gelebileceğinin, böylelikle araçsal bir değerin nihai değer olabileceğinin kavranmasıdır.”[263] Bu ilginç bir saptamadır, ama sosyolojik kavramlar –“patoloji”, “işlevsizlik”– Kafka’nın ironisinin bürokratik aygıtların “normal” ve “işlevsel” prosedürlerini kapsadığı olgusunu es geçmektedir.
Kafka sosyoloji ya da politika bilimi terimlerine “çevrilemez” kalır. Marthe Robert haklı olarak bu noktada ısrar eder: Kafka’nın eserini “bir tür bilim, din ya da uygulamalı felsefe olarak ele alarak şiirsel yaratıya ciddi olarak haksızlık edilmiş olur; tercüme edilir edilmez ihanete uğrar, çünkü başka hiçbir ifade biçimine indirgenemez.”[264] Başka deyişle, edebiyat, şiir gibi, “görünmezi soruşturma”yı ve böylelikle dünyaya ve insanlara dair bilgimizi genişletmeyi ancak kendi ifade biçimleriyle gerçekleştirebilir.
Toplumsal bilim kavramlar, kanunlar, analizler ifade ederken, edebi eser bireyleri, kişilikleri ve durumları yaşatır. Toplumsal bilim bilimsel rasyonalitenin mantığını izlerken, edebiyat eseri hayalgücünün rasyonalitesini izler ve bu sayede yeri doldurulmaz bir “bilme etkisi” yaratarak, toplumsal gerçekliğin kontur ve biçimlerini deyim yerindeyse içerden aydınlatır. Edebiyat eserinin özgül katkısı, somut tekillik düzleminde yer alır. Toplumsal gerçeklik algımızı bunca zenginleştirmesinin nedeni, bu gerçekliği, kavrayıcı denen sosyolojide bile belli bir dışsallığa mahkûm olan bilimsel kavramlardan başka türlü aydınlatmasıdır. İç ışık ve öznel yaklaşım, edebiyatı bilginin son derece değerli ve tükenmez derinlikte bir aracı haline getirir; ne kadar uygun olsa da hiçbir bilimsel eser edebiyatın yerini tutamaz…
Franz Kafka Boyun Eğmeyen Hayalperest
Yazar: Michael Löwy
Yayınevi: Versus Kitap
Çeviren: Işık Ergüden
Sayfa Sayısı: 125 sayfa