Dersim Alexanderplatz – İmran Ayata “Kesin görülen bir mağlubiyet anlık bir hamleyle galibiyete dönüşebilirdi”

“Sarhoşluk ve mest hali ile pişmanlık arasında bir kahraman… kibirden uzak güzel, eğlenceli bir eser…” Lena Bopp, Frankfurter Allgemeine Zeitung

Berlin’de geçim derdi olmadan rahat yaşayan, zevkine radyoculuk yapan, kâh gece hayatına kâh entelektüel ortamlara takılan, hazzı belki bulan ama mutluluğu, gönül rahatlığını bulamayan bir genç adam… Anlam eksik… Aşk eksik… O anlamı ve başka bazı meçhûllerin ipuçlarını, küçücükken kaybettiği anne babasının memleketinde, Dersim’de bulabilir mi acaba? Aşkı, Hamburg’da tanıştığı, aklını başından alan o Dersimli genç kadında bulabilir mi? Hayat kadar alaycı, hayat kadar kederli ve hayat kadar ümitli bir roman. Tavlada tek bir hareket oyunun tüm gidişatını değiştirmeye yeterdi. Kesin görülen bir mağlubiyet anlık bir hamleyle galibiyete dönüşebilirdi – Altan’ın kendi hayatı için dilediği şey işte tam da buydu.

“Almanya ve Türkiye hallerini kaynaştırırken, ‘göçmen kökenli Alman’ kalıbını anlamsızlaştıran bir roman.”
Annabel Wahba, Die Zeit


KİTAPTAN OKUMA PARÇASI

1

Oldukça rahat ama biraz da huzursuz bir şekilde kanepeye
uzanmış Berliner Zeitung’u karıştırıyordum. Günlerden cumaydı ve yaşanan Sibirya soğuklarına rağmen Ahmet Amca’yı arasam mı diye düşünüyordum. Akabinde Mascha ile
sevişirdim. Sonra da Kreuzberg’den çocukluk arkadaşlarım
Altan ve Okan ile 103’te kadeh tokuştururduk. Ne de olsa bugün otuz beşinci doğum günümdü ve en azından bugünlük Mascha’ya biraz daha iyi davranırlar diye umuyordum. Kendisinden pek hoşlandıkları söylenemezdi. Mascha
da onları beğenmez, işgüzar bulurdu. O yüzden benim evde buluşup önce Paparazzi’ye akşam yemeğine gideriz diye
sözleşmiştik, sadece ikimiz. Mascha’ya göre yemekleri nefisti, sırf bu yüzden bile gitmeye değer, diyordu, Hakescher
Markt’taki bir mimarlık ofisinde proje geliştiricisi olarak çalışan Mascha.
Duvarın yıkılmasından önce bile Paparazzi’nin belli bir
şöhreti vardı, zira sahibesi koskoca Doğu Berlin’de İtalyan
mutfağı sunan ilk kişiydi. Tarifler büyükannesinin âşığının
hediyesiydi, Livorno’da İtalyan Komünist Partisi’nin kurulduğu gün tanışmışlardı. Bana anlatılan buydu. Doğru olup olmadığının da pek önemi yoktu aslında. Berlin’de bir yerlere gelmek isteyenin ağızdan ağıza yayılacak bir hikâyesi olmalıydı.
Önümdeki birkaç saat için yapmış olduğum planlar suya düştü. Evde akşama kadar hiçbir şey yapmadan öylesine
oturup kalmışım ki televizyonda haber bülteninin başlamasıyla aynı anda kapı zili çaldı. Mascha, diye düşündüm, dünyanın en dakik insanı, başka kim olabilir. Beyaz fanilam ve
çimen yeşili boxer’ımla kapıyı açtığımda ilk Mascha’yı gördüm, ancak etrafı da bir düzine arkadaş ve tanıdık ile çevriliydi. Ve kâğıt düdükler yüzüme çarpmaya başlamıştı bile…
Hep bir ağızdan, “SÜRPRİZ!” diye çığlıklar kopuyordu.
İlk olarak Mascha boynuma atladı, iş arkadaşım Liz de
onu takip etti. Frank, Flori ve Okan bol gürültü yaparak bira kasalarını mutfağa taşıdılar. Çeşitli paket ve çiçekleri kabul ederken birdenbire üstümün ne kadar çıplak olduğunun
bilincine vardım. Yatak odasına kaçmamla birlikte bazı misafirlerim de paltolarıyla kaşkollarını yatağımın üzerine bırakmak için anında yanımda bittiler – Almanlar için tipik bir
parti kibarsızlığı.
Hep beraber disko salonu dediğim odada oturduk ve yılbaşından, yeni aşk varyasyonları ve yeni yıla bir one-nightstand ile başlamanın en kesin çözüm mü yoksa trajik bir hata mı olduğu üzerine lafladık.
Eski kız arkadaşım Jennifer Bol şans ve güzellikler diye şarkı söyletme teşebbüsüne giriştiğinde kendi partimde kendimi bir tutuklu gibi hissetmeye başladım. Doğum günümü
kutlamak konusunda hiçbir zaman pek hevesli olmamıştım,
özellikle de ocak ayının ikisi kutlama için pek de ideal bir tarih olmadığı için. Parti misafirlerim ise istiflerini hiç bozmadılar, anlatılacak çok şey vardı.
Aceleci tavırlarla CD ardına CD koyan Frank’ı izledim.
Dj masası da olmadan tek bir çalma aygıtımızla, kendisi pek
amatör bir parti animatörü durumuna düşme tehlikesi altındaydı. İlk şikâyetler gelmeye başlamışken, aslen Blue Velvet
diye bir ajansta çalışan Frank Britpop’tan Balkan turbo-folk’a
geçerek memnuniyeti yeniden sağladı. Bucovina Club sampler’ıyla turnayı gözünden vurmuştu; Shantel ve saz arkadaşları Berlin partilerinin banko numaralarındandı.
Flori sağ kolunu sallıyor ve sanki elektrik veriyorlarmış
gibi üst bedenini titretiyordu. Dışarı doğru uzattığı kıçıyla yuvarlaklar çizerek meraklılarına göbek-bacak-popo çalışmalarının ürününü sunuyordu. “Bu gece hepimiz Bucovina’yız,” diye çığırdı. Şimdi Schneiderler kapıda bitip gece
uykusu filan diye bas bas bağıracaklar diye düşündüm. Sonuçta burası Türkiye değil filan falan. “Bu-co-vi-na,” diye
bir kere daha avazı çıktığı kadar bağırdı Florian.
Yapmacık hareketlerine sinir olmaya başlamıştım. Kendi kendini partinin prensi ilan eden Flori’nin her daim birtakım ezikliklere geçiş bileti bulunurdu, onun dışında da zaten
Schöneberg’den gelen ve işlerini Batı Almanya’daki bit pazarlarında satmaya çalışan başarısız bir sanatçıydı. Alman arkadaşlarımın folklor teröründen afakanlar basmaya başlayınca Altan, Okan ve Jovanka’nın yanına mutfağa gittim. Jovanka’nın babasının Čačak’tan getirdiği slivovitz’in1
tadına baktık ve midelerimizde çıkan yangını hızlıca bira yuvarlayarak
söndürdük. Böylece paralel toplum olayı benim için medyaların uydurması olmaktan çıkıp bu an ve burada yaşanan bir
parti gerçeği haline gelmişti. Almanlar kendi aralarında kalıp
Balkan müziği ile dans ederken Kanaklar2
da Alman birası
yudumluyorlardı. Bir tek Dennis bu kuralı bozarak kanaklar
masası için geçici oturma müsaadesi hakkını saklı tutmuştu.

1 Balkanlar’da çok sevilen meyveli brendi – ç.n.
2 Özgün anlamı Güney Pasifikli bir yerli halk. Almanya’da Doğuluları ve özellikle Türkiye’den gelenleri aşağılamak için kullanıldı. ’90’larda ırkçılık karşıtı hareket bu adı “inadına” sahiplenip tersine çevirdi – ç.n.

Liseye beraber gittiğimiz Altan bu dünyanın izm’leri ile
ilgili açıklamalarda bulunuyordu. Bilgili olduğu konulardı. Esaslı sorularla ilgili olması kaydıyla eline geçen her şeyi
okuyordu. Sonrasında felsefe okudu ve Humboldt Üniversitesi’nde Almanya’da göç sonrası öznellik ile ilgili master tezini verdi. Babası Yusuf, Altan’ın yaptığı her şeye “hava gazı,”
diye kızardı. Bir cent bile kazanamayacak ve hiçbir yere gelemeyecek, derdi, tek yaptığı gözlerini daha da bozmak. Altan’ın umurunda bile değildi. Avrupa’nın solcu entel sosyetesine dahil olmak onun için daha önemliydi. Azınlıklara dahil
olmak için bu kadar zahmete girilmesini ise Okan’ın aklı almıyordu. Yine de içkili haliyle bile zihinsel uçuşları ile kendini gösteren Altan’a hayranlık duyuyordu. Onu dinliyorduk – ya da en azından dinler gibi yapıyorduk. Masada oturan herkes anlatılanları önceden duymuş gibi hissediyordu.
Okan, “Abi, Devrim’e kadeh kaldıralım,” diye bir öneride
bulundu. Dennis, “İyi fikir, moruk,” diyerek konuşmaya katıldı. Dennis sekiz ay önce Hamburg’dan Berlin’e taşınmıştı ve Oranienstrasse’de uyuşturucu bağımlısı gençlerin kaldığı bir konut projesini işletiyordu. Altan nasıl sürekli felsefe yapıyorsa, Dennis’in de en sevdiği konu eski mahallesiydi.
“Bir gün hep beraber Altona’ya gidelim,” diye ortaya bir
teklif attı.
“Sürekli Belgrad’ı öven annem gibisin. Boş ver Devrim,
sen hediyelerini aç bence,” diye söylendi Jovanka.
Hediyeleri teslim edilemeyen paketler gibi üst üste depoladığım yatak odasına doğru giderken banyo kapısının hafifçe aralık durduğunu fark ettim. Kapıyı vurmama tepki gelmemesine rağmen içeri girdim. Mascha lavaboya yaslanmış
kollarına su tutuyordu. Anlaşılan klozete kadar gitmeyi başaramamıştı. Çıkardıklarını görünce midem bulandı. Yine
de kız arkadaşıma sarıldım.
“Daha iyi hissediyor musun?”
“Evet, sağ ol.”
“Bekle, bir bez getireyim.”
“Yok, boş ver. Ben hallederim.”
İtiraz etmedim.
Mascha kendi kustuğu için kendisi temizlemesi gerekirdi. Yanağından öptüm, yatak odasına girdim ve birkaç seçme hediye ile mutfağa döndüm.
“Mascha’da her şey yolunda mı?” diye sordu Jovanka.
Endişelendiği için soruyordu, kibarlığından değil. Jovanka söylediği ve yaptığı her şeyde dürüstlüğü ile bilinirdi. Hepimizi bu özelliğine hayrandık, en çok da kendisiyle üç yıldır birlikte olan Okan. Jovanka ayrıca çok güzeldi ve sayısız
hayranı vardı. Kimse yanına yaklaşmaya cesaret edemezdi.
Zaten kimseye pas vermezmiş gibi bir havası da vardı. Bunları hiç kafasına takmayan tek adam Dennis’ti ve ona göre
Jovanka tam bir dosttu. Ona bile “moruk” diyordu.
Berlin’e taşınmasından kısa süre sonra Ankerklause’de Jovanka’ya çarpmış, üstüne kırmızı şarap dökmüş ve sonra da
kot eteğini kuru temizlemeye götürmek konusunda ısrar etmişti. Böylece Dennis de bizim gruba katılmış, yeni Berlinlinin yalnızlığından da öylece kurtulmuştu.
Benim için Jovanka ulaşılamaz güzellik, iyi arkadaş ve
OHAL bölgesiydi. Altan ve Okan’la aramızdaki anlaşmaya
göre arkadaşının manitası tabu sayılırdı.
“Her şey yolunda,” dedim Jovanka’ya ve hediyelerden bir
tanesini açtım.
“Happy birthday Türk,” diye bağırıştı herkes, benimse
elimdeki polisiye romanın hâlâ sayısız sosyal hizmet görevlisine ve hoşgörülü Alman’a doğum günlerinde hediye ediliyor olmasına inanasım gelmedi: Dedektif Kayankaya da daha
iyi günler görmüştü.
Jovanka bir kez daha çay bardaklarını slibowitz ile doldurdu.
“Şimdi bir tur da absent ve sonra tamamız. Bir keresinde
Lizbon’da iki tane içmişim, saatler sonra sıfır hafıza ve ayakkabısız olarak Tejo’da uyandım. Bairro Alto’dan oraya nasıl
gittim, haberim yok moruk,” diye hatırladı Dennis.
“Hafızasız idare edilir de, ayakkabısız…?” diye cevabı yapıştırdım.
“20. yüzyılın başında bir adamın absenti fazla kaçırıp o
kafayla bütün ailesini öldürdüğünü biliyor muydunuz?” diye söze girdi Altan.
Jovanka, “Ne diyorsun?” diye sözünü kesti.
“İsviçreliler halkı yoklayarak anayasaya absent yasağı eklenmesi için uğraştılar. Henüz birkaç yıl önce kalkan bir yasa. İnanılmaz, değil mi?”
“Senin de bilmediğin yok,” dedi Altan’ın ukalalıklarından
biraz sıkılmaya başlayan Jovanka.
Okan, Altan’ı konuşmaya teşvik edercesine hafifçe tokatladı. Eskiden beri Altan’ın bilgeliğine hayrandı ve onu politikaya atılması için teşvik ediyordu. Okan’ın düşüncelerinin
temelinde basit bir formül yatıyordu: Eğer Almanya’da hayranlık ve saygı uyandırmak istiyorsak kariyer yapmamız gerekirdi. Altan gibi birisi politikaya atılmalı, benim gibi birisi medyalarda olmalı ve kendisi gibi biri de işletme sahibi olmalıydı. Okan kendi adına tüm enerjisini kendi yeni küçük
şirketine harcamak konusunda kararlıydı. Başarılı olabileceğinden emindim –ancak Altan’ı mahalle toplantılarında el
sıkışır, Kreuzberg derneklerinde onur üyesi seçilir ve birtakım komitelerde sinir bozucu detaylarla uğraşırken pek gözümün önüne getiremiyordum– o, felsefenin temel ilkelerini düşünmekten hoşlanırdı.
“Altan bir şarlatan değildir,” diye cevap verirdi Altan hep.
Kendisi her zaman ve her yerde okurdu, tuvalette bile ve
orada da özellikle Walter Benjamin’in Parıltılar’ını okumayı severdi.
“Bu meret uçuruyor. Absentin var mı evde, Devrim?” diye
sordu Dennis. Hayır yoktu. Olanı çıkardım: Kokain.
Line’dan sonra disko salonunda dans edenlerin arasına katıldık. Frank bu arada dünya müziği kısmından şarkılar çalmaya başlamıştı. Hoparlörlerden yüksek sesli perküsyonlu folklor müziği geliyordu, tek bir gitar akoru bile
duyulmuyordu: Ortalık iğrençlik kraliyetine dönüşmüştü.
Liz müzikten hoşlanıyor muydu acaba? Muhtemelen Radyo Tolerance’da bütün gün etnik müzik dinlemek yetmişti
ona. Disko odasına çıkan kapı boşluğunun yanında duran
kahverengi deri kanepeye oturdum, Mitte’nin en büyük kanepesi sayılabilecek bu kanepeye canavar kanepesi lakabını takmıştım.
“Ee, mevzularınız bitti mi?” diye sordu bana rutin bir
öpücük veren Mascha.
“Bana kalsaydı şimdi Paparazzi’de oturuyor son grappalarımızı3
yudumluyor olurduk.”
“Sus lütfen. İçki düşününce bile fenalaşıyorum,” diye itraf etti, kendini şaşılacak derecede hızlı toparlamış olan Mascha. Misafirlerle ilgilenmeye başlamıştı bile, benden daha
tecrübeli olduğu bir alandı.
Saat ikiye gelirken çoğu insan gitmişti. Altan daha buradaydı ve Heidi’yle konuşmaya çalışıyordu. Zor bir şey değildi aslında, zira edebiyat eleştirmeni olan Heidi, Altan’ın
konular potpurisine aşinaydı ve kendisi de small talk’ta uzmandı. Ancak bu gece Altan’a ilgi göstermedi. Heidi, Flori
ve Mascha canavar kanepesinde oturup ot içmeye devam ettiler. Altan’la mutfağa gittik, kendisi flörtteki mağlubiyetini
dengelemek için tavlada beni yenme niyetindeydi. Bize öğretildiği gibi kesintisiz sigara içerek attığımız zarların Farsçasını mırıldanıyor ve pulları jet hızıyla yerlerine itiyorduk,
tıpkı usta oyuncular gibi. Altan, tavlanın, felsefe, kadınlar,

3 Üzümden yapılan yüksek alkollü İtalyan brendisi – ç.n.

alkol ve uyuşturucu ile beraber hayatımızın temel taşlarından birini oluşturduğunu açıklama gereği hissetti.
“Bahsettiğin şeyler bana uymuyor.”
“Aptal, alegorik anlamda kastediyordum.”
“Nasıl?”
“Mecazi yani, anlıyor musun? Neyse boş ver, lanet olası
dört ciharınla devam et sen.”
Tavlada tek bir hareket oyunun tüm gidişatını değiştirmeye yeterdi. Kesin olarak görülen bir mağlubiyet anlık
bir hamleyle galibiyete dönüşebilirdi – Altan’ın kendi hayatı için dilediği şey işte tam da buydu. Bir keresinde, Dresdenerstrasse’deki Cafe Devran’da düzenlenen bir mahalle turnuvasında Altan kırktan fazla pos bıyıklı Anadolu erkeğini geride bırakıp üçüncü olarak 75 euroluk bir ödül kazanmış ve boynuna üzerinde bir Kürt özgürlük savaşçısının resmi olan bronz madalyasını takmıştı. O özgürlük savaşçısının tavlayla ne alakası olduğuna ise Altan bile bir anlam verememişti.
“Oturma odasında olay bitmiş. Müzik sesi bile gelmiyor.”
“Daha iyi. Schneiderler yüzünden,” dedim.
“Geçen gün merdivenlerde karşılaştık Schneider’le. Daha
evvel dikkatimi çekmemişti ama Sarrazin’e4
çok benziyor.”
“Kime?”
“Maliye bakanın!”
“Seninki de değil mi?”
“Devrim, sinir etme. Ama karısı da Caroline Reiber’e benzemiyor mu?”
“Sarrazin’in karısının neye benzediğini ben nereden bileyim?”
“Yok, komşun olan şu kadından bahsediyorum. Caroline
Reiber’e acayip benziyor.”

4 Göçmenlerin yol açtığı “yabancılaşmayı” konu alan kitabıyla ırkçılığın popülerleşmesine katkıda bulunan Alman yazar – ç.n.

“O kim allahaşkına?”
“Sunucu, halk müziği kısmından.”
“Doğru ya, nasıl unutmuşum.”
“R’leri öyle bir yuvarlıyor ki, inanılmaz.”
“Millet neler yaparak meşhur oluyor ya…”
Altan beni yenip Heidi acısını hemen unuttu. Misafir odasındaki kanepede yatsın dedim ama günün tavla galibi bunu
istemedi ve az sonra diğerleriyle vedalaşmadan gitti. Ben de
bir sigara içtim, ortalığı topladım ve boş bira şişelerini kasalara geri yerleştirdim.
Işığın hafifletilmiş olduğu disko salonuna geri döndüğümde gördüğüm manzara karşısında donakaldım. Canavar kanepesinin üstünde Flori ağızı açık uyurken Heidi’yle
ve Mascha birbirlerine sımsıkı sarılı olarak uzanmış deli gibi
öpüşmekteydiler. Kokainden iyi olduğum için göğsüme birden bıçak saplanır gibi bir acı girdi. Heidi’yle Mascha farkıma varsın diye hafifçe öksürmem gerekirdi belki. Onun yerine salak gibi ışığı açtım. Kızlar korkuyla havaya zıpladılar.
Mascha elleriyle çıplak göğüslerini örttü.
“Yanlış anlama sakın,” diye kekeledi Mascha.
“Yok, hayır, katiyen,” diye karşılık verdim.
Heidi susuyordu.
Ayağı kalkıp leopar desenli botlarını giydi ve çekingen bir
gülümsemeyle yanımdan geçti. Az sonra daire kapısını çektiğini duydum.
Ben de ceketimi giydim ve kaşkolumu taktım.
Mascha, “Bir şey hoşuna gitmediğinde hemen kaçamazsın,” diye beni tutmaya çalıştı.
“Tabii ki kaçabilirim,” dedim ve onu uyuyan Flori’yle beraber evimde bırakıp çıktım.
Yüzüme iri kar taneleri çarpıyordu. Kanepenin üstündeki sahne bir an için aklımdan çıktı. Ama hemen ardından kafamdaki düşüncelerle karışan tuhaf görüntüler beynime akın
etti. Nadir yaşanacak güzellikte yumuşacık bir geceydi ve Berlin kışının ışığında bir kar prensesi gibi Christinenstrasse’den
aşağı doğru süzülüyordum. Kar taneleri birazcık daha da irileşti, tabanlarım biraz daha yüksek bir sesle gıcırdadı, en azından bana öyle geliyordu. Her adımla kendimi biraz daha yalnız hissediyordum. Az sonra ise kendimi mahallemin en rahat “götürme” barı olan Kaffee Burger’da buldum. Burada Yeni yıla devam ediyoruz partisi son sürat vuku bulmaktaydı. Bir
mottosu olan partilerden nefret etmeme rağmen, şu an için
öyle küçük düşünmeyeyim, dedim. Çok uzun boylu bir garson elinde gümüş bir tepsiyle votka bardaklarını dans eden
kalabalığın arasından geçiriyordu. Millet kendine bir bardak
içki alıp tepsinin üstüne bozuk para atıyordu. İki tane votka
yuvarladım. Müzik vücuduma yavaş yavaş nüfuz etmeye başladı ve hoş bir sızı duydum. Bir kadın hemen dikkatimi çekti.
Gülümsüyordu, ben de geri gülümsedim. Erkekle kadın arasındaki durumlar bu kadar kolay gelişebiliyordu işte.
Küf kokan bir kanepeye oturduk ve bana ismini söyler
söylemez onu öpmeye başladım. Dokunuşları ve öpücükleri beni yastıklara yapıştırmıştı, sıcaklığı bedenimi ısıtıyordu.
“Bana kendinden bahset,” dedi Nadja.
“Etmesem daha iyi.”
“Niye buradasın?”
“Öylesine.”
“Adam akıllı bir cevap çıkmaz mı senden?”
“İnsanların arasına karışmak istemiştim de.”
Durdum ve bir anlığına aklıma Flori’nin gösterişli dansı,
Altan’ın felsefi tezleri, Sırbistan’dan gelen slibowitz ve özellikle de doğum günümü sonlandıran sahne geldi.
“Bundan sonra ne yapıyoruz?” diye plansız bir atağa geçtim.
“Başka bir yerlere gidelim bari.”
Nadja’yı eve atmak için pas atıyordum aslında. Gerçi pek
de kararlı sayılmazdım, çünkü muhtemelen Mascha evde
beni bekliyordu.
“Kreuzberg’e gidebiliriz. Roses ya da Cake’de kesin olay
devam ediyordur…”
“Süper. Zaten o tarafa gitmem gerekiyor.”
Taksi Alexanderplatz’da kırmızı ışıkta durduğunda Nadja
dalgın dalgın camdan dışarı bakıyordu. Mascha olsa, neyin
var diye sorardım. Nadja’yı rahat bıraktım ve mırıldanarak
Gazebo’nun I like Chopin’in nakaratına eşlik ettim. Thompson Twins’in Hold me Now’una da eşlik etmeye kalkışınca
taksici radyonun sesini kıstı. Anlaşılan benim iyi bir şarkıcı olduğumu düşünmüyordu. Nadja gülümsedi. Thompson
Twins’in üyelerine ne oldu acaba, diye kendi kendime düşündüm, onları Madonna’ya Live Aid konserinde eşlik ederlerken keşfetmiştim.
“Zaman su gibi akıp geçiyor,” diye söylendim, çünkü birden o konserin üzerinden yirmi yıl geçmiş olduğunu fark etmiştim.
“Nasıl?” diye sordu Nadja.
“Yok bir şey.”
Roses’da sona kalan birkaç gececi içkilerini yudumlayarak
“Sana mı gidelim yoksa bana mı?” finalini gündeme getirmekteydi. Bara oturduk, birer Moscow Mule söyledik, biraz
daha konuştuk ve öpüştük. Bir süre böyle devam etti, sonra Nadja’nın Mehringsdamm’a gitmesi gerektiği ortaya çıktı.
Birbirimize telefonlarımızı verdik ve dışarıda son bir defa bu
sefer adam gibi öpüştük. Nadja’nın taksiye binmesini bekledim, arkasından el salladım ve birbirimizi bir daha hiç görmeyeceğimizi anladım.
Mascha’yla tartışmayı o an için gözüm yemediğinden
Kreuzberg’de kaldım. Onun konuşarak geçici bir barış elde
etme riski yüksekti. İyi becerdiği bir şey olduğunu biliyordum ama istediğim bu değildi.


KÜNYE
Dersim Alexanderplatz
İmran Ayata
İletişim Yayınları
Çeviri: Vanina Kutelas
1. baskı – Temmuz 2020
265 sayfa


İmran Ayata
1969’da Ulm’da (Almanya) doğdu. İlkokula Yeşilyazı’da (Ovacık/Dersim) başladı ama bitirmeden Almanya’ya döndü. Frankfurt’ta Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. O dönem çeşitli gazetelerde ve dergilerde yazmaya başladı, Die Beute dergisinin yayın kurulunda yer aldı. Irkçılık karşıtı Kanak Attak hareketinin kurucularındandır. 2005’te ilk kitabı Hürriyet Love Express yayımlandı. Ondan altı yıl sonra Mein Name ist Revolution’u yayımladı (Elinizdeki kitap onun çevirisidir). Sanatçı Bülent Kullukçu ile Songs of Gastarbeiter Vol. 1 CD’sinde göçmen şarkı ve türkülerini Almanya’da geniş bir kitleye tanıttı. Son olarak futbol romanı Ruhm und Ruin’i yayımladı. Berlin’de yaşıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir