Düşünce Tarihinde Hayvanlar ve Doğa – Mert Sarı

Bu kısa yazıda sınırlı tümcelerle felsefi bir yaklaşımla hayvanların varlığını ve doğa sorunsalını ele almak istiyorum. Konunun önemi karşısında bu kısa yazı kaçınılmaz olarak yetersiz, kifayetsiz kalacaktır. İleride belki bu felsefi sorunsalı daha geniş tartışma sözkonusu olabilir.
Kadim Hint düşüncesinde önde gelen bir öğreti olan Jainizm özellikle doğa dostu bir anlayış taşıyordu. Jainizm?e göre canlı doğaya saygı en temel davranışsal ilkeydi. Bu amaçla Jainistler bir haşaratı bile ezip öldürmemek için yoğun bir dikkat gösterirlerdi. Vejetaryan beslenirler gerekmedikçe ufak bir otu ezmemeye çalışırlardı.
Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni Ahit?e (İncil) göre hayvanların konumu ikinci sıradadır. Museviliğin ve Hıristiyanlığın kutsal kitaplarına göre, karadaki denizdeki ve havadaki tüm canlılar insanların egemenliğine sunulmuştur.
Çağımızın hukuksal kurumsallaşmasında büyük ölçüde esinlenmiş olan Roma hukukuna göre hayvanlar eşya kapsamında değerlendirilmiştir. Roma hukukunda onlara bir ticari mal statüsünde yer verilmiştir. Hıristiyanlıkta hayvanlar ölülerle ve devinimsiz nesnelerle bir sayılmıştır. Katolik Hıristiyan düşüncesini en çok etkilemiş teologlardan biri olan Aquina’lı Thomas?ın ünlü yapıtı “Summa Theologica”da ?Tanrı insanlara hayvanlara ve ineklere ne yaptığını sormayacaktır.? Demektedir. Eski ve Yeni Ahitlerde Hazreti Süleyman ile ilgili pasajda ilgi çekicidir. Hazreti Süleyman ile ilgili anlatılarda Hazreti Süleyman hayvan dostu bir yalvaç olarak görülüyor. Kuşlarla kuş dilinde ve diğer hayvanlarda kendi dillerinde konuşabiliyor. Yine söylenceye göre Hazreti Süleyman ?insanları, başka bir ruhu soluyan hayvanlara bir üstünlüğü yoktur? demekte.

İnançlı Ortodoks Hıristiyan olan Dostoyevski?nin Karamazov Kardeşler yapıtındaki bir pasajıda ilgi çekici bulduğumu belirtmek isterim. Dosteyevski, Karamazov Kardeşler?de Keşiş?in ağzından şunları söylemekte:
?Hayvanları seviniz, Tanrı onlara düşünmenin başlangıçlarını ve masum bir yaşama sevincini vermiştir. Onları ürkütmeyiniz onlara eziyet etmeyiniz onların masum yaşama sevinçlerini kaçırmayınız. İnsan varlığınla hayvanların üzerinde yükselme. Onlar günahsızdırlar, sen ise yeryüzünde görünmenle yeryüzünü zehirlemektesin?

Ünlü Fransız düşünür Rene Descartes?e (1596-1650) göre hayvanlar bir duyum yaşamayan otomatlardır. Burada geçen otomat deyimi Descartes?in kendisinin kullandığı bir deyim. Yine Descartes?e göre ruhları olmadığından hayvanlar acı da çekmezler. Onlara acı verildiğinde ancak mekanik davranışlar gösterirler.Yüzyıllar boyunca bir aklı olmayan hayvanların ahlaka da konu olamayacakları savunulagelmiştir. Bu sava karşılık ilk kez aydınlanma çağında, acı çeken varlıklar olarak hayvanlar ahlaki açından savunulmuştur. Faydacılık felsefi öğretisine bağlı olan İngiliz düşünürü Jeremy Bentham şöyle demektedir:
?Sorun hayvanların akıllı varlıklar olup olmadıkları değildir, sorun onların da acı çekme hissinin bulunduğudur, hayvanlarda fiziksel acı yaşayabilmektedirler ve de bu bedenle ahlakın konusudurlar (Jeremy Bentham, “An Introduction to the Prenciples of Morals and Legislation” Ahlâkın ve Yasamanın İlkelerine Giriş, 1789 adlı yapıtı).

Bilindiği gibi Jeremy Bentham?ın yaşadığı yıllarda İngiltere?nin Amerika kıtasındaki kolonilerde kölelik yaygın bir sosyal kurumdur. Jeremy Bentham, kölelere olduğu gibi hayvanlara karşı da belirli bir insani dikkati ve adil bir davranışın gözetilmesi gereğini önererek ileri sürüyor. Hayvanların korunmasına yönelik ilk yasal düzenlemeler 19.yüzyılın başlarında İngiltere?de oluşturulmaya başlandı. Bunda İngiltere?de yoğunlaşan feminist hareketin payı büyük olmuştur. Başlangıcından itibaren pek çok feminist etobur beslenme biçimini ataerkil toplumsal ve psişik bir yapılanmanın tezahürü olarak saymışlardır. Düşünce tarihinde aynı nedenlerle Leonardo Da Vinci?nin, Leo Tolstoy?un ve Bernard Shaw?ın etobur beslenmediklerini biliyoruz.
Özellikle Kızılderili kültürünün hayvanlara ve doğaya karşı duyarlıklı bir kavrayışa sahip bulunduğu görülmekte. Kızılderililer doğadaki her bir varlığın çok özel ve kendine özgü bir yeri olduğuna inanırlar. Küçük bir böcek bile doğada özgün bir yere sahiptir. Doğadaki her bir varlık kendisi başına ve kendisi için değerlidir. Beyaz adamın insan için doğa kavrayışına karşılık Kızılderililer, kendisi için bir değer olan doğa anlayışını benimserler. Doğadaki her şeyde, organik olmayan varlıklarda bile bir devingenlik, bir dirimsellik, canlılık varsayarlar. Kızılderililerin bilincine göre doğa, bir önemsiz insanın yüksek saygı göstermesi gereken bir aşkın varlıktır.

Oysa şımarık beyaz adam, artık üçüncü dünyaya da sıçramış olan tüketim kültürünün güdük insanı kendi zavallı aklını, doğanın 500 milyon yılının deneyim birikiminden süzülüp gelen oyuncağı hakkında daha üstün sanıyor. Bu ne gülünç ne aymazca yanılsama. Frankfurt Okulu üyeleri, özellikle Adorno ve Horkheimer, modernitenin insanının, her şeyin kendi çıkarına göre uyarlamak isteyen aklına ?araçsal akıl? demektedirler. Umarım buradaki internet düzleminde bir gün Frankfurt Okulu?nun görüşlerini de genel çizgileriyle özetleme olanağı bulurum.

Sezen Aksu?nun ezgilendirdiği, sanırım Turgut Uyar üstadın bir dizesinde ?bir yaşlı çınar ağacının bilgeliğinin, insanın bilgeliğinden üstün olduğunu vurguluyor.? Kanımca belirli bir açıdan bu gerçekten de böyle. Ben de ulu bir ağacın bilgeliği karşısında, küçük bir çocuğun yapmacıksızlık karşısında, ve çingene dostlarımızın yoksul yaşama sevinci, neşesi karşısında bilgeliğimden ve erdemliliğimden kuşkuya düşmüşümdür hep. Ve son olarak sizlerden ricam değerli okurlarım. Lütfen ulu ağaçlara, küçük çocuklara ve özgür ruhlu çingenelere saygı gösterilmesi.

İçtenlikli saygılarımla?

Yazan: Mert Sarı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir