Bugün işçi sınıfı edebiyatının en büyük romanlarından birisi olan Germinal’i ve dünya edebiyatında yazarlığı kadar entelektüel kimliğiyle de ayrıcalıklı bir yer edinen Émile Zola’yı hatırlatmak istiyorum. Yordam Kitap’ın uzun süredir yayıma hazırladığı romanın Soma’daki işçi katliamının hemen ertesine denk gelmesi bir rastlantı. Ancak maden kazalarını “fıtrat”a bağlayan bir zihniyet tarafından yönetilen bir ülkede her rastlantı bir zorunluluktur.
Yayınevi kitabın girişine, “Özelleştirme ve taşeron sisteminin, aşırı kâr hırsının, denetimsizliğin ve göz yummanın, iktidar kayırmasının, ihmal zincirinin sonucu olarak yaşanan kömür madeni ocağı faciasında (açıklanan resmî rakamlara göre) 301 maden işçisi hayatını kaybetti. Maden işçilerinin çetin hayatını, özlemlerini, sevinçlerini ve kavgalarını anlatan bu kitabı, kaybettiğimiz Soma madencilerinin anısına adıyoruz” notunu eklemiş. Zola da Germinal’i benzer bir anlayışla, 9 Şubat 1884?te Anzin maden ocaklarında başlayan grevden etkilenerek, grev yapılan madenleri yerinde inceleyip işçilerle konuşarak kaleme almıştı.
“Germinal”, Fransızcada “tohum, ürün, bereket” anlamına gelen bir sözcük. Zola bu sözcüğü işçi sınıfının pratik faaliyetini özetlemek için kullanmıştı. Fransa’da yeni yeni gelişmeye başlayan endüstrileşme sürecinde büyük yoksul yığınlar oluşturan işçi sınıfı siyasi mücadelesi içinde “Germinal” sözcüğünü -romanı ve yazarıyla birlikte- heyecanla benimsedi. Öyle ki Zola?nın 1902 yılındaki cenazesinde kitleler “Germinal, Germinal” sloganlarını haykıracaklardı. Anatole France?ın sözleri sokakta doğrulanıyordu; “Germinal insanlığın bilincinde büyük bir sıçramaydı”.
Émile Zola yaşadığı dönemde kitleler tarafından benimsenmiş, çok okunmuş ve sevilmiş bir yazardı. Edebiyat alanındaki mirası 20. yüzyıl boyunca pek çok yazar tarafından sahiplenildi. Ancak onun asıl mirası yazar ve entelektüel kişiliğinde aranmalıdır. Mesela Cezayir savaşına karşı çıkan Sartre?ın tavrında Dreyfus davasına yazılarıyla müdahil olan Zola?nın etkisi mutlaka vardır. Bizim sorgulamamız gereken, bir zamanlar Türkiye?de de sevilen, okunan, model alınan bir yazar olmasına rağmen Zola?nın yazar ve entelektüel kimliğinin -birkaç istisna dışında- karşılık bulmamasıdır. Ne Germinal tarzında bir başyapıt ne güçlü bir işçi sınıfı anlatı geleneği var edebiyatımızın. Mesela, maden işçilerini anlatan romanlar dendiğinde Reşat Enis’in Afrodit Buhurdanında Bir Kadın, Ahmet Naim Çıladır’ın Bir Yudum Soluk -ve hikâyelerini topladığı Kuduz Düğünü-, Mehmet Seyda’nın Yanartaş, İrfan Yalçın?ın Ölümün Ağzı, Muzaffer Oruçoğlu’nun Grizu, Metin Köse’nin Mükellefiyet’i geliyor aklıma. Belki birkaç roman daha sayılabilir. Kısacası yüzyıla binlerce ölü vermiş maden işçilerini hatırlayan bir avuç kitap… Hepsi bu kadar.
Bizim gibi ülkelerde işçi sınıfının adını ve sorunlarını anmanın bedeli ağır olurdu diyebilirsiniz. Zola da ödemişti dik duruşunun bedelini. Dreyfus davasına yazılarıyla müdahil olan Zola, hapis ve para cezasına çarptırılmış, cezalar iktidarın ve milliyetçi kesimin tepkilerini dindirmemiş, basında her gün aleyhine yazılar yayımlanmış, nihayet yazarı Seine Nehri?ne atma teşebbüsüne varan fiziksel saldırılar başlamıştı. Zola, ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Bir yıl sonra ülkesine dönecek ve hayatının sonuna kadar burjuvaziyle hesaplaşmasını sürdürecekti.
Émile Zola romanları yaşadığı çağın egemen ideolojisine, ahlakına ve toplumsal hayatına karşı radikal bir saldırıdır; sistemin vaaz ettiğinin tersine, ne ordunun şerefi, ne ruhban sınıfın dindarlığı, ne ailenin kutsallığı, ne köylülerin çalışkanlığı ne de imparatorluğun haşmeti vardır ona göre. Bu anlamda naturalizme yöneltilen ?gerçekleri olduğu gibi yansıtmanın yetersizliği? meselesini konu seçimi ile aşar Zola. Ama bütün kızgınlığına rağmen edebiyatı bir propoganda aracına indirgememiş, dünya görüşünü aktarmayı anlatım zenginliği içerisinde çözmüştü.
Bir gün mutlaka
Germinal?i yıllar önce okumuş, filmini de izlemiştim. Ancak Soma katliamının ardından yaptığım okuma farklı oldu. Benzerlikler ürkütücüydü. Dünyadan yalıtılmış maden işçilerinin üç-beş kuruş için riske attıkları hayatları, sömürüyü katmerleştiren taşeron sistemi, dayıbaşları, işletmecilerin kâr hırsı ve vurdumduymazlığı, iş kazalarının kanıksanması, yaşamın yazgıya dönüşmesi, koyu bir umutsuzluk hali… Sanki Soma?yı anlatıyordu Zola. Başbakanın Soma kazasını doğallaştırmak kaygısıyla 1800?lü yıllardan örnekler veren açıklaması boşuna değilmiş diye düşündüm. Bir itiraf; iktidar ve sermayenin zihniyetinin 1800?lü yılların vahşi kapitalizminin mirasçısı olduğunun bir kanıtı olarak kaydedilmeli. Zola kendisinin ve edebiyat tarihinin başyapıtlarından birisi olan Germinal de işte bu zihniyeti ve vahşeti, kaza görünümlü insanlık suçunu ve suçluları teşhir etmiş; anlıyoruz ki kazalar ve ölümler işçinin değil iktidarın ve sermayenin fıtratından kaynaklanıyormuş…
Hikâye, genç bir adamın -Etienne?in- bir maden kasabasına gelmesiyle başlıyor. 1860?lı yıllar. Fransa halkı basiretsiz ve çapsız diktatör III. Napoleon iktidarının yol açtığı ekonomik krizle boğuşuyor. İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, enflasyon… İnsanlar birkaç kuruş uğruna madene inmeye razı hale gelmiş. Asıl işi makinistlik olan Etienne de madencilerin arasına ve yaşamına katılacaktır. İşte bu noktada bir roman kahramanı daha çıkar ortaya; maden ocağı. Zola, edebiyatına karakteristiğini veren mükemmel tasvirlerle ocağı anlatır, ocağı ve hayatı bu ocağa bağlanmış insanları. Yerin yüzlerce altındaki karanlık Zola?nın anlatısıyla aydınlanmaya başlar. Aşklar, dostluklar, düşmanlıklar, günübirlik sürdürülen yaşamlar, evde kocalarını bekleyen kadınlar, yük çeken hayvanlar, küçük hesaplar peşindeki burjuvalar, onların işlerini gören yöneticiler… Olaylar, duygular, eşyalar, doğa romandaki en küçük ayrıntı bile hikâyenin canlı bir parçasıdır.
Sürüp giden bu adaletsiz ve vahşi düzenin çarkına çomağı kentten gelen anarşist işçi Etienne sokacaktır. Şehvetle konuşur Etienne; haktan, sömürüden, daha iyi bir düzenden söz eder, grev çağrısı yapar. Şiddet yanlısı düşünceleri başlangıçta benimsenmese bile, grev başladığında işçiler örgütlü bir güç olmanın zorunluluğunun farkına varacaklardır. Elbette sermayenin ve iktidarın güçleri karşısında kazanmak kolay değil. Ne var ki korku perdesi yırtılmış, daha güzel bir gelecek umudunun isyanda olduğu anlaşılmıştır. Hikâyenin sonunda Etienne?i geldiği yoldan geri dönerken izleriz. Aklı madenlerde bıraktığı arkadaşlarında kalmıştır:
?Şimdi, ayaklarının altında, derinden gelen vuruşlar, kazmaların o dikbaşlı vuruşları devam ediyordu. Arkadaşlar hep oradaydılar, attığı her adımda, onların kendisini izlediklerini biliyordu. Şu pancar tarlasının altında, iki büklüm, vantilatörün uğultusuyla birlikte, soluğu bu kadar kısık çıkan, Maheude değil miydi? Solda, sağda, daha ileride, buğdayların, akdikenlerin, fidanların altında, daha başkalarını da tanır gibi oluyordu. Geniş göğün ortasında, nisan güneşi bütün parlaklığıyla ışıldıyor, döl veren toprağı ısıtıyordu. Bu besleyici göğüsten hayat fışkırıyor, tomurcuklar, yeşil yapraklar halinde patlıyor, tarlalar, otların iteklemesiyle ürperiyordu. Her tarafta, tohumlar, bir sıcak ve aydınlık gereksinimiyle hareketlenerek şişiyor, uzuyor, ovayı çatlatıyordu. Taşkın bir özsu, fısıltılı seslerle akıyor, tohumların çıtırtısı, kocaman öpücükler gibi yayılıyordu. Arkadaşlar, yine vuruyorlar, yine vuruyorlar, sanki yüzeye yaklaşmışlar gibi, giderek daha belirgin, kazmalarıyla vuruyorlardı. Güneşin alevli ışıkları altında, bu serpilme sabahında kırlar, işte, bu uğultuyla gebe kalmıştı. Saban izlerinde yavaş yavaş süren, gelecek yüzyılın hasatları için büyüyen ve filizlenmesi yakında toprağı yaracak olan, öç peşinde, kara bir ordu halinde, insanlar yetişiyordu.?
A. ÖMER TÜRKEŞ
30.05.2014, http://kitap.radikal.com.tr/
Kitabın Künyesi
Germinal
Émile Zola
Çeviren: Hamdi Varoğlu
Yordam Kitap
2014, 512 sayfa