Kişiyi “özne” yapan şey kendinde var olan ve olmayanların bir öteki üzerinden yansıması, kendine geri dönmesi sürecinin toplamıdır. Özne bu yönü ile bir zaman aralığına gereksinim duyar; bu geçiş, bu süreç ne kadar kısa olursa öznel belirginleşme o kadar net ve fakat bir o kadar hatalı/kusurlu olacaktır. Sürecin uzunluğu ise hem özne’nin netliğini artıracak hem de hatalı algıyı azaltacaktır. Ancak sürecin çok uzaması her daim gerçek iz düşümün bozulması riski ile karşı karşıya bırakır.
Bu risk ancak yansıma aralığının bozulmaya neden olmayacak bir sürede gerçekleşmesi ile giderilebilir. Bu optimal süreyi özne’nin belirleme olanağı bulunmamaktadır; bu süreç geri yansımayı yaratan öteki’nce belirlenmektedir. Böyle olunca yansıyan “özne” nin kendi gerçeği ile örtüşmesi kendi dışındaki bir olgunun edimiyle belirlenmekte olduğundan bu risk hiçbir zaman ortadan kalkmış sayılmaz. Öyle olunca da “özne” bu risk altındaki yansıma gerçeği ile kendini tanımlamak durumundadır. Bu da gerçeğin bir risk olduğu sonucuna varır. O zaman “özne”nin gerçeği risk taşıyan geri yansımaların ortaklaştığı merkezde toplanan değerin kendisi ile eşitlenmiş olmasıdır.
Dürtü ve arzu organın bedene egemenliği ile tinin organa egemenliği çizgisinde ayrışırlar. Yaşama dürtüsü –arzusu- tüm canlılarda benzerlik gösterse de insandaki dürtünün diğer canlılardan farklılaştığı görülecektir. Zira, dürtünün tetiklediği arzu tin tarafından ketlenebilir. Bu ketlemeyi yalnızca insan gerçekleştirebilmektedir. Bu nokta dürtü-arzu-amaç üçlemesine işaret etmektedir. Burada “amaç” bir üst benlik olarak dürtü/arzuyu ketleyen düşünsel bir eğilim/edim şeklinde ortaya çıkar. Amacın kendisi ise toplumsal özneleşme ile yakından ilgilidir. Çünkü amaç, toplumsal var olma biçimi olarak ortaya çıkar. – her ne kadar bireysel görünse de- …Mekanik-topluluk ile öznel-topluluk arasında bu nedenle fark vardır; topluluk içindeki bireylere görevin kodlanması ile görev bilinci bir diğerinden ayrılır ki, ilki mekanik ikincisi öznel topluluğa işaret eder. Karınca ile insan örneğinde olduğu gibi…
İnsanın var oluşu kendini içinde bulduğu maddi gerçekliği ile öznel/düşünsel gerçekliği arasındaki kopmaz ve muazzam bir gerilim üzerinde gerçekleşir. Ya hep ya da hiç yaklaşımında olduğu kadar eklemci olmak ya da tam teslimiyet şeklindeki tüm öznelleşme süreçlerinde bu gerilimin payı göz ardı edilemez. Eklemlendiği “şey”den bağımsız zaman nasıl tahayyül edilebilir ki? Demek ki zaman “şey” denilenin biçimsel değişim şekli olarak sonsuzlaşan “şey”in hareket/devinim tarzından başka bir şey değildir. Zaman başlı başına bir “öz” değildir; onu var eden “öz”ün biçimlenişidir. Saf değişmeyen, her yerde var olan bir “öz” yoktur ki zaman soyutlanabilsin/bundan bağsızlaşabilsin?! “öz”, içinde var olunan sonsuz-evrenin ta kendisidir. Böylece sonsuzun bir “öz” olduğu sonucuna varılır ki bu dahi “şey”in biçimlenmiş şekilleriyle ortaya çıkar, algılanabilir duruma gelir; algılanamayan ile soyut dışta kalırken sonsuzluk bir “öz” biçiminde hep var olur.
Varlık/var olma/yaşamın –organik- başlangıcına dair bilgi/ve görüşler onun biyo-kimyasal ve fiziksel koşullar kadarı kadar sosyal-öznel koşullarının da felsefi temellerini bulmayı arzulamaktadır. Çünkü buna dair bilgi onun/insanın yaşam nedeninin/amaç-ereğinin bir uzanımıdır. Ayrıca bu yönde yapılacak tespitlerin onun/insanın geleceğine dair bilmek istediği olgulara ışık tutacak/yol gösterecek olması nedeniyle de önemlidir. İnorganik maddeden organik maddeye evrimle sürecinde inorganik maddenin devinim biçimi içinde bulunduğu ortam onun organik parçalara/parçacıklara dönüşmesini sağlamıştır. Organik dokuların/molekül/hücrenin temelindeki atomik parçacıkların varlığı onun/organik dokunun inorganik yapılardan evirildiğinin gösterenleridir. Bu verilme sürecinde ortaya çıkan organelin içinde bulunduğu koşulların zorunlu bir sonucu olarak varlığını sürdürebilmesinin ve evrimleşerek gelişimini sürdürmesinin altında hiçbir erek/amaç bulunmaz. İlkel organizmalar üzerindeki tüm etkiler onun kendi içine kapanmasını değil tüm etkilere karşı bir tepki geliştirerek ikili/çoklu bir ilişki ağını yaratmasını sağlamıştır. Dolayısı ile bu baskılama ve buna bağlı gelişen tepkilerden ikili/çoklu ilişki kalıplarının doğduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Canlı organellerin şekillenmeye ve türleşmeye başlamaları ile bu iletişim biçimi de şekil değiştirmiş ve insan bir bütün olarak bu ortam içinde doğmuştur/varlık kazanmıştır. Doğal belirleyicilik eşik değerine ulaştığında insanın iradi edimi ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle, insanın iradi edimi doğal belirleyiciliğin eşik değerini belirlemiş ve doğal belirleyicilik insan iradesinin de katıldığı çoklu bir belirleyiciliğe doğru evrilmiştir. Doğal belirleyiciliğin ve determinizmin bir eşik değeri olmasaydı insan/irade/bilinç/istenç/tercih/özgürlük/öznellik gibi olguların tümü birer aldanmadan öteye geçemeyeceklerdi.
Varlığın “özne” boyutuna taşınması sosyal-tarihsel-ekonomik-politik “insanlaşma”nın bir belirleyeni ve aynı zamanda bir sonucudur. Bu nedenledir ki varlık, “tek”liği ile “özne” olarak değerlendirilemez. “özne”nin olduğu her yerde en-az iki kişili sosyal bir dokunun varlığı şarttır ve gözlemlenebilir. “özne” olgusu bir kez gerçekleştiğinde/ortaya çıktığında bu durum evrensel bir çerçeve oluşturur. Bu çerçeve o ve ötekinin ona ve ötekine göre bir sınırı olduğunu gösterir/gösterendir. Öznelleşme denilen olgusal süreç bu evrensel sınır çizgisi üzerinde kendini gerçekleştirir. Bu sınır çizgisi geometrik ve sınırları belirgin olan bir düzlem değildir. Özneleşme çerçevesinin esnekliği onu gerçekleştirecek “özne”nin kimliği, kişiliği, tüm edimleri ile sıkı bir etkileşim içerisindedir; bu nedenle, esnek olduğu gibi kimi zamanlar dokunulduğunda kemik kadar sertleşebilme özelliğine de sahiptir. “özne”nin evrensel çerçevesi onun soyut failliğinin kabulüne dayanır. Bu failliğin bilgisi ve algısı onun özerkliğinin de kabulü temelinde yükselmesini sağlar. Bu özerklik onu evrensel özne içinde somutlaşan insanı/birey düzleminde ele alınmasını sağlar ve edimlerinde bağsız olduğu sonucunu doğurur. Bu durum, aynı zamanda öznelleşen bireyin doğal-fizik-sosyal yasaklar, baskılar ve tüm etkilere karşı bağımsızca edimler geliştirebileceğine işaret etmektedir. Dolayısı ile, neden ve sonuç ilişkisinde fizik yasalar ile toplumsal yasaların örtüşmemeleri kadar olağan/doğal bir şey olamaz. Sınırsız olmasalar da tercihler hiçbir zaman tek değildir ve “tercih”in kendisi bile fizik yasalarındaki kaçınılmazlığın/zorunluluğun ötesinde , aşkın bir gerçekliğe temas etmek demektir. Bu durum, insanlaşma sürecinde bireyin öznelliğini gerçekleştirirken bir çok seçenek arasından öznel gerçekliğine uygun düşen –kimince saçma da olsa- tercih yapmasında, yapabilmesindedir. Bu edim aynı zamanda öznelleşme olgusunun kendisine yapılan bir göndermedir. Doğal-fizik yasaları ile toplumsal yasaların örtüşmemeleri insan denilen canlının doğal yapısı ile sosyal yapısı –bir zorunluluk olarak gerçekleşmiş olsa da- arasında bir gerilime neden olur. Kültür bu gerilim sonucunda ortaya çıkmıştır. Kültür bu nedenle bir yönü ile doğaya yabancılaşma iken bir yönüyle de onu aşmaktır. Bu aşkınlık insanı doğallığından koparırken onu doğaya karşı sebeplisi olmadığı ve fakat birikimi ile sonuçlarını öngörebileceği anlamsız bir savaşa sürükleyen olgunun ta kendisidir. “üretim aletleri” kültürün materyalleri ise, “üretim ilişkileri” de bu materyaller dolayısı ile ortaya çıkan bireyler arası ilişkiler ağından başka bir şey değildir. Bu açıdan kültür, bir üst kurum m olarak “üretim ilişkileri”ni de kapsamaktadır. Toplumlar geçmişten günümüze doğru kategorize edilirlerken kültür genel çerçevesinde de –doğaya yabancılaşma düzeyleri açısından da- kategorize edilebilirler. Toplumsal değişim/dönüşümü sağlayan ögeler bu çerçeve içerisinde varlık kazanırlar.
Varlığın kendisi kozmolojik bir büyüklük ile ifadesini bulduğunda onun içindeki bireysel var olmaların ondan bir farkı olmadığı açıktır. Böyle onunca, her varlıkta ayrı bir öz arayışı olsa olsa o varlığın kendini gerçekleştirmesi süreci/devinimi ile ilgilidir. Ancak genel/kozmik-öz tekil değil çoğul varlıkların bir araya gelmesi/etkileşimleri sonucunda gerçekleşmiştir. Bu nedenle onun genel-özel bağlamında bir ilişkisinin, belirleyiciliğinin olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.
Nejdet Evren
Aralık 2015/ mart 2016
Akarca,
Esin Kaynağı Kitap:
Bedensiz Organlar
Deleuze ve Neticeler Üstüne,Slavoj Zizek, Monokl Yayınları, Birinci Basım 2015 Eylül, Umut Yener Kara çevirisi, 304 sayfa