Celal İlhan’la Söyleşi: Hatice Sönmez Kaya

Söze, çocukluğunuzdan, gençlik yıllarına uzanan yıllardan, yazmaya ne zaman başladığınızdan girelim mi?

Çocukluk ve gençlik dönemimde yazarlığa özenmem için ne yönlendirici bir çevre ne de özenebileceğim bir örnek vardı önümde. Şu kadarını söyleyeyim ki çevremdeki gençlerle kıyaslanınca hayalciliğimin, gözlemciliğimin, sorumluluk anlayışımın daha yüksek olduğunun ayrımındaydım. İlkokuldayken öğretmenlerimin verdiği kitapları su gibi okuyan, ortaokuldayken okul kütüphanesinin kapısını aralayan, çok az sayıda öğrenciden biri olduğumu söyleyebilirim. Ortaokul süresince ve lise son sınıfa kadar bir edebiyat öğretmenimiz yoktu. Adını anımsayamadığım bir avukat hanım geliyordu edebiyat dersimize. Çocuklar boş kalmasın diye atanmış bir kişi. Lisenin son sınıfında, Aydın Oy adında şair bir öğretmene kavuşmuştuk. Çok geç bir karşılaşmaydı bu. Hala unutamadığım izleri vardır belleğimde.

Lise tamamlanıp Ankara’nın yolunu tuttuğum da yazmak şöyle dursun, ucundan kıyısından okuma alışkanlığım bile yoktu. Başkentte, altı ay kadar süren bir sıkıntılı dönemim vardır. Bir karış su dolmuş nemli mahzenlerde, tahta ızgaralar üstünde, testereyle çeşitli çapta saatlerce demir boru kestiğim günler de unutamadığım günlerdir. Emek, sömürü, adam yerine konulmama ve hor görülme durumlarıyla ilk kez o bodrumlarda karşılaştım. Soğuk terler döktüğüm, umutsuzluk umut arasında bocaladığım, “batsın bu dünya” dediğim o dönem, ömür boyu varlığını hissettiğim bir duyarlık kazandırmıştır bana.

Sizce, sorunlu bir çocukluk ve gençlik dönemi yaşamanın, o dönemde okumanın ya da okuyamamanın yazmaya nasıl bir etkisi vardır?

Çocukluk, okurluk ve yazarlıkla öyküsü birlikte yol alır, birlikte büyür bence. Gelişme dönemimde olmasa da gecikmiş olarak okuma alışkanlığı edinebilmemi, Köy Enstitülü ilkokul öğretmenime ve ondan sonra birkaç güzel rastlantıya bağlıyorum. Keşke ortaöğretimde çalışan öğretmenlerimiz bu yaşamsal gerçeği görerek, kitapla çocuk arasında kimsenin bozamayacağı, koparamayacağı bir dostluğu gerçekleştirebilseydi. Benim ortaokul yıllarım 60’lı yıllara denk geliyor. O dönemde otuzlu, kırklı yıllardan sürüp gelen bir kütüphane geleneği oluşmuştu okullarda. Kırık dökük de olsa, her okulda üstünde “Kütüphane” yazan bir oda, içinde kitap rafları ve hiç değilse 150-200 adet, hayli yıpranmış kitap bulabiliyorduk. Okul idareleri, asıl görevlerini unutup disiplin peşinde koşmaktan yoruldukları için, öğrencileri kütüphanelere yönlendirme çabası göstermezlerdi. O nedenle, kütüphaneye giren çıkan elinde kitapla dolaşan, kitap okuyan çok az öğrenciyle karşılaşılırdı.

Giderek kitap okumaktan uzaklaşan gençlerin ve erişkinlerin durumunu, öğretmenlerimizin ilgisizliği ile açıklamanın tek doğru olduğunu söyleyemem. Ailelerimizi baştan aşağı teslim almış TV dizileri, çocuklarımızı ve gençlerimizi tutsak etmiş cep telefonu sayrılığı… Hangi biriyle baş edecek güncel bunalımlarla boğuşmaktan yorgun düşen öğretmen?

Sonuç olarak; gençlerin, okuma ve yazma sevdalısı gençlerin önünde bir yığın engel vardır. Bu engeller aşılabilir engellerdir diyebilirim. İstemek, çok istemek gerekir hepsi o.

Tüm olanaksızlıklara karşın, bu savaşımda kendimi yine de şanslı görüyorum.

Öğrencilik dönemi sonrasına gelirsek, bu kez engeller arasına, iş yaşamınızın güçlükleri de katılmış olabilir mi?

 Yirmi yılı aşkın bir süre ağır sanayide, ağır iş koşullarında çalıştım. O koşullarda ince işlerle uğraşmak, düş kurmakla sınırlıydı benim için. Eyleme geçmek, yazmak için emekli olmayı beklediğimi söyleyebilirim. Askerlikten sonra yolum Mersine düştü. Henüz kuruluşu tamamlanmamış, montaj işinin sonuna gelmiş bir gübre fabrikasında iş buldum.

On yıla yakın çalıştığım, yaşamıma yön veren seçimler yaptığım bu dönem, benim için çok önemli bir süreç olmuştur. Emeğin, alın terinin her türlü değerin üstünde olduğunu anladığım, içselleştirdiğim yıllardır o yıllar. Madalyonun öteki yüzünde ise sömürünün, kıyımın, hor görmenin,  güçlünün acımasızlığının sınır tanımazlığına tanık oldum. Yerel gazetelerde yazılar yayımlamaya da o yıllarda başladım. Yetmişli yıllar, 27 Mayıs devriminin hızı azalmış da olsa, devrimci esintilerinin sürdüğü yıllardır. Okumanın suç olmadığı, dahası toplumun bir bölümünde iyi karşılandığı yıllardı. Kitap alacak param oluyordu. Nazım Hikmet, Aziz nesin, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Talip Apaydın, Hasan Hüseyin Korkmazgil vb. yazarları okumaya başlamıştım. Bu okumalar; makinelerin gürültüyle çalıştığı, tonlarca kimyasal maddenin harmanlanarak gübre üretildiği işyerlerinde iğreti duruyordu biraz. Ona karşın, dikkatle izleniyordum. Tutumun, konuşmalarım, sorumlu olmadığım hâlde işçilerin sorunlarına yaklaşımım, işçilerin gönlünde öne geçmemi sağlıyordu. Her şeye karşın çok güzel günlerdi.

O koşullarda ne yeterince okumak ne de yazmaya öykünmek olacak işlerden değildi.

O günlerden anımsadığım, vardiyalı çalışmanın kaçınılmaz sonucu, gerginlik, yorgunluk ve bir türlü çözüm bulamadığım uykusuzluktur daha çok.

İlk kitabın, yazma öykünüzün yönünü belirlediğini düşünüyor musunuz?

Anadolu’da Bir Nokta” ilk kitabım. Emekli olduktan on yıl sonra, 1999’da yazabildim.  Bu, doğduğum köyle ilgili bir araştırma kitabıdır. Kitap sınırlı da olsa okura ulaştıktan sonra, beklemediğim ölçüde güzel yansımaları oldu. Bu yansımalar bana yazın alanında daha iyi şeyler de yapabileceğimi gösterdi. Bu konuda, en etkili dokunuşun, rahmetli Mahmut Makal ustamdan geldiğini söylemeliyim. Anadolu’da Bir Nokta’yı okuyunca, unutamayacağım bir destek vermişti bana. “Celal, sakın yazmayı bırakma, bu kitabı yazan, inan bana çok daha iyilerini de yazacaktır.” demişti. Saygıyla anıyorum değerli öğretmenimi. Yazmayı bırakmadım, ayrıca büyük bir haz duydum yazmaktan.

2005’te ilk öykü kitabım “Ateşle Dans”ı, 2007’de ikinci öykü kitabım “Dokunan”ı yayımladım.

2009’da yayımlanan “Grevden Dönenin!” bir anı-roman kitabı oldu.  2012’de ”Dili Yüreğinde” 2020’de “Türkü Yarası” kitabım yayımlandı.

Ödül alan kitaplarınızdan da söz eder misiniz?

Çok ödüllü bir yazar değilim.

Adını saygıyla andığım, Tuncer ve Aytül Uçarol çiftinin büyük özveri göstererek 2003 yılında başlattıkları, bir yarışma vardı. İşçi Öyküleri Yarışması. O sıralar henüz kitaplı bir yazar da değildim. Yaşım ise altmışa dayanmıştı. Toplam on, on beş civarında öyküm vardı. Özgüvenim yüksek olmalı ki yarışmaya katıldım. Birincilik, Altmış Beş Metrede adlı öyküme verildi. Elbette çok şaşırdım çok da sevindim. Seçici kurulda, kitaplarını severek okuduğum bir yazar Talip Apaydın’ın yer aldığından haberim bile yoktu. Ödül töreninde ilk kez karşılaştım Ustayla. Ayaküstü sohbet ederken söylediği sözleri hiç unutmadım. Üç öyküyle katılmıştım. “Celal Bey, ilk üç sırayı alan öyküler senin öykülerindi” demişti. Nasıl sevindiğimi anlatamam. Ardından, Sağlık Emekçileri Sendikası’nın (SES) bir yarışmasına katıldım. Edebiyatçılar Derneği ile birlikte yürütülüyordu. Ateşle Dans adlı öykü dosyamla katıldım bu kez. Özendirme ödülü verdiler dosyama. Bunlar beni çok etkiledi. Daha sıkı çalışmaya başladım. Ardından, yine Abdullah Baştürk adına düzenlenen İşçi Edebiyatı yarışmasında Grevden Dönenin! Adlı Anı-roman kitabıma birincilik ödülü geldi.

Grevden Dönenin! Adı üstünde, bir hak mücadelesinin romanıdır.

Duyarlığınız geliştikçe, bilincinizle birlikte acılarınız, sancılarınız da artar. Eğer bir yolunu bulup onları dışarı atamaz, yükünüzü yeğniltemezseniz bunalıma düşmeniz olasılığı artar. Atalarımız, “Aşk ağlatır dert söyletir” diye boşuna dememişler. Kitapta anlatılanlar on yıla yakın bir süreyi içerir. Bunun beş yılı sendikacılıkla bağlantılıdır. Sancılı geçen bir beş yıl. Her şey unutuluyor, yaşarken bunu iyi bilmek, anlamak gerek. Allahtan, notlar almış, kimi belgeleri dosyamda saklamayı akıl etmişim. Grevden Dönenin!’i yazarken çok yararlandım o notlardan. Gün gelip bir anı roman yazacağımı bilseydim daha özenli davranır, birçok ayrıntılara da yer verebilirdim kitabımda.

1970’li yılların sendikacıları ve sendikacılığı, şimdi yapılanıyla kıyaslanırsa oldukça görkemli ve saygın bir mücadelenin tarihidir. Onu anlattım kitabımda.

Emek öyküleri, yeterince ilgi görüyor mu sizce?

Bir zamanlar sendikalar, yaygın olarak, ülkenin seçkin aydınlarına kitaplar yazdırır ya da yayımlanmış emek eksenli yapıtlardan satın alır, parasız dağıtırdı işçiler okusun, kendilerini geliştirsinler diye. Şimdilerde kitap yazdırmak bir yana, yazılmış kitaplardan elli – yüz adet alıp üyelerine dağıtmak bile çok seyrek karşılaşılan bir olgu.

“Grevden Dönenin!” matbaadan çıkar çıkmaz, Ankara’daki tüm sendika genel merkezlerini dolaştım. Başkanlara imzalayarak birer ikişer kitap bıraktım. Kitabın içine kısa bir de not koyarak, istenirse, uygun ederle kitap verebileceğimi anımsattım. Kişisel olarak tanıdığım üç sendikanın dışında, yaklaşık yirmi sendikadan teşekkür bile dönmedi! Bu beni çok üzmüş, düşündürmüştü. Çok geç olmadan anladım ki piyasası olmayan bir işle uğraşıyordum, sonucuna da katlanmak zorundaydım.

İşçi Edebiyatı üstüne söylemek istedikleriniz?

İşçi Edebiyatı, yalnız ödüllerle uzun süre ayakta tutulamaz bence.

Çalışma koşullarının iyileştirilmesini, emekçilerin kültür sanat alanıyla ilgilenmesine olanak verilmesini diliyorum. Asıl sanatın, üretenlerin, dünyayı omuzlarında taşıyan, ekmeği suyu, her türlü gıdayı ekip biçen, uçağından gemisine kadar en karmaşık teknolojileri bulan, kullananların yaratacağı sanat olduğunu düşünüyorum.

Bu konuda sendikaları ve öteki toplumsal örgütlenmeleri bir kez daha uyarmak istiyorum. Bin türlü güçlük içinde, ilkel ve vahşi bir sistemle savaştıklarını, parasal sıkıntılarının büyük olduğunu, gün gün eritildiklerini bilerek söylüyorum bunu. Çemberi kırmak, yeni ufuklara açılmak için de edebiyata, yazınsalın desteğine gereksinimlerinin olduğunu unutmamalılar.

Ya bugünkü Edebiyat?

Bugünkü edebiyata gelince! Giderek özünden uzaklaştığı, bir eğlence ya da bulmaca kimliğine doğru yol aldığı söylenebilir. Önemli ödüller almış birçok kitabı okumakta zorlandığımı söylemek istiyorum. Yenilik, deneysellik adına metni içinden çıkılmaz hale getiriyorlar. Edebiyatın, bu okur kıtlığında daha özenli, daha anlaşılır olunmasından yanayım.

Dil konusunda ne söylemek istersiniz?

Dil konusunda büyük bir savurganlıkla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Yazar arkadaşlarımızın birçoğu, Türkçenin arınmasını, gelişip serpilmesini kendilerine dert etmiyor. Eskimiş, posası çıkmış Arapça sözcükleri kullanmaktan “keyf” alanlar olduğu gibi günün modası İngilizce, Fransızca sözcüklere takılanların sayısı da gün gün artıyor. Kaygıyla izliyorum onları. Kendi adıma, yabancı bir sözcüğü kullanmamak için büyük çaba harcadığımı söyleyebilirim. Ama memlekette özgürlük varmış, isteyen istediği sözcüğü kullanabilirmiş(!)

Arkalarına Batı’nın dayanılmaz desteğini almış, yenilerin sayısı belirsiz de eskilerden, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Ahmet Altan, Hasan Ali Toptaş vb. yönteminin yazınsala egemen olmasından kaygılıyım açıkçası.

Şu sıralar neler yapıyorsunuz? Yeni çalışmalarınız var mı?

Çok az yazdığımı söylemeliyim. Yazamayınca iyi bir kaçamak yolu vardır, o yoldayım şimdilerde. Okuyorum, Yeni Gelen, Üvercinka, Çağdaş Türk Dili gibi nitelikli dergiler yanında, yazar arkadaşlarımın öykü, roman, şiir kitaplarından, bazen klasik modern kitaplardan seçmeler yaparak  okuyorum.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir