George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında yayımlanmış ve George Orwell dahil, Aldous Huxley gibi pek çok yazara ilham vermiş bir eser.
Biz, aynı 1984 gibi distopik bir bilim kurgu; ve yine aynı onun gibi çok sert toplumsal eleştiriler getiriyor. Bu nedenle kitap yayınlanmasından 1 yıl sonra Sovyetler Birliği’nde yasaklanmış ve ancak 1988 yılında tekrar basılabilmiş. Ülkemizde ise 90’lı yıllardan sonra farklı yayınevleri tarafından birkaç kez basılmıştı. Son olarak 1 , Ömer Ertan Yurtsever çevirisiyle Biz’i tekrar bastı. İçeriğe uygun, hoş bir kapakla basılan Biz, totalitarizm tehlikesine işaret ederek, distopyayı radikal bir eleştiri silahına dönüştürmüştür.
Bütünlüklü, bitmiş bir topluma karşı olan Yevgeni Zamyatin Biz’de, böylesi bir toplumun olumsuzluklarını anlatır. 26. yüzyılda geçen romanda insan doğadan ve kendi “ben”liğinden koparılmış, “Biz”leşerek teknolojiye ve bürokratik devlete teslim olmuştur. Kişisellik, özgürlük yoktur… İnsanların adları değil, numaraları vardır. Saydam, cam duvarların arkasında yaşayan insanların her dakikası devletçe belirlenmekte, denetlenmektedir. Erkek ve dişi numaralar yalnızca, izin belgeleriyle önceden belirlenmiş sevişme saatlerinde birbirlerini ziyaret ettikleri zaman perdeleri indirme hakkına sahiptirler. Kitapta Yevgeni Zamyatin’in de referans gösterdiği gibi Thomas Hobbes’un Leviathan isimli çalışmasının adeta vücut bulmuş halini anlatır Biz.
Kitaptan tadımlık bir bölüm:
Her şey yerli yerindeydi, hayat çok basit, sıradan ve düzenliydi. Parlak camdan binalar, soluk cam gökyüzü, yeşilimsi hissiz gece… Ama bu soğuk camın altında vahşi, kırmızı, kıllı bir şey vardı usulca koşuşturan. Nefes nefese kalmıştım ama geç kalmamak için koşmaya devam ettim.
Birden alelacele takıştırdığım rozetin çıktığını hissettim, cidden çıkmıştı ve kaldırıma düşmüştü. Eğilip almaya çalıştığım o sessiz anda birinin ayak seslerini duydum. Dönüp baktım. Ufak tefek kamburu çıkmış bir adam köşeden dönüyordu ya da en azından öyle görünüyordu. Koşabildiğim kadar koşmaya devam ettim. Rüzgarın ıslığından başka bir şey değmiyordu kulaklarıma. Evimin girişinde durup saate baktım, 22.30’a bir dakika kalmıştı. Kulak kesildim ama arkamda kimse yoktu. Bu sadece benim aptal hayal dünyam ve zehrin etkisiydi.
Gece tam bir işkenceydi. Yatak altımdan kayıp gidiyor, yükselip alçalıyor gibiydi. “Her üye geceleri uyumak zorundadır. Uyumak her üyenin günlük görevidir, ertesi gün çalışabilmek için gereklidir. Gece uyumamak suçtur,” diye kendi kendimi telkin ettim. Ama buna rağmen uyuyamadım, bir türlü yapamadım işte.
Bittim ben. Tek Devlet’e olan görevimi yerine getirecek durumda değildim. Ben…