Yaşamı; sürgünler, tutuklanmalar, düş kırıklıkları ve bunlara direnen bir çalışma azmi, özgürlük uğruna onurlu bir mücadele ile geçen ilk kadın gazetecilerimizden Sabiha Sertel bu yapıtında aydınlanma şairimiz Tevfik Fikret’i yaşadığı dönemi, toplumsal koşulları çerçevesi içinde ele alıyor. Bir şair olduğu kadar, bir ideolog olan Fikret’i, Osmanlı toplumunun tarihi evrimi içinde inceliyor.
Mutlakıyet döneminde; Sultan’ın keyfi idaresine, baskı ve zulme karşı isyan eden özgürlük şairini; sosyal eşitsizliği, halkın ıstırap ve sefaletini kınayan Fikret’i tanıyoruz. 1908 Meşrutiyet devriminde, ilerici, yenilikçi, devrimci Fikret’i tutuculuğa, ırkçılığa karşı çıkan insancıl şairi görüyoruz. Bu yapıtın önemi, tarihin değişik dönemlerinde gericilerin saldırısına uğrayan Fikret’in ideolojisini ve felsefesini, ilericilik ve gericilik kavgası zemini üzerinde vermesidir.
En son 2. Dünya Savaşı sırasında, nazizmi savunan ırkçıların, Sebil-ül Reşatçıların Fikret’in yapıtlarını yakmaya kalkmaları bu kitabın yazılmasına neden olmuştur.
Sabiha Sertel’in bu bilimsel yapıtı bize, Fikret’in bütün dönemlerde gerçekçi felsefesinden güç alarak yaşadığını ve yaşamını sürdüreceğini gösteriyor.
‘Toprak vatanım, nev’i beşer milletim. İnsan.
İnsan olur ancak buna iz’anla inandım.
Şeytan da biz, cin de, ne şeytan ne melek var.
Dünya dönecek cennete, insanla inandım.’
Tevfik Fikret – Ataol Behramoğlu
?Bu yazının amacı Sabiha Sertel?in 1946 yılında Yurt ve Dünya Yayınları arasında yayınlanan ?Tevfik Fikret – İdeolojisi ve Felsefesi? adlı kitabını tanıtmaktadır. Daha doğru bir deyişle, Sertel?in görüşlerini özetlemeye, açımlamaya çalışırken, Fikret konusunda ve ona ilişkin konularda kendi görüşlerimi de belirtebileceğim. Sertel?in kitabı, adından da anlaşılacağı üzere Fikret?in yapıtının ideolojik ve felsefi yanları üzerinde duruyor. Benim bu yazıda üzerinde duracağım noktalar da bunlar olacak. Tevfik Fikret?in sanatçı olarak özelliklerine değineceğim yerlerde kaynak olarak Mehmet Kaplan?ın ??Tevfik Fikret – Devir, şahsiyet, eser?? adlı yapıtından yararlanacağım. Yine bu yazıda yer yer Niyazi Berkes?in ?İki yüz yıldır neden bocalıyoruz? ve ?Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler? adlı kitaplarındaki görüşlerinden de söz etmem gerekecek.
Sabiha Sertel, ?Bu kitabı niçin yazdım? sorusunu yanıtlayarak başlıyor kitabına. 1940 yılında (aslında 1939?dur) Yeni Sabah gazetesinde açılan bir soruşturmayla faşistler Fikret?e saldırıyorlar. Soruşturma Kâmuran Demir takma adını kullanan ?faşist yazar?ın ?Fikret?in eserlerini yakmak lâzım? başlıklı yanıtıyla başlıyor. (K. Demir?in gerçek kimliği konusunda bir bilgi edinemedim.) Sonra sahneye Sebilürreşad?ın sahibi Eşref Edip çıkıyor. Fikret milliyetsiz, dinsiz ve Marksist olmakla suçlanıyor. Fikretçiler ve Âkifçiler diye iki küme oluşuyor. Sertel, Doğucular, Batıcılar; faşistler ve özgür -demokratik bir Türkiye isteyenler diye adlandırmaktadır bu kümeleri. Yeni Sabah?ın söz konusu soruşturmasında ileri sürülen görüşleri Tan gazetesinde yanıtlayan Sabiha Sertel, Eşref Edip?le mahkemelik olmaları üzerine, savunma niteliğinde bir broşür yayınlıyor. Daha sonra çalışmalarını genişletiyor ve bundan söz konusu kitap oluşuyor. Sabiha Sertel bu çalışması sırasında Fikret?in yalnız bir edebiyat yenileştiricisi değil, ?fikir ve felsefede de devrinin ideolojisi üstünde? bir ?anti militarist? ve ?insaniyetçi? olduğunu görüyor. Sertel yine bu açıklama yazısında, Fikret?in yaşadığı dönemde de ilkin milliyetçiler ve Türkçülerin, Tarih-i Kadim?i yazdıktan sonra da Mehmet Âkif ve dincilerin saldırısına uğradığına değiniyor.
I.BÖLÜM: FİKRET?İN YAŞADIĞI DEVİR
Kitabının ilk bölümünde Sabiha Sertel Osmanlı İmparatorluğunun çöküş dönemi olgularını anlatıyor. Gerek Tanzimat dönemi ve ötesini, gerekse 1908 devrimi ve sonrasını çözümleyişte onun Marksist, batıcı model anlayışına bağlı kaldığı görülmektedir. Sertel?in görüşünce Osmanlı İmparatorluğunda da ?derebeylik nizamı ve münasebetleri? hüküm sürmekteydi. ?1908 inkılâbı mutlakıyeti yıkmakla burjuva demokrat inkılâbına doğru bir merhale ilerlemiş, fakat böyle bir inkılâbı tahakkuk ettirecek şartların tekâmül etmemesi yüzünden ve diğer bazı sebeplerle bu inkılap, bir demokrasi inkılabı halinde realize edilememiştir.? Bu açıklamalarına bağlı olarak Sertel, ?fert, bütün üstün kabiliyetlerine rağmen içinde yaşadığı cemiyetin ve şartların mahsulüdür? dolayısıyla ?Tevfik Fikret, yıkılmakta olan bir İmparatorluk devrinin mahsulüdür? görüşlerini belirtiyor. (Fikret konusunda yukarda sözünü ettiğim kitabın yazarı Mehmet Kaplan ise, Fikret?in yaratıcılığını hemen hemen tümüyle bireysel psikolojik nedenlerle açıklamak çabasındadır.) Sabiha Sertel, Tevfik Fikret?in yaşadığı toplumun bir ürünü olduğu konusunda geliştirdiği görüşlerini bir kaç sayfa sonra ?Fikret de Türkiye mikyasında, Osmanlı İmparatorluğunun ve meşrutiyet reformunun daha ileri hamleleri içinde bir insan cemiyetine hasret çeken edebi inkişafın bir ve belki de ilk mümessilidir? cümlesiyle özetliyor. Bu yazının amacı Sertel?in ve Kaplan?ın kitaplarının bir karşılaştırmasını yapmak değildir.
Yukarıda da belirttiğim gibi, Mehmet Kaplan?ın, Fikret?in daha çok sanatçı kişiliği üzerinde yoğunlaşan kitabına ancak bu yazının konusuyla ilgili olduğu ölçüde değineceğim. Kitabının bu ilk bölümünde Sabiha Sertel, Tevfik Fikret?in, gerek Tanzimat yazarları, gerekse Batı edebiyatı yazar ve filozoflarının etkisi altında olduğunu belirtiyor ve onun burjuva demokrasisine hayran olduğunu, ?on sekizinci ve ondokuzuncu asır şairleri ve filozofları gibi, derebeylik nizamını tenkit etmiş, kapitalist nizamı içinde bütün insanlara şamil bir adalet, hürriyet ve müsavat istemiş? olduğunu söylüyor. Küçük burjuva sosyalist insaniyetçisi? diye adlandırıyor onu Sertel.Tevfik Fikret, yine bu bölümde sözü edilen ?yeni mektep? tasarısından da anlaşılacağı üzere düşlediği topluma eğitimle geçilebileceği kanısındadır.
Kitabının ilk bölümünü Sabiha Sertel, ?Mutlakıyet devrinde, meşrutiyetin ilk devresinde, meşrutiyetin ikinci devresinde ve Cumhuriyet devrinde Fikret? adlarıyla beş başlık altında toplamış. İlk başlık altında, Serveti Fünun?un ve Tevfik Fikret?in edebiyat alanındaki yenilikçiliklerinden söz ediliyor. Serveti Fünun, şiiri Arap ve Fars etkisinden kurtarmak, çağdaşlaşmak amacını taşımaktadır. Bu nedenle, tıpkı daha önceki Tanzimatçılar gibi, Batı öykünmeciliğiyle suçlanmışlardır. Tevfik Fikret?in edebiyat alanındaki yenilikçiliği konusunda söz ederken Sertel, şiir alanını incelemesinin dışında bırakıyor ve onun daha çok nesir ve dil alanlarındaki yenilikçiliğinden söz ediyor. Sertel?in sözleriyle Tevfik Fikret ?edebiyatta, lisanın sadeleştirilmesinde bir müceddit rolü oynadığı gibi o zamana kadar tamamıyla nazari ve abstre mahiyette yazılan edebi musahabelerde de bir yenilik yapmıştır. O zamana kadar yazılan edebi musahabeler nazariyelerden ibaret olduğu halde, Fikret?in edebi müsahabeleri günün hadiseleri ve realite ile alâkadardır. Fikret?in abstre mevzulardan uzaklaşarak daha konkre, daha hayatı aksettiren mevzulara teması da eski ediplerin, hatta kendi neslinin itirazlarına uğramıştır.? (Fikret?in şiir alanındaki gerçekten başdöndürücü yenileştiriciliği konusunda geniş bilgi edinmek için ana kaynak olarak Mehmet Kaplan?ın adını ettiğim kitabına başvurulmalıdır.)
Sertel, mutlakıyet döneminde Fikret?in şiirlerine karamsarlık duygusunun egemen olduğunu belirtiyor. Bu duygunun o dönemin tüm şairlerinde (Tanzimat sonrası şiirinde) ortak bir nitelik olduğu biliyoruz. Sertel?in de belirttiği gibi, Rubab-ı Şikeste şairinin ?bedbinliği içinde yaşadığı şartların onda doğurduğu bir bedbinliktir.? Oysa, yine Sertel?in kitabından ?muarızları Naim Hoca ve Mehmet Ali Ayni?nin Fikret?in bu bedbinliğini dinsizliğine atfederek, bunun Fikret?in bir zaafı olarak ileri sürdüklerini? okuyoruz. (Tevfik Fikret şiirinin tekniksel niteliklerini açımlamada önemine değindiğimiz kitabın yazarı Mehmet Kaplan hoca ise, onun ideolojisini açıklama konusunda hemen hemen yukarıdaki yazarların konumunda kalmakta, yalnız daha ?ilmî? davranarak bu karamsarlığı şairin ?pikniğe yakın atletik beden yapısı?, sürekli ?romatizma ve şeker hastalığına müptela oluşu? gibi patolojik ve psikolojik verilerle açıklamayı denemektedir…) Saltanatla mücadelesi başlığı altında Sabiha Sertel, Fikret?in ?istibdadın bu en kuvvetli devrinde bir ihtilalci gibi, Padişah aleyhine şiirler yazacak kadar büyük bir cesaret gösterdiğini… onun da Tanzimat ve Birinci Meşrutiyet Islahatçıları gibi Padişahın ?Abdülhamit?in- ölümünden veya değişmesinden çok şeyler beklediğini? belirtiyor. Sertel bu dönemin ürünü olan (1902?de yazılmış) Sis şiirini onun ?saltanata karşı yazdığı şaheserlerden biri? diye niteleyerek şairin gerçekten başyapıt değerindeki ürünleri arasında olan bu şiiri şu sözlerle tanımlıyor: ?Bu yıkılmakta olan bir İmparatorluğun içinde cemiyetin infisahını, inhilâlini tasvir eden ne kuvvetli bir isyandır! Diyebiliriz ki bu devirde Fikret?in Sis?ini okuyup ta saltanata düşman olmayanlar o neslin gençleri içinde pek azdır. Fikret bu nevi yazılarıyla 1908 Meşrutiyet hareketinin doğmasına ve muvaffakiyetle neticelenmesine en atılgan Jöntürklerden daha müessir bir tarzda hizmet etmiştir?. Sabiha Sertel, ?hissî, tabiattan aksettirilmiş parçalar ve bu tazyik altında ruhu bunalan bir şairin bedbin eserleri? sözleriyle tanımladığı Rubab-ı Şikeste?den Tevfik Fikret?in hangi aşamalardan geçerek Sis?e vardığı konusunda yeterli bilgi vermiyor. Bu konuda, -açıklamalarına katılmamakla birlikte- Kaplan?ın kitabındaki bilgilere başvurmak gerekiyor. Kaplan?ın ?ruhî buhran? sözüyle adlandırdığı bu aşama, ilk kez 1897?de yayınlanan ?İnanmak İhtiyacı? adlı şiirle ortaya çıkmıştır. ?Tekrarlanan mânalı kelimeler ve kırık sentaks şairin buhranlı ruh halini şekil ve üslup bakımından kuvvetli olarak ifade eder?. Rubab-ı Şikeste şairinin Sis?e, oradan Tarih-i Kadim?e ve 1908 devrimi arifesinde de ?Millet Şarkısı? gibi umutlu, siyasal bildirili şiirlere varışını, Mehmet Kaplan, -Fikret?in karamsarlığı konusunda yukarıya aldığım görüşleriyle bir ölçüde çelişkiye düşerek – şu sözlerle anlatıyor: ?Servet-i Fünun ailesinin dağılması, İstibdat devrinin baskısı, yüksek ahlâk duygusu, pek muhtemel olarak Kolej çevresinde tanıdığı Amerikalı din ve fikir adamları, Tevfik Fikret?te tek başına yaşadığı bir ruh buhranı doğurmuş ve o bu çölü aşarak, hayatının son devresinde bir havari gibi anlattığı hakikatleri bulmuştur.
Fikret Servet-i Fünun devrinde de çevresinde saygı ve alâka uyandıran bir sanatkârdı. Fakat II. Meşrutiyetten sonra o, tesiri bugüne kadar uzanan bir şahsiyet haline geldi. Fikret?in bu devrede kazandığı çehrenin II. Meşrutiyetten sonra aldığı tavırla ilgisi vardır. Fakat Servet-i Fünun kapandıktan sonra yazdığı şiirler gösteriyor ki, o, 1900-1908 yılları arasında, -mağraya çekildiği yıllarda- kendisine dünyayı başka türlü gösteren bazı hakikatleri keşfetmiştir.? Kaplan daha sonra Fikret?in 1908 öncesinde yazdığı ?Kocaman Saate? ve ?Tarih-i Kadim? gibi şiirleri üzerinde durarak şiirinin nasıl felsefi bir boyut kazandığını Servet-i Fünun dönemi bireyci, karamsar duyarlığı aşarak bundan sonraki tüm şiirlerinin kaynağı olan ?aktif, iradeli insan? kavrayışına geçişini anlatmaktadır. Sertel, Fikret?in temel yapıtı sayılabilecek Tarih-i Kadim üzerinde daha sonra ve kitabın özellikle ?Fikret?in felsefesi? bölümünde durmaktadır. Yazımda bu sıralamayı izleyeceğim için yeniden Sertel?in kitabına dönüyorum.
?Meşrutiyetin ilk devresinde? başlığı altında Sabiha Sertel, İttihat ve Terakki hareketinin niteliği üzerinde durmaktadır. Sertel?in sözleriyle ?İttihat ve Terakki aşağıdan yukarıya bir inkılâba ehemmiyet verecek yerde, muazzam Avrupa sermayesinin karşısında milli bir iktisatla yerli burjuvazinin, yerli bir sermayedarlar grubunun teşekkülüne ehemmiyet verdi…. halk bu inkılâptan maddi olarak hiç bir şey kazanmamıştı.? Burada Niyazi Berkes?in ?İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz?undan bir alıntı yapılabilir: ?Meşrutiyetin ilk yıllarında Anadolu ve köylü ile ilgilenme başladığı zaman görülen manzara şu idi: Halk devrimi duymuş, ümitlenmişti. Fakat henüz devrimin ikinci yılında bulunduğu halde şimdiden hayal kırıklığına uğramıştı. Çünkü hiç bir şey değişmemişti. Köylüye hâlâ mütegallibe, toprak ağası hakimdi. Hükümet idaresi de bunların hükmü altında idi. Yer yer isyanlar, eşkiyalıklar devam ediyordu. Bozukluk ve ahlâksızlık her tarafı sarmıştı. Toprak reformu yapılmamış, kadastro ve ipotek tasarrufları ancak zengin ağalara yaramıştı.? Gerek Sabiha Sertel, gerek sözünü ettiğim kitabında Niyazi Berkes, II.
Meşrutiyet sonrası ile ilk dünya savaşı arasındaki dönemde ırkçı, Turancı, İslâmcı akımların ortaya çıkışları ve niteliklerine ilişkin açıklamalara geniş yer vermektedir. Fikret konusuyla yakından ilgili olduğu için bu bilgilerden de alıntılar yapmak gerekiyor. Sertel?in sözleriyle ?Böyle bir devirde millî bir Türk burjuvazisinin teessüsü için şartlar müsait değildi. Olsa olsa, gayri Türk ekalliyetlerin elinde bulunan ikinci derecede bazı iktisadi kumanda mevkilerinin Türk sermayedarlarına geçmesi bahis mevzuu olabilirdi. Bunun için de emperyalist sermayenin müsaadesi gerekti. Buna cevaz vermeyen garp devletleri bir taraftan dahildeki isyan hareketlerini teşvik ediyor, diğer taraftan da bu muhalefetten istifade ederek hükümeti tazyik ediyorlardı… Hükümet ve fırka arasında da siyasî bir birlik yoktu. Mahmut Şevket Paşa, Sait Halim Paşa İslam ittihadı siyasetini takip ediyor, Enver Paşa Almanya ile birleşip Rusya?ya, İngiltere ve Fransa?ya karşı harbetmek, Kafkasya?daki Türkleri İmparatorluğa eklemek emelini güdüyor, Cavit Bey Fransa ile beraber yürüyen bir politikayı müdafaa ediyordu. Bundan başka bir kısım münevverler, Hürriyet ve İtilaf Fırkası İngiliz siyaseti davasını güdüyorlardı… Almanya?nın şark politikası da İngiltere aleyhine bir İslam birliğini teşvikti. Almanya İngiltere?ye karşı İslamcılığı, Rusya?ya karşı Turancılığı teşvik ediyordu…? Berkes ise aynı konuda şunları söylüyor: ?Türkiye ya yaklaşan savaştan kaçınmaya çalışacak, ya da ona sırf askeri hizmeti karşılığında başka Batılı devletlerin esirgediği yardımı vadeden tarafın uğruna, varını yoğunu kumara yatıracaktı. İslamcılığın ve Turancılığın rolü, bu işte Türkiye?yi ikinci yolla meyilleme ödevini üstüne almak oldu. Alman genel kurmayının üç büyük rakibe karşı hazırladığı iki büyük projesi vardı; biri, Türk ve Arap alemi içinden ilerleyip İngilizlerin Hindistan hakimiyetine, Fransız ve İngilizlerin Yakın ve Uzak Doğu ticaret üstünlüğüne son vermek; diğeri: Berlin- Bağdat yoluna eş olacak Berlin -Buhara mihveri üzerinden hem Rusya, hem Hindistan?daki İngiltere?ye kesin darbe indirmekti. İslamcılık bu birinci projenin, Turancılık da ikinci projenin propaganda aracı oldu.? Berkes, İslamcılık ve Turancılık denilen şeylerin, bu projelerin ?Made in Germany? markalı mahsulleri olduğunu belirtiyor.
Sertel ?1908 Meşrutiyet hareketinin doğmasına ve muvaffakiyetle neticelenmesine en atılgan Jöntürklerden daha müessir bir tarza hizmet eden? Fikret?in gerek devrim sırasında, gerek hemen ertesindeki dönemde yazdığı ?Millet Şarkısı?, ?Rücu?, ?Ferda? gibi millete, orduya ve gençliğe seslenen, umutla, iyimserlikle, çoşkuyla dolu şiirlerinden geniş alıntılarla söz ediyor. Mehmet Kaplan?ın kitabından öğrendiğimize göre: ?24 Temmuz 1908 ihtilâlinden on beş gün kadar önce ihtilâlcilerle temasta bulunan bir kaç kişi -Hoca Fatin Efendi, Mahmut Sadık Bey ve Salih Feridun Bey- Fikret?e yakında ihtilâl olacağını haber verirler ve ondan -uzak dağlara coşkun yüreklerden aksedecek bir millet şarkısı – isterler. Bunun üzerine Fikret, bir kitleye hak ve millet adına zulüm, kahır ve cehalete karşı isyan duygusu telkin eden Millet Şarkısı?nı yazar? Kaplan daha sonra, 1911 yılında yayınlanan ?Halûk?un Defteri? kitabındaki şiirleriyle Fikret?in ?aktif, iradeli insan? kavrayışını geliştirdiğini, ?bilhassa bilgiye, ilime ehemmiyet verdiğini?, ?Promete başlıklı şiirinde oğluna Tanrılara başkaldırana mitoloji kahramanını örnek olarak gösterdiğini, bu sembol ile Rübab-ı Şikeste?deki hülyaları için kapalı, aciz insan tipinin tam zıddı olan yeni insan fikrine ulaşmış olduğunu? anlatıyor.
?1908 inkılâbından çok şeyler ümid eden Fikret?, Sabiha Sertel?in tanımıyla, ?inkisarı hayale? uğramıştır. Sabiha Sertel?in İttihat ve Terakki konusunda tutumu temelde olumlayıcıdır. 1908 hareketini, ?İttihat ve Terakki Fırkasının Türk tarihine şerefle yazdığı bir inkılâp? olarak tanımlamakta, bu inkılâbın sona erişmeyişini, ?böyle bir devirde milli bir Türk burjuvazisinin teessüsü için şartların müsait olmayışı? nın yanı sıra, İmparatorluğun ?askerî mağlubiyetinin neticesi olarak infisah edişi? ile açıklamaktadır. Yine Sertel?in sözleriyle ?Meşrutiyetin ikinci devresinde siyasî mücadele, iktidar mevkiini paylaşamayan fırkalar arasında bir mücadele haline inkılâp etmişti. Osmanlılık, İslamcılık, muasırlaşma, Milliyetçilik, Türkçülük cereyanlarıyla siyasî bir platform üzerinde yapılan mücadeleler, yürüyen cereyanlar, yıkılmakta olan bir imparatorluğun iç çöküntüsünü, harplerle imparatorluktan koparılan ülkeler dış çöküntüsünü aksettiriyordu. Fikret bu cereyanların, bu politika gürültülerinin dışındaydı. O ütopist bir insaniyetçi gibi, 1908 inkılâbının artık maziyi tasfiye ettiğini, bu yeni nizamın temelleri üstünde, bütün vatandaşlarına şamil bir hürriyet ve müsavatın doğacağını sanmıştı. Bu hayu huyun karşısında kenara çekilen, bir müddet susan Fikret,- Ruba?ın Cevabı- ile uğradığı bu hayal inkisarını aksettirdi.? Bir başka yerde Sertel şunları söylüyor: Fikret ?1908 inkılâbına, hayal ettiği insaniyetçi cemiyete geçecek bir kapı gözüyle bakmış, bu kapı hayallerine kapanınca, azap içinde kıvranan kütlelerin ıstırabından aldığı ilham ile muhalefete geçmişti. Bu hayal inkisarını, inkılâptan dört sene sonra yazdığı- 95?e Doğru- şiiriyle hiç korkmadan haykırmaktan çekinmedi. Sertel, gerek ?Rubabın Cevabı?, gerek ?95?e Doğru? adını taşıyan şiirlerin İttihat ve Terakki çevresinde Fikret aleyhine hareketlere ve aleyhte yayına yol açtığını söylüyor. ?Hele Fikret?in Umumi Harp arifesinde suistimaller, haksızlıklar karşısında yazdığı ?Hân-ı Yağma? siyasî bir fırkanın sükutla geçiştireceği bir hadise değildi. Fikret kendi nesli üstünde bir ahlâk peygamberi denecek kadar yüksek bir tesir yapmış bir şahsiyetti. İthamların Fikret?ten gelmesi, hükümetin mevkiini kuvvetle sarsabilirdi… Fikret?in bu açık muhalefeti karşısında İttiat ve Terakki Fırkası da çok açık bir hücuma geçmekte çekinmedi. Fakat Fikret?i hangi cepheden vurabilirdi? Halk nazarında Fikret?i küçük düşürecek bir zilletini bulmaya imkân yoktu. Fikret?e insaniyetçi cepheden vurmaya muvafık gördüler. O zamanlar milliyetçilik cereyanının merkezi olan Türk Ocağı bu işe tavsit edildi?. Şimdi bu ?milliyetçilik cereyanı? konusunda yeniden Berkes?in İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz?una başvuralım: ?Türklerden başka milliyetler arasındaki milliyetçilik akımının başlaması da Batı nüfuzunun bir eseri idi… Osmanlı İmparatorluğundaki bütün milliyetler ayaklanacak olsa, bu imparatorluk baştan başa kundaklanmış olacaktı. Bu yüzden Türk aydınları gerçek anlamıyla ne liberal ne de sosyalist olabiliyorlardı; ya Osmanlıcı, ya İslâmcı, ya da Türkçü olabilirlerdi. İşte bu durum karşısında Türk aydınları arasında başlayan -halka doğru – hareketi sosyal reform ve kalkınma, Türk halkına ulaşma ve onu aydınlatma amaçlarını kaybederek Türkçülük şekline girmeğe başladı.? Türkçülüğün çok geçmeden çeşitli iç ve dış etmenlerle Turancılık biçimi aldığını belirten Berkes daha sonra şunları söylüyor: ?Gerçekten, Türkiye?deki Turancılık Almanları bile endişelendirecek kadar kızışmıştı. Türkiye?de aslında halkçılık hareketinden doğan Türkçülük, dünya siyasetindeki gelişmelere paralel olarak, halkçılık karakterini büsbütün kaybederek Turancılık şekline girmişti. Bu değişme Türkiye?yi o zaman büyük bir maceranın içine sokmakta önemli bir rol oynadıktan başka, bugünkü Türkiye?nin hayatında da zaman zaman aynı yıkıcı rolü oynamaya kalkışan bir takım kuvvetlerin eseri olduğu için burada üzerinde biraz durmak yerinde olacak… Türkçülüğün halkçılık yerine Turancılık şeklinde anlaşıldığı sıralarda iktidara tamamıyla hâkim bir duruma gelen İttihat ve Terakki önderlerinin bu çılgınlık mantığını benimsemeleri, gerçek Türkçülüğün tam zıttı olan iki noktanın gözden kaybedilmesine sebep oldu: (1) Hâlâ terkedilmeyen Osmanlı siyaseti Yusuf Akçura?nın Mütareke devrinde (yani kendisininde aklı başına geldikten sonra) -emperyalist Türkçülük- diye itham ettiği şekle girdi ve kutsal mefkûre perdesi arkasında içyüzü bilinmeyen yabancı amaçlara kullanıldı. (2) Türkçülük namına Meşrutiyet devrinin son yıllarında alınan ekonomik tedbirler, fırsatlardan faydalanarak halk ve devlet aleyhine zenginleşen vurgunculuk kapitalizmini başlattı. Mefkûrecilik dumanı arkasına gizlenen harp vurguncusu tipi, ulus ve halk kavramını savunan her aydının amansız düşmanı haline geldi. Aslında halka doğru gitme yolunda başlayan Türkçülük o gün bu gündür kendini bir daha bu iki özellikten kurtaramamıştır. Bu iki şeyi reddeden her Türk vatanseveri Türk düşmanı sayıldı. Bu yüzden ne zaman bir demokrasi hareketi olsa Turancılık daima gericilikle bir saftadır.? Niyazi Berkes?in ?gerçek Türküçülük? v.b. gibi kanımca yeterince açık olmayan, istismara elverişli deyimleri bir yana, yukarıdaki alıntıda, Turancılık, Türkçülük, milliyetçilik gibi adlar taşıyan akımın gerek ortaya çıktığı I. Dünya Savaşı öncesinde, gerek savaş sonrasında ve bu güne kadar Türkiye tarihinde sahip olduğu dışa bağımlı, ajan, kapitalizm ve emperyalizm yardakçısı niteliği açıklıkla belirtilmiştir. Tevfik Fikret?e onu milliyetsizlik ve vatansızlıkla itham ederek daha I. Dünya Savaşı arifesinde, saldıranlar, o dönemde Alman emperyalizminin, daha sonra da nazizmin uşaklığını yapacak olan güçlerdi. ?Yurdum bütün dünyadır, ulusumsa bütün insanlık? dizesi gerekçe gösterilerek, aslında İttihat ve Terakki dönemi soygunculuklarına ve savaş kundakçılığına karşı çıktığı için Turancıların can düşmanı belledikleri Fikret?in yaşadığı dönemde uğradığı saldırılar bununla da kalmayacaktı. Az sonra Sebil-ür Reşatçılar ve Mehmet Âkif sahneye çıktı. Sabiha Sertel?in sözleriyle; ?Almanların davetiyle gittiği Almanya seyahatinin avdetinde Süleymaniye kürsüsünde verdiği vaazlardan birinde, divanlardan başlayarak Türk ediplerini, muharrirlerini tenkit eden? Mehmet Âkif, bu arada Tevfik Fikret?i de ağır bir dille suçluyordu. Âkif, Fikret?in ?Allaha sövdüğünü? söylüyor ve onun Robert Kolejde öğretmenlik yapmasını çağrıştırarak, ?biraz bol para? alınca da ?Protestanlara zangoçluk? ettiğini ileri sürüyordu. Sertel?in sözleriyle, bu konuşmasında Mehmet Âkif, ?Türk edebiyatını divancılardan tutup kendi zamanına kadar gelen bütün kalem sahiplerine varıncaya kadar serserilikle itham ederken, ilhamını dinî dogmalardan alıyordu. Edebiyatı Cedide, Fecri Ati cereyanlarıyla modern edebiyat safhalarına geçen şairler, edipler serseri, garbin tefekkür mekanizmasını memlekete nakleden filozoflar Âkif?e göre cahildi.? Mehmet Âkif?in de içinde bulunduğu İslamcı akım konusunda ?Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler? de Berkes şunları söylüyor: ?Bu görüşe göre, Batı uygarlığının ilmi, fenni, endüstrisi, kişi çalışması ve özgürlüğü varsa İslam uygarlığının da var. Zaten Tanzimatçı Batıcıların Avrupa?nın sandığı medeniyet aslında müslümanlardan alınmadır, çünkü onların Hıristiyanlığı bâtıl olduğundan o bir uygarlık yaratamaz, ancak karanlık yaratabilir. Vakta ki Hıristiyanlar Müslümanlıktan uygarlık almaya başladılar, o zaman karanlıklardan kurtulmaya, terakki etmeye başladılar. Yani medeniyetin kaynağı bizde. Şimdi onu kaptırıp hıristiyanlardan medeniyet almağa kalkıyoruz. Biz, yalnız şeriyatı uygulayan Osmanlı müslümalığının sırf şeriatı uygulamamış olması yüzünden, sonra da Tanzimatta batılılaşma sevdasına düşüldüğünden kendimizi hıristiyalara esir ettik. Çare İslam uygarlığına dönmede, özellikle onun ruhu olan şeriatı.. yüzde yüz uygulamakta. Demek ki bu alafranga islâmcıların anladığı islâmcılık Osmanlı, Türk, hattâ Ortağçağ müslümanlığı değil, Hazreti Ömer, hattâ Peygamber zamanına kadar götürdükleri hayalî bir müslümanlıktır. Onların sanısı zıddına, bu müslümanlık tarihte hayatın her yanını kaplayan bir din olmaya kalktığı zaman daima ilim ve fenne,… aykırı olmuştur. İslamcıların tarihte baştanbaşa aykırı olan görüşleri İslamlık adına bireyci ve akılcı bir ideoloji düzmek istemelerinden ileri gelir.? Berkes?in bu ilginç açıklamalarından sonra yeniden ?İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz?a dönersek: ?Almanlar için o zaman Türkiye?de islâmcı ve turancı akımların bulunması ideal bir durumdu. Zaten çoktan beri Alman gözlemcileri Türklerin Avrupa?da ne işleri olduğuna bir türlü akıl erdiremiyorlar; Türklerin neden eski yurtları olan Asya?ya dönmediklerine şaşıyorlardı. Bu fikirleri von Moltke ve von der Goltz?dan Dr. Jaeck gibi kimselere kadar bir çok Alman subayı, iktisatçısı ve yazarı açık açık yazmışlardı. Bunlara göre Türkiye Rumeli?den yakasını kurtarmalı, buradan çekilmeli idi. Balkanlardaki milletlerin hepsi ona düşman olduğundan Türklere buradan hayır gelmezdi. Bunlar Avrupalı olduğundan Almanlar bunları daha yetkili idare edebilirlerdi. Buraları Almanya?ya bırakmalıydı. Türkler için en iyisi İslam nüfusunun bulunduğu taraflara çekilmekti… Hattâ devlet merkezinin Konya?ya veya Kayzer?in ziyaretinden beri kıymetlenen Şam?a taşınmasını tavsiye edenler vardı. Bu fikirler, kalkınma manivelasını dinde bulanlara çok cazip geliyordu. Büyük Doğu ne güzel hayaldi! Şu batılılaşma derdini de halledecekti. Hayalperestlikte ve muhterislikte Hitler?den aşağı kalmayan Kayzer Wilhelm, bu Türk islâmcılarının nazarında Müslümanlığın kurtarıcısı olacaktı. İslam âlemi kurtulunca, Almanlar bu âlemin ruhani egemenliğini bize bırakacaklardı. Proje gerçekleşseydi hakikaten Türklere düşecek pay ancak bu ruhani pay olacaktı; maddi payı varsın maddeye tapan gâvurlara kalsındı.? Mehmet Âkif bu islâmcıların şair ve ideologlarındandı işte. Onun savaş yandaşı tutumu ve bu nedenle de Fikret?le çatışmaları konusuna Sertel kitabında daha sonra değiniyor. Bu bölümde Fikret?in saldırıya hedef olan ?Tarih-i Kadim?i üzerinde duruyor daha çok . Tarih-i Kadim, Fikret?in 1905?de yazılmış bir şiiridir. Sertel?in sözleriyle bu şiir, ?softaların din ulemasının felsefe sahasında bile münakaşasını menettikleri materyalist ve pozitivist düşünüşlere temas ediyordu.? Âkif?in saldırısı üzerine Fikret onu ?Tarih-i Kadime zeyl? adlı bir şiirle yanıtladı. (Yeri gelmişken; Tarih-i Kadim?in yazılışını Fikret?in bir ?deprassion? anına bağlama konusunda çaba gösterdiği görülen Mehmet Kaplan?a, yıllar sonra, aynı nitelikleri taşıyan ?Zeyl?in nasıl yazılabildiğini sormak gerekir.) Sertel şöyle diyor: ?Fikret dinî otoritelerin serbest fikre, vicdan hürriyetine, en koyu bir taassup, en kör bir cehaletle saldırdıkları, siyasî kuvvetleri bile susturdukları bir devirde, hiç başını eğmeden, vicdanını susturmadan bu materyalist görüşlerini söyleyebilmişti… Fikret?in pozitivist, materyalist bir felsefeye dayanan ne bu şiirini ne de Tarih-i Kadim?i softaların hazmetmesine tabiatıyla imkân vardı. Bunun içindir ki Fikret bu muhafazakârlar ve dindarlar için her fırsatta yıkılması icap eden bir sembol oldu.? Böylece I. Dünya Savaşı arefesinde gerek Turancılar, gerek İslamcılar Tevfik Fikret?e saldırıda birleşmişlerdi. Sertel bunu şöyle açıklıyor: ?Tevfik Fikret esaret nizamına, tagallübe, küçük bir sınıfın geniş halk kitlelerini istismarına, cehalet ve taassup silâhlarıyla memleketin terakkisine karşı gelenlere isyan ettiği için, hem siyaset hem de irtica cephesinden hücuma uğramıştır. Fikret?in şiirini en çok sevenler, onun yalnız saltanata, yalnız irticaa karşı değil, cemiyetin nizamına ve ideolojisine de muhalif olduğunu gördükleri dakika, bütün kıymetlerine rağmen onu milliyetsiz, vatansız ve imansız vasıflarıyla teşhirde hiç tereddüt etmemişlerdir. Çünkü Fikret, kanaatlerini değiştirmiş, ütopik dahi olsa insaniyetçi bir cemiyet nizamını arzulamıştı. İmparatorluğun bu yıkılış devresinde… -insaniyetçi- bir Fikret, henüz daha iktidarı elinde tutan şeriatçılarla, 1908 inkılâbını burjuva kapitalizmine bir geçiş sayan, bu sebeple garb emperyalizmine el veren, milliyetçilik ve ırkçılık cereyanlarıyla Alman militarizminin kucağına düşen İttihat ve Terakki Fırkası içinde muzır fikirler neşreden bir şair olmuştu.? Sertel, Fikret?in ?insaniyetçi? ideolojisi konusunda görüşlerini geliştirerek de şunları söylemektedir. ?Fikret hakikaten inkişaf etmiş cereyanlar arasında, inkişaf edememiş bir cereyanın mümessiliydi. Onun özlediği -insaniyetçi- cemiyet davası garp cemiyetlerinde inkişaf etmişti. Bu memleketlerde Fourier, Owen, St. Simon gibi ütopist insaniyetçilerle başlayan ve ondokuzuncu asrın sonuna doğru irili ufaklı birçok insaniyetçi ve sosyalist fikir adamları tarafından olgunlaştırılan ve nihayet ilmî bir mahiyet alan sosyalizm ve insancılık cereyanı, çökmekte olan İmparatorluğun içinde gölge bir cereyan halinde kalmıştı.?
?Cumhuriyet Devrinde Fikret? başlığı altında Sertel, yeniden kitabının açıklama bölümündeki konuya geliyor. Bu, Yeni Sabah gazetesinde Fikret konusunda düzenlenen soruşturma ve sonuçlarıdır. Fikret?e bu dönemde yöneltilen saldırılar da, tıpkı yaşadığı dönemdekiler gibi, onun kişiliği çevresinde daha geniş bir siyasal anlam taşımaktadır. Sabiha Sertel ?Cumhuriyetin en bariz vasıfları arasında inkılâpçılık ve lâikliğin büyük bir mevki tuttuğunu? belirtiyor. Öyleyse Tevfik Fikret ? senelerce evvel yazdığı bir yazı, Allah?a isyanı yüzünden bir hücuma hedef olamaz.. Bazı mutaassıplar tarafından bir hücum vaki olsa bile, bu, yevmi gazetelerde bir anket mevzuu ve inkılâpçı geçinen münevverler arasında bir hücum vesilesi teşkil edemez.? Daha sonra ırkçılık konusuna değinen Sertel şunları söylüyor: ?Cumhuriyet siyasî platformunda anti-emperyalistti… Türkiye hudutlarının dışında kalan Türkleri kurtarmak gibi emperyalist bir iddiası yoktur… Böyle olduğu halde 1937 senesinden itibaren Türkiye?de ırkçılık esasına dayanan bir milliyetçiliğin, Türk ırklarını kurtarmak gibi emperyalist emellerin müdafaası yapılmaya başlandı. Bu nevi yazılar bazı yevmi gazetelerde (Cumhuriyet, Tasviri efkar, vesaire) yer bulduğu gibi, bu fikirler etrafında irili ufaklı mecmualar intişara başladı. (Bozkurt, Çınaraltı, Gökbörü, Millet, Orhon, Dönüm, Türk yurdu vesaire) ilk zamanlar faşist mahiyetini saklayan milliyetçilik maskesiyle ortaya çıkan bu mecmualar ve bunların yaptığı neşriyat Almanya?nın zaferlerinden sonra açık bir mahiyet aldı. Yer yer, çeşit çeşit faşist teşkilâtları, gizli cemiyetler kuruldu.? Sertel daha sonra, Berkes?in de yukarda bir alıntıda belirttiği gibi Türkçülüğün ırkçı- Türkçülüğe (Turancılık) dönüşmesi ve Cumhuriyet döneminde ?tasfiye edilmiş? bir cereyan olduğu halde yeniden dirilişinin süreçlerini anlatıyor. ?Atatürk bu ırkçı Türkçülere karşı gayet şiddetli bir tavır aldı. Bunların bir kısmını memleket haricinde kovdu, bir kısmını da kendi siyasetini kabule mecbur etti. 1933?e kadar sinen bu cereyan Hitler iktidar mevkiine geldikten sonra, tekrar Türkiyede sinsi sinsi faaliyete başladı. Almanya ve Japonya?nın yardımıyla kurulan ?Turan Cemiyeti? Türkiye?deki Kafkasyalıları birleştirmek maskesiyle tekrar siyasî faaliyetlerine başladı. Beynelmilel Faşizmi dünyaya yaymak rolüyle muvazzaf olan Alman propaganda teşkilâtı, kısmen para ile, kısmen kendi kültürü ve ideolojisi ile yetiştirdiği Türk gençlerini gizli teşkilâtlar ile kuvvetlendirmek, bir dünya imparatorluğu için açacağı dâvada kendine peykler temin ederken, Türkiye?yi de bu safa almak dâvasını güttü.? Sertel, ?faşizimin her memlekette kuvvetli müttefiklerinden birinin dinî irtica zümresi olduğunu? belirterek şunları söylüyor: ?Türkiye?de faşistler Türk inkılâbının kenarda bıraktığı bu kara kuvvetle de işbirliği yapmakta gecikmediler… Adsız Nihal-Dalkavuklar Gecesi-nde bu tezi güttü. Atatürk?e cepheden hücuma geçti. Din ve Allah propagandası faşist elemanların parolası oldu. Bir çok saf Türk gençleri, milliyetçilik namı altında, bu mürteci dâvaya ortak edildi. Bir din şairi olan Mehmet Âkif de bu unsurların müdafaa ettikleri bir bayrak oldu. Bu mürteci zihniyetle, Tanzimat reformunu yapanlar -Avrupa taklitçisi- olarak teşhir edildiği gibi, Meşrutiyet devrinin hürriyetçi, demokrasi taraftarı, ileri şairi Tevfik Fikret de Cumhuriyet devrinde inkılâp ideolojisini yıkmak için bir hedef olarak kullanıldı… Faşizm propagandasına germi verdiği 1940 senesinde – Soruşturma 10 Ekim 1939?da başlamıştı. A.B- Yeni Sabah gazetesinde Kâmuran Demir imzalı, ?Fikret?in eserlerini yakmak lazım? başlıklı bir yazı çıktı. Bu yazıda Fikret?in inkılâpçı fikirlerine, insaniyetçiliğine, ateizmine, şahsına hücum edildi… Bundan sonra aynı gazetede Fikret hakkında bir anket açıldı… Sebil-ür Reşatçı Eşref Edip sahneye çıktı. Bu planlı bir hareketin bu sahada ilk hurucuydu. Yalnız Fikret aleyhinde değil, inkılâp aleyhine işleyen bir ideolojinin ilk çiçekleri bu sütunlarda inkişaf için kendine yer buldu… Âkif?i Faşizm ideolojisi yaymak ve dinî zümreleri etraflarına toplamak için bir vasıta, Fikret?i de insaniyetçiliğe inkılâpçılığa karşı koymak için bir hedef olarak ortaya çıkardılar Türkçülük dâvasını da aynı emellerle, fakat siyasî bir cereyanı saklamak için milliyetçilik maskesi altında ortaya atan bu faşist zümre, Türkiye?yi 1914 harbin de olduğu gibi 1939 harbine de sürüklemek için faaliyete geçtiler. Dahilde ve hariçte buldukları yardımcılarla muhtelif cephelerde teşkilâtlandılar. Talebe arasına, maarife, matbuata el atıkları gibi, meclise, orduya, Halk Partisine, devlet teşkilâtlarına girdiler ve gayet faal rol oynadılar… Irkçılık, gümrükten parasız geçen bir ecnebi oark memlekete girdi. 1914 harbinde Wilhelm Almanya?sının kullandığı aynı yollardan, aynı vasıtalarla ve ayni zümrelere alet olarak girdi.? Daha sonra ?Gazetelerde, mecmualarda bir Tanzimatçılık düşmanlığı peyda olduğunu?, ?gençlere insaniyetçiliğin milliyete zıt olduğu, insaniyetçiliğin bir komünist ideolojisi olduğu, komünizmin bir vahşet olduğu telkinlerinin yapıldığını? belirten, ?Türkçülüğe, Turancılığa, Faşistliğe karşı mücadele eden mecmuaların sol neşriat diye kapatıldığını? anlatan Sabiha Sertel, ?Fikret?in Yaşadığı Devir? başlığını taşıyan, kitabının ilk büyük bölümünü şu sözlerle bitiriyor: ?Fikret ve ideolojisi, bunun içindir ki, Cumhuriyet devrinde de hücumlara uğrayan, fakat her devirde, bilhassa ikinci Cihan Harbinin içinde ve yarın ki Türkiye?de daha kuvvetle izah edilmesi icap eden bir ideolojidir. Çünkü Fikret yaşadığı devrin değil, gelmesi mukadder olan bir devrin ideolojisini yapmıştır.?
Kitabının bu ilk bölümünde Sabiha Sertel, görüldüğü gibi, Fikret?in yaşadığı dönem ve bunun şairin oluşumuna etkisi üzerinde duruyor. Buraya kadar söylenenlerden çıkabilecek en önemli sonuç, kanımca, İslamcı ve Irkçı akımların nitelikleri ve yakın tarihimizde oynadıkları rol konusu da olmalıdır. Her iki dünya savaşı arifesinde toplumumuza ölümcül zararlar getirmiş bu yönelişlerin bugün yeni bir azgınlaşma dönemi içinde olduklarını biliyoruz. İleri düşünceye, halkın çıkarlarına karşı olmakta birleşen bu akımların, bugün çok daha somut hedeflere sahip oldukları, çok daha profesyonelce emperyalizmin güdümünde bulundukları, dün Hitler?in buyruğunda olanların bugün kuşkusuz CIA?nın doğal müttefikleri olacakları, yukarda anlatılanlardan sonra daha bir açıklık kazanıyor. Sabiha Sertel?in kitabı toplumumuzun bu ölüm kalım sorunu konusundaki açıklayıcı, belgesel, bilinçlendirici niteliğiyle ne kadar önemsense azdır. Tevfik Fikret?e ve genel olarak sanatın işlevi konusuna ilişkin olarak bu ilk bölümden çıkarılacak bir başka önemli sonuç ise, faşizmin ve dinsel gericiliğin insancı, akılcı öze sahip bir sanatı, ölümcül düşman olarak gördükleri olgusudur. Sertel?in belirttiği gibi Fikret, ?her ütopist insaniyetçi gibi hastalığın sebeplerini, tedavisini bulamamış? sadece ?isyan etmiştir.? Fakat bu, onu toplumun, insan aklının ileriye dönük yönelişlerini, özlemlerini yansıtmaktan alıkoyamamıştır. Tersine, Fikret?in şiirleri ?gizli bir beyanname gibi elden ele dolaşan bir his, fikir ve isyan kaynağı? olmuştur. Sabiha Sertel kitabının ikinci ve üçüncü bölümlerinde (?Fikret?in ideolojisi-Fikret?in felsefesi?) onun insancı, materyalist, pozitivist, yer yer ütopik sosyalist özelliklerine daha teknik bir açıdan yaklaşmaktadır. Bu ilk bölümde benim asıl vurgulamak isteğim şey, Sabiha Sertel?in, bugün toplumcu ya da Marksist olduklarını söyleyen sanat eleştirmelerinin bile yeterince kavramadıklarına inandığım yetkin bir sanat anlayışına sahip olduğunun görülmesidir. Fikret?in materyalist, ütopik sosyalist bir konuma yaklaşması, yaşadığı dönem düşünülürse, kuşkusuz, büyük bir aşamadır. Fakat sonuçta onun ?burjuva demokrat? bir çizgiyi aşamadığını biliyoruz. Buna karşın o ?yaşadığı devrin değil, gelmesi mukadder olan bir devrin ideolojisini? yapabilmiştir. Kanımca bu, sanatsal yaratışın, sezgisel konumu aşamasa da, ileriye dönük algılama yeteneğiyle ilgili bir durumdur. Bugün pek çok örneğini gördüğümüz mekanik toplumcu edebiyat anlayışının bir yansımasıyla Berkes?in kitabında karşılaşmak ta ilginç oluyor. Yukarda sözü edilen kitaplarında Berkes, Fikret?le doğrudan ilişkili bir söz söylemiyor gerçi. Fakat bir yerde şöyle bir yargı var yine de: ?En ünlü hürriyet şairimiz, Avrupa tab?alı ve bir Avrupa sefirinin himayesinde olan bir Ermeni nasyonalistinin attığı bombayı takdis eden bir şiir yazmak mevkiinde kaldı. -Biz-in ne acayip, ne anlamsız bir kavram haline geldiğini düşününüz. Bu gibi Hürriyet şiirlerine karşılık, Türk aydını tek bir Devrim şiiri yazamamıştır:? (Batıcılık ulusçuluk ve toplumsal devrimler) Bu sözlerin toplumsal anlamını tartışmaya girmiyorum. Fikret?e dinci, ırkçı ve faşist saldırıların sık sık bu şiiri ileri sürdüklerini Berkes biliyordur kuşkusuz. Beni burada ilgilendiren, ?hürriyet şiiri?, ?devrim şiiri? gibi kavramlarda ortaya çıkan mekanik sanat kavrayışıdır. Yaşadığı nesnel koşullarda ve bir şair olarak Tevfik Fikret?in özgürlük özlemi taşıyan şiirler yazdığı için suçlanmasının sağduyuyla bağdaşabileceği kanısında değilim. Kaldı ki ?hürriyet şiiri?, ?devrim şiiri? gibi tanımlar da söz konusu olan büyük sanatsa, yapay, sığımsız, yanıltıcı kavramlar olarak kalmaktadır.?
TARİH’İ KADİM
İşte, der, insanoğlunun geçmiş hayatı bu.
Ve başlar bize maval okumaya.
Ninniler uydurup uyutur bizi
dedelerimizin derin boşluklar içinde, uzun,
zifiri karanlık hayatından.
Gösterir bize evvel zamanı,
tek doğru, en güzel örnek, der.
Bakarsın gelecek günlerin farkı yok geçen geceden.
Senin tarih dediğin işte budur,
alnında altı bin yıllık buruşuklar
ve bir o kadar da kuşku.
Başı geçmişe bir düşe değer,
sürünür ayağı bomboş bir geleceğe,
bir deri bir kemik,
ayakta zorla durur.
Ben hiç tiksinmem ondan,
karşıma alırım onu arada bir,
anlat bakalım, derim, şu eskilerden.
Bir parça feylesofa benzer o,
bir parça sırtlana benzer,
berbat suratıyla da bir hortlağa.
Yoklar mezarını unutulmuş gecelerin,
başlar paslı, boğuk bir sesle
bir bir bana anlatmaya,
sırasıyle, ne olmuş ne bitmişse:
Hep yıkım üstüne yıkım,
acı üstüne acı!
Ne vakit geçse anlı şanlı bir ordu,
çöküverir ağır gölgesi bir bulutun,
kanlar yağar dört bir yana.
En başta bir kanlı bayrak.
Kanlı bir taç gelir arkasından.
Sonra araçlar sökün eder kan içinde:
Balta, topuz, yay, kılıç, mızrak,
mancınık, top, tüfek, sapan.
Arada, kanlı komutanlar ve savaş birlikleri.
En son alay alay esirler geçer.
Yenen bir kişiye yenilen on kişi,
çiğneyen haklı, yiğnenen hapı yuttu.
Yıkımlara, acılara alkış tut,
yüksekten bakanlar önünde eğil,
insafla birdir aşağılık ve namussuzluk,
doğruluk lafta, yürekte değil,
iyilik ayaklarda, kötülük kucaklarda.
Bir gerçek var, tek bir gerçek:
Eli kolu bağlayan zincir.
Bir tek şey var sözü geçen: yumruk.
Hak güçlünün, kötünün yanı.
Uzun lafın kısası:
Ezmeyen ezilir!
Nerde bir şeref var, iğreti.
Nerde bir mutluluk var, yama.
Bir şeyin ne başına inan ne sonuna.
Din şehit ister, gökyüzü kurban.
Her yanda durmadan kan akacak,
durmadan her yanda kan!
İşte böyle inler, sayıklar o,
anlatır insanoğlunun bu belalı ömrü
ne yolda, nasıl sürdüğünü.
Bakarım iskeletin kanlar köpürür dişlek ağzında.
Duyarım sesinin titreyen kuyusunda
yankısını korkunç bir iniltinin,
ben de başlarım birdenbire titremeye,
toprak da tiksintiyle titremiş gibi gelir bana.
Savaşın gürültüsü, patırtısı, indir artık
indir bu acıklı sahnenin perdesini!
Dinsin sonu gelmeyen bu karışıklık!
Sen de, gelenekçi iskelet,
yazdığın kara yazılara bir son ver,
aydınlığa susadık biz, aydınlığa susadık.
Uzun karanlıklar içinde uyumak isteyen mi var?
Bizden iyi geceler onlara,
bizden onlara iyi uykular!
Kimsin, ey gölge, kendinden geçmiş,
koşuyorsun karanlıklara doğru?
Kanla oynamış gibisin,
kırmış geçirmişsin insanoğlunu.
Sen buna kahramanlık mı dedin?
Onun kökü kan ve hayvanlık be?
Şehirler çiğne, ordular dağıt,
kes, kopar, kır, sürükle,
ez, vur, yak ve yık.
Yalvarmalara yakarmalara boş ver,
gözyaşlarına iniltilere aldırma.
Ölümle, acıyla doldur geçtiğin yeri,
ne ekin ko, ne ot ko, ne yosun.
Sönsün evler, sürünsün insanlar orda burda,
kalmasın alt üst olmayan hiçbir yer,
mezar taşına dönsün her ocak,
damlar çöksün yetimlerin başına.
Bu ne alçaklık böyle bu ne namussuzluk!
Hey bana bak, başbuğ musun ne?
Yerin dibine bat, cakanla gösterişinle!
Her başarı bir yıkım bir mezarlık,
işte bir yavrucak yatıyor şurda,
ey cihangir, onu gör de utan!
Devril, bağımsızlığın eskimiş tahtı, devril,
nice acılar verdin bütün insanlara,
inim inim inlettin bütün insanları.
Parçalan, kararmış tac, tuz buz ol,
hep senin yüzünden yoksulluğu insanların.
Göz yaşından incilerin nerde hani?
Nasıl da yosun tutmuşlar, bi görsen!
Eski çağlar nasıl kanmış size?
Ey kan içen kargalar,
bütün karanlıklar sizinle dolu!
Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiç bir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.
Hadi gidin tarih korusun sizi,
-haydutlara en iyi sığınaktır gece-,
gidin, yok olun siz de o mezarlıkta.
İşte müjdelerin en güzeli,
işte en gerçek özgürlük
düşümüzdeki gelecek çağlarda:
Ne savaş, ne savaşan, ne salgın,
ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen,
ne yakınma, ne de zulmün kahrı,
ne tapılan, ne tapan,
ben benim, sen de sen!
Ey soyulan iskelet, kimse bilmeyecek o zaman,
kimse bilmeyecek senin sayıp döktüklerini,
savaş ne, karışıklık ne, zafer ne, anlaşma ne?
Belki duyulmadık bir öykü,
belki korkunç bir masal.
Çok sürmez köhne kitap,
fikri gömen sayfaların
bugün olmazsa yarın yırtılacak.
Ama kim yapacak dersin bu işi?
Bu öyle büyük, öyle kocaman bir devrim ki,
hangi güç kalkar, ben yaparım der?
Yerlerin ve göklerin sahibi mi?
Tamam, işte oldu şimdi!
Yeri göğü elinde tutan o kibirli,
o somurtkan ve dokunulmaz.
Bütün bu kavgalar onun yüzünden değil mi?
Gökyüzü, sen söyle,
yüzyıllarca sel gibi akan su,
– şimdi esrik bir ağzın türküsü,
kuru sesi zindandaki bir adamın,
iç açan bir söz ya da yakan bir söz şimdi,
bir geniş “oh!”, bir derin “eyvah!”,
bir yakarış, bir övgü,
Şimdi tüy gibi bir rüzgar,
Şimdi ağzın bir kasırga.
Dokunaklı bir yakınma şimdi,
sabredemeyen bir başa kakma,
bir titreme, bir çan sesi,
bir savaş davulunun gümbürtüsü,
için için ağlamasi çaresizliğin,
kahrın iyilikbilir kişnemesi,
bir söylev, apaçık, gürül gürül,
Şimdi utangaç ve hasta bir yalvarış,
bir rahatlık bir iç sıkıntısı,
Şimdi korkunç bir haykırma –
bütün bu karman çorman gürültü patırtıyla
inleyen boş kubbe, sen söyle!
Sen ki her sesi yankılayansın,
söyle, bu bir sürü boş çabalama içinde,
daha yukarılardaki şu tanrı katına
hangi sesin yankısı varabilmiş ki?
Hangi dua kabul olmuş bugüne dek?
Binlerim seni, göklerin tanrısı,
din ulularından dinlerim seni:
“Ne benzer var, ne noksanı,
canlı ve ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve yüce.
Odur veren yiyeceği içeceği,
düşleri gerçek yapan o,
bilen, haberi olan, kahreden ve öç alan,
açık, kapalı her şeyi duyan ve anlayan,
el uzatan yoksullara ve çaresizlere,
her zaman her yerde bulunan ve her yeri gören…”
Seni böyle övüp duruyorlar işte.
Oysa senin en üstün özelliğin ne,
“Ortaksız” oluşun değil mi?
Kaç ortağın var şu bataklıkta, bir bak.
Topu ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve kahreden.
Ve topu ortaksız ve tek.
Ve topunun buyruğu yasağı ve saltanatı var,
ve topunun yukarılarda bir gökyüzü.
Bütün ordan gelir yüreğe doğan.
Topunun güneşi, ayı, yıldızları var,
ve topunun görünmez bir tanrısı.
Topunun adanan bir cenneti var,
ve topunun bir varlığı, bir yokluğu,
ve topunun saygıdeğer bir peygamberi.
Ve topunun cennetinde körpecik güzel kızlar yaşar.
Ve topunun cehenneminde birer lokmadır insancıklar.
Tanrılar ne derse onu yapacak halk,
sabırla ve kahırla olacak iki büklüm.
Ama tanrılar ne derse onu yapacak.
İnanasım gelmiyor bunların hiçbirine.
“Ne bileyim?” diyor kime sorsam.
Hepsi bir kuruntu mu bunların yoksa?
Belki aldanmak yaşamanın bir gereği.
Belki de hepsi de doğrudur, kim bilir,
belki ben hiç bir şeyin farkında değilim,
karıştırmaktayım “yok” la “var” ı.
Kusurum ne? Kuşkuda olmak mı?
Kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru.
İnsan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan.
Belki de yok olacağız bir gün topumuz birden.
Kimbilir, öbür dünya belki de var.
Madem bu beden o ölümsüzün işi,
ne diye kıvranır durur bin türlü dert içinde?
Hadi diyelim aslımız toprak bizim,
sen gel onu kederden bir çamur yap.
– her yeri kanla, göz yaşıyla dolu –
insaf be, bu kadarı da olur mu?
Sen gel hem yoktan var et,
sonra da ettiğini boz, kötüle.
Hiç bir yaradandan ummam bunu:
Yaradan yok eder, ama perişan etmez!
En zorlu düşmanın işte, tanrı,
boğmak ister seni ulu katında,
çok iyi tanırsın sen o yılanı,
onun kızgın zehrinden bir vakitler bize
bir tadımlık vermiştin hani.
Kuşku! En zalim en güçlü düşman.
Bunu ya bildin ya koydun kafamıza,
ya da bilemedin işin nereye varacağını.
“şeytanlık, düzen, sapıklık” denen şey var ya,
bugün yerinden yurdundan edecek seni o.
Tapınağında ışıklarını söndürüyor,
elleriyle parçalıyor heykelini.
Sense, iler tutar yerin kalmamış,
göçüp gidiyorsun olanca gücünle.
Burçlarında yıkılmalar falan hani?
Nerde hani gümbürtüsü yıldırımlarının?
O kızgın soluğun hani nerde?
Ne cehennemlerinde bir kaynama var?
Ne büyük acını gören bir göz.
Ne de kulaklarda dokunaklı bir çınlama.
Oysa bir ufak parçası kopsa insanın,
bir sızlanma olur, duyulur bir ağlaşma.
Sen Yeryüzü ve Gökyüzü’nle göç gir de,
bir inilti bile duyulmasın ortalıkta.
Tam tersi, kahkahadan geçilmiyor.
Zaten yalana ağlasa ağlasa,
bir ikiyüzlüler ağlar,
bir de ahmaklar.
* Tarih-i Kadim: eski çağlar tarihi
Tevfik Fikret
TARİH-İ KADİM’E ZEYL
Molla Sırat’a
Paraya hiç dayanmayan bir şairmişim
Zangoçluk edermişim Protestanlara gider
Size edebi saygılarımı sunarım efendim
Yani yıldızlı bir kursunun üstadına
Bilgin sairine yani İslam dininin
Molla Sırat hazretlerine yani
Lütfen bize ne güzel
Zangoçluğu yakıştırıvermişler
Ama aldanmış olmayasın sakin üstadım
Müslüman oğluyum ne de olsa
Sen o güzel dini anlatma bana
O dinden senin kadar ben de anlarım
Ben de okudum o Tanrı kitabini
Yüreğe doğan o sözleri ben de dinledim
Ben de dolaştım sizin gibi cami cami
Tanrı önünde ben de oldum iki kat
Açılırdı hayalimde cennet yolu
Dolardı yüreğime cehennem korkusu
Ulu Tuba’ya ben de tırmandım
Ben de çıktım melekler katına
Ezani duydum mu bayılırdım
Nasıl koşardım o ‘Tanrı’ sesine!
Ben de tesbih çektim, dua ettim
Ben de namaz kildim oruç tuttum,
Hepsini yaptım halt ettim!
Çünkü ne dendiyse inanmıştım
Kanmıştım senin kandıklarına
Bağlanmıştım körü körüne
Canimi adamıştım dinime canimi.
Tanrıyı da sevmiştim peygamberi de.
Ama onlar bu gün çok uzaklarda
Anladım ben asil gerçek nerde
Anladım Hanya’yı konyayı
Bizi hakka götüren yol başka
Senin su saydıkların var ya hani
Su şaşılacak şeyler hani doğaüstü
Onlar hep masal hep kafadan atma
Buğun hiç durmadan arıyor insan
Gitgide görüyor isin içyüzünü de
Senin hokkabazlar unutmuşlar geleceği
Isa ile Musa, aldatılan ve aldatan
O büyülü değnek, bir koca kuyruklu yalan
İşte insanoğlu bir yerde böyle sapık
Beserin böyle delaletleri var
putunu kendi yapar kendi tapar
Git ara kiliseyi, dolaş Kabeci
Can sesini duy, tekbiri dinle
Umduğun, beklediğin şeyler nerde hani
Ortada bir tek şey göreme
Şeytani da düzme, Allah’ı gibi
Buda’sı düzme, Ehrimen’i düzme, Yezdan’ı düzmece
Bir korkak kuşku yaratmış bunların topunu
Gölgeler baktım, gölgeler, gölgeler…
Sonra baktım bir karanlık uçurum
Haydi don geri, don geri, don, oğlum!
Ve beynimden vurulmuş gibi devrildim.
Simdi benim ne cennet, ne cehennem umurumda
Bakarım evrene, şaşar şaşar kalırım.
Ne tapılan tanırım, ne taptıran tanırım
Yaradılışın kuluyum ben artık
Ben yaradılışın kulu
Pıtrak gibi işte gökyüzünde mescitler
İşte onlara orda vicdanim secde eder
İşte benim bundan böyle tapınmam bu
İşte bundan böyle benim vaktim böyle geçer
Artık öyle rahat, öyle rahat ki içim
Ayırt edemem kendimi bir kayadan
Tapınmakta biraz minnacık bir kuşla
Bir ishal kuşu da, la il ilahe illallah der
Ben de la ilahe illallah derim
Ve doğruluk ve alçak gönüllülük ve sıkı dostluk
Ve el uzatma ve koruma ve insaf ve acıma
Ve sonra bir şaire zangoç dememek
İşte buyuran bunlar benim vicdanıma
Benim ayinim düşünüp yapmaktır
Benim dinim insan gibi yaşamaktır
İnanmışım: Taparım ben varlığa
Her kanat bana bir melek sesi getirir
Ne isim var peygamberle benim
Beni Hakka bir örümcek oturur
Kitabim iste yeryüzü kitabi
Bendedir iyilik, kötülük tohumu
Varırım hep böyle ta mezara dek
Yeniden dirilmek bizim nemize gerek
Taşır insanların hem aşkını, hem acısını
Bağrımdaki su deli, su ince yürek
İnsan gibi yaşamaktır buğun gerçek din
İnsan gibi yaşamak
Sabiha Sertel’in Yaşam Öyküsü
1895?te Selanik?te doğan Sabiha Sertel ortaöğrenimini Selanik Terakki İnas İdaresi?nde ve bir Fransız okulunda tamamladı. Selanik?in Yunanlıların eline geçmesinden sonra ailesiyle birlikte İstanbul?a yerleşti (1912) ve 1915?te gazeteci Zekeriya Sertel?le evlendi. Sabiha Sertel, yazı yaşamına eşiyle birlikte çıkardıkları haftalık Büyük Mecmua (1919) dergisiyle adım attı. Derginin ilk sayısından itibaren kadın sorununa değinen Sabiha Sertel, ?Türk feminizmi?nin öncüleri arasında yer aldı. Aynı yıl eşiyle birlikte ABD?ye giden Sabiha Sertel burada sosyoloji okudu; kadın sorunu üzerinde daha ayrıntılı düşünmeye başladı.
Yurda döndüğünde eşiyle birlikte Resimli Ay dergisini çıkardı (1924-1931). Dergide yazdığı makalelerde işçi sınıfını savundu; sosyal ve politik düzeni eleştiren yazılar yazdı. Bu arada eşi ve F.Sabri Duran?la Çocuk Ansiklopedisi?ni (1927-1928, 4 cilt) hazırladı ve Cumhuriyet gazetesinin çıkardığı Hayat Ansiklopedisi?nde çalıştı (1932). Serteller?in ismiyle özdeşleyen Tan gazetesi (1936) özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında faşizme, militarizme karşı yayımları nedeniyle geniş yankı uyandırdı. 1945?te Tan gazetesi bir kışkırtma sonucu basılıp yakıldı. Bu olaydan ve sonraki davalardan oldukça yıpranan çift, 1950?de yurtdışına çıktı. Sabiha Sertel Paris, Budapeşte, Moskova ve Bakü?de yaşadı. Türkiye Komünist Partisi?nin çalışmalarına katıldı. Budapeşte Radyosu?nun Türkçe yayınlar servisinde çalıştı. Son yıllarında Türkiye?ye dönme talebi reddedildi.
Gazeteciliğinin yanı sıra Tevfik Fikret-Mehmet Akif Kavgası (1940), Tevfik Fikret İdeolojisi ve Felsefesi (1946) isimli inceleme kitaplarıyla da dikkati çeken Sabiha Sertel?in anılarını topladığı Roman Gibi ölümünden sonra 1969?da yayımlandı. Ülkesinden ayrıldığı 1950 Eylül?ünden 18 yıl sonra yine Eylül ayında (1968) Bakû?de hayata gözlerini yumdu.
Kautsyki?nin ?Sınıf Kavgası?
Adoratski?nin ?Diyalektik Materyalizm?,
?1936 Sovyet Anayasası?,
Lenin?in ?Harp ve Sosyalizm?,
August Bebel?in ?Kadın ve Sosyalizm?
Lenin?in ?Emperyalizm, Kapitalizmin Son Safhasıdır?,
Stalin?in ?Leninizm?in Problemleri? eserlerini Türkçeye çevirdi. Gazeteciliğinin yanı sıra Tevfik Fikret-Mehmet Akif Kavgası (1940), Tevfik Fikret İdeolojisi ve Felsefesi (1946) isimli inceleme kitaplarıyla da dikkati çeken ?in anılarını topladığı ?Roman Gibi? ölümünden sonra 1969?da yayımlandı.
Bir de Sabiha ve Zekeriya Sertel?in ortak bir kitapları vardır. Yalnız bir kez basılan bu kitabın adı ?Davamız ve Müdafaamız: Makaleler, İddianameler, Müdafaalar, Mahkeme Kararları, Yargıtay kararları, İstanbul 1946)
?RESİMLİ AY? SONRASINDA SABİHA SERTEL
(Mehmet Ergün)
??Resimli Ay?ın ortakları dergiden Nâzım Hikmet?in, sol yazarların çıkarılmasını istediler. Buna Zekeriya ve ben karşı koyduk. Bu yüzden çıkan anlaşmazlık, ortaklığın bozulması sonucunu verdi. 1930 yılının son aylarında ?Resimli Ay Limited Şirketi?nin gazetelerde şu garip ilanı çıktı:
?Son zamanlarda, ?Resimli Ay? Mecmuası, neşriyatında memleket ve okuyucuların ihtiyacını tatmin etmeyen köhne mevzulara, faydasız yazılara yer verildiğini gören müessesemiz, başmuharrirlerinin (Zekeriya ve Sabiha Sertel? M. E.) vazifelerine nihayet vermiş ve bu mecmuayı kapamaya karar vermiştir.?
İlanda, imtiyazın şirketin malı olduğu, bundan faydalanarak dergiyi tekrar kendilerinin neşre devam edecekleri bildiriliyordu. Biz ?Resimli Ay?ın kurucuları olduğumuzu düşünerek, mecmuayı bu isimde çıkarmaya devam kararında idik. Şirketten ayrıldık. Babıâli yokuşunda küçük bir oda kiraladık. 1 0cak 1931 tarihinde çıkardığımız ilk sayıda ?Resimli Ay?ın hikâyesini (de) anlatmıştık.
(…) Fakat ortaklar, imtiyazın, şirketin malı olduğu iddiasıyla mahkemeye başvurdular. Ve derginin yayınlanmasına engel oldular. Resimli Ay bu yüzden yayın hayatından çekildi.?
Sabiha Sertel, Resimli Ay?ın kapanışını böyle anlatıyor anılarında.(1)
?Arap abecesi?nden ?Lâtin abecesi?ne geçildiği ve her türlü yayının okur yitirdiği günlerde, Nâzım Hikmet?in gerek şiirleri ve gerekse de önayak olduğu ?Putları Yıkıyoruz!? kampanyası ile tiraj patlaması yapan Resimli Ay?ın yayın yaşamı, birbirini izleyen kovuşturmalar ve etkili çevrelerden gelen, zaman zaman fiziksel nitelik de kazanan uyarılar üzerine, para kazanmaktan öte bir amaçları olmayan diğer ortaklarca böylesine ilginç bir yöntemle noktalanıyordu. Derginin Kânunuevvel 1929 tarihli 10. sayısında yayımlanan ?Savulun Geliyorum? başlıklı yazı nedeniyle ?neşriyat yüzünden mahkemeye sevkedilen ilk Türk kadın? olma onurunu (!) elde eden Sabiha Sertel de, bir anda, yazdıklarını yayımlatma olanağından yoksun bir yazar durumuna geliyordu.
Gerçi ortada eşinin de ortakları arasında yer aldığı Son Posta gazetesi vardı. Orada yazması düşünülebilirdi. Ama ne yazık ki gazetenin sayfaları ona kapalıydı. Diğer üç ortak (Selim Ragıp Emeç, Ekrem Uşaklıgil, Halil Lütfi Dördüncü), daha yolun başında, ?şirketin kurulmasından önce?, Sabiha Sertel?in ?gazetede yazmamaklığını şart koşmuşlardı? çünkü.(2)
Sabiha Sertel, yazdıklarını yayımlatma olanağını, ancak, eşinin 1934?te Son Posta?dan ayrılıp Tan gazetesine ortak olarak katılmasından sonra yeniden elde edebilecektir. O günlerini anlatırken şöyle diyecektir anılarında: ?Tan Gazetesi?nde yazı yazmaya başladım. Son Posta?da bana karşı konan yazı yazma yasağı kalkmış, nisbi bir hürriyete kavuşmuştum.?(3)
Evet Sabiha Sertel, Resimli Ay?ın kapanmasıyla, bir anda, yazdıklarını yayımlatma olanağından yoksun bir yazar durumuna geliyor. Ama bir köşeye çekilip olup bitenleri izlemekle yetinerek yaşayacak bir insan da değil o. Öyle olmadığını ve olamayacağını yıllar önce, hem de işin en küçük teknik bilgisinden bile yoksun olduğu günlerde, ?Bâb-ı Âli Cangılı?nda ?kurtlara karşı? bir ?yalnız kadın? olarak verdiği kavga ile göstermişti. Eşi Zekeriya Sertel?in Ankara İstiklâl Mahkemesi?nce üç yıl Sinop?ta ?kalebentlik? cezasına çarptırılmasını fırsat bilen diğer ortak Sudi Bey?in gazeteye el koymaya kalkışması üzerine, adını bile kullanması engellenen Resimli Ay yerine, bir başına, Sevimli Ay?ı çıkarmıştı. Yazdıklarını yayımlatma olanağından yoksun kalan böyle bir insanın bir köşeye çekilip olanı biteni izlemekle yetinmeyeceği çok açık.
Çeviri Etkinlikleri
Gerçekten de Sabiha Sertel, yazılarını yayımlatma olanağından yoksun kılınınca, bir köşeye çekilmez. Yürüyüşünü kitap çevirerek sürdürür:
?…sosyalizme ait eserleri tercümeye karar verdim. Elimde seçme imkânı verecek kadar kitap yoktu. Çünkü bu kitaplar memlekete giremezdi. Londra?da bir dostun gönderdiği kitaplar arasından seçmek zorundaydım. İlk olarak Kautsyki?nin ?Sınıf Kavgası? eserini Türkçeye çevirdim. (…)
Bundan sonra 1930?dan 1936?ya kadar, Adoratski?nin ?Diyalektik Materyalizm?, ?1936 Sovyet Anayasası?, Lenin?in ?Harp ve Sosyalizm?, August Bebel?in ?Kadın ve Sosyalizm? eserlerini Türkçeye çevirdim. Bu kitapları ?Tan?a yazdığım yazılardan biriktirdiğim para ile bastırmıştım.?(4)
Sabiha Sertel, çevirdiklerini yayımlatma ve okura ulaştırma konusunda yüz yüze geldiği sıkıntıları anılarında uzun uzun anlatır. Kestirilebileceği için değinmek gereksiz. Ancak bu sıkıntıların ?ödül?üne ilişkin hoş bir anısı var. Onu aktarmadan geçmek olmaz:
?…1950?de Paris?te, 1955?te Viyana?da rastladığım gençler, ?Biz ilk Marksist eğitimi sizin Türkçeye çevirdiğiniz kitaplardan aldık,? dedikleri zaman sevinç duydum. Emekler boşa gitmemişti.?(5)
Sabiha Sertel, sonraki yılların ?zorunlu molalar?ında da bu yolu kullanacak ve yayımlanma olanağı olsun olmasın, ?çeviri etkinliği?ni sürdürecektir. Nitekim II. Dünya Savaşı yıllarında yazma olanağından yoksun kılınınca da, yeniden çeviriye girişecektir:
?…Harbe, faşizme karşı savaşacağımız en önemli bir zamanda hürriyetimi kaybetmiştim. Zamanımı boş geçirmemek için (…) Marksist eserlerin tercümesine devam ettim. Lenin?in ?Emperyalizm, Kapitalizmin Son Safhasıdır? adlı eserini, Stalin?in ?Leninizm?in Problemleri? adlı eserini Türkçeye çevirdim. Bu tercümeler de neşredilemezdi.?(6)
?Neşredilemeyeceğini? bile bile zaman ayırıp emek vererek çeviri yapmak… Boş durmayı sevmeyen bir insan Sabiha Sertel; belli bu. Ancak söz konusu durum yalnızca boş durmayı sevmemekle açıklanamaz. Onu aşan bir boyutu da var. Öyle anlaşılıyor ki Sabiha Sertel, Nâzım?ın o unutulmaz Yaşamaya Dair şiirinde sözünü ettiği insanların soyundan: ?Yetmişinde bile zeytin dikecek?lerden yani; ?hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil?…
RESİMLİ HER ŞEY
Sabiha Sertel, çeviri etkinliğini sürdürdüğü, çevirdiklerini yayımlatma ve okura ulaştırma kavgası verdiği günlerde, Resimli Herşey adlı haftalık bir dergi çıkarmaya başlıyor. İlk sayısı 28 Eylül 1935 tarihini taşıyan bu dergiden, unutmuş olmalı ki, anılarında söz etmiyor. Ama kızı, bilim insanı Yıldız Sertel de, Annem (Sabiha Sertel Kimdi, Neler Yazdı?) adlı çalışmasında Resimli Herşey?den söz etmiyor. Aslında Yıldız Sertel adı geçen çalışmasında yeni hiçbir şey söylemiyor. Ağırlıklı olarak annesinin yayımlanmış anılarını aktarmakla yetiniyor. Üstelik bellek yanılmalarını bile düzeltmeden Oysa Resimli Herşey önemli bir dergi ve üzerinde durmak gerekiyor.
Resimli Ay?da olduğu gibi Resimli Herşey?de de Nâzım Hkmet ?odak?tadır. Her sayı kendi adı ya da Orhan Selim takma adıyla bir yazısı ya da şiiri yayımlanıyor dergide. Sabahattin Ali, Suat Derviş, Kerim Sadi, Hüseyin Avni Şanda, Sadri Ethem, Naci Sadullah, Nizameddin Nazif, Mahmud Yesari, Nurullah Ataç, Kemal Tahir… gibi şu ya da bu ölçüde rüzgârına kapılmış arkadaşları da dergide yazıyor. Diğer bir deyişle derginin yazı kadrosu, Nâzım Hikmet ve arkadaşlarından oluşuyor.
Resimli Herşey savaş karşıtı / antifaşist bir yayın siyasası izliyor. İtalya?nın Habeşistan?a yaptığı saldırı üzerinde dikkatle duruyor. Bir yandan gelişmeleri aktarırken, diğer yandan da saldırının içyüzünü sergilemeye çalışıyor. Türkiye?de, doğrudan ya da dolaylı, işgalden yana tutum takınanları eleştiri konusu yapıyor. Diğer bir deyişle de ülkede mayalanmaya başlayan faşizan eğilimlere karşı çıkıyor. Nâzım Hikmet, Orhan Selim takma adıyla yayımlanan ve derlemelerde yer almayan ?Bir Tavsiye? başlıklı yazısında şöyle yazıyor:
?İstanbul?un Beyoğlu yakasında bir gazete çıkar. Bunun adı ?Beyoğlu?dur. İtalyan Faşizminin organı, Karagömlekli emperyalizmin propagandacısı olan işbu ceride, kaç gündür, ağzı köpüklü bir sevinçle ikinci baskılar yapmakta, kendi yurtlarında varlıklarını kanlı bir tasalluttan korumak için savaşanların düşen şehirlerini, bir ölüm müjdesi gibi herkesten önce bildirmeğe çabalamaktadır.
Tankları, uçakları, satın alınmış yerli askerleri ve çoğu zorla getirilmiş beyaz derili ordularıyla her İtalyan ilerleyişinden İstanbul halkı sanki büyük bir haz duyarmış gibi, artık köprünün Eminönü yukarısında da ikinci baskılarını sürmeğe çalışan ?Beyoğlu? gazetesi, Afrika harbinin ilk günlerinde ikinci baskılar yapan Türkçe gazetelerden intikam alıyor gibi…
(…)
İstanbul halkı, bilhassa İstanbul?un geniş emekçi yığınları, ister demokratik?!, ister liberal, ister faşist olsun, can çekişen kapitalizmin son basamağı olan emperyalizmin geçici zaferleriyle afallamayacak kadar tecrübe sahibidir, pişkindir.?(7)
Dergide ayrıca, ?Nâzım Hikmet?in son çıkan kitabı Taranta Babu?ya Mektuplar adlı kitabından? notuyla Taranta Babu?ya 12 inci Mektup?a yer veriliyor.(8)
İkinci sayısındaki duyurudan, Resimli Herşey?in okurdan büyük ilgi gördüğü anlaşılıyor:
?…okuyucularımızdan büyük bir rağbet ve alâka gördük ve ilk nüshadan elimizde kalmadı. (…) Birinci sayımızın ikinci bir baskısını yapıyoruz.?(9)
Gerek tutumu, gerekse de okurdan gördüğü ilgi nedeniyle de derginin ömrü uzun olmuyor. Kemal Tahir?in Fatma İrfan?a yazdığı bir mektuptan, kapatıldığı anlaşılıyor:
?Bizim ustayla geçen akşam karşı karşıya oturduk. Bir neşeli idim, bir neşeli idim ki, sorma gitsin. Oğlan yüzüme baktı baktı da:
?Haberin var mı canım, dedi, bizim mecmua sizlere ömür.
Beni dahi duymamış sanmış, neş?emi görmüş de. Sırıttım:
?Malûm bayım, dedim, iyi havadis değil ki, duyulmasın. Bursa?daki sağır sultan işitti bunu.?(10)
Projektör
Sabiha Sertel, Resimli Herşey kapatıldıktan sonra, 1936?nın Mart?ında, kuramsal ağırlıklı bir dergi çıkarmaya başlıyor: Projektör… Tutumunu anlamak için dergide yer alan yazıların bazılarının başlıklarına bakmak yeterli: ?Habeşistan?a Tankla Medeniyet Götüren Kardinal? (Sabiha Zekeriya), ?Son Çin Meselesi? (Fırat), ?Emperyalizm Kolonicilik ve Medeniyet? (Fırat), ?Fransa?daki Halkçı Cephe ve Programı? (A. Kartal)… Projektör?ün Resimli Herşey?in çizgisini izleyeceği, ülkede mayalanmaya başlayan faşizan eğilimlerle mücadele edeceği anlaşılıyor.
Mete Tunçay, Türkiye?de Sol Akımlar?II (1925-1936)?da dergiye ilişkin olarak şöyle yazıyor:
?Sabiha Zekeriya?nın bu yıl içindeki (derhal yasaklanarak arkasının getirilmesine izin verilmeyen) asıl önemli girişimi, Mart?ta Projektör adlı aylık bir ?fikir mecmuası? çıkarması olmuştur. Çoğu takma adlı yazarların telif ve tercüme katkılarından oluşan bu (iv+96 sayfalık) dergi, Nâzım Hikmet grubunun kitap yayınlarıyla birlikte düşünülürse, Sovyetlere bir yanaşma niyeti olduğuna şüphe bırakmıyor.?(11)
Sabiha Sertel de, Voix Europeenne?de yayımlanan yazıları nedeniyle kendisini Pera Palas?a çağıran ve bir yandan gözdağı verirken diğer yandan koltuklayan Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ile görüşmesini aktarırken, Projektör?e ilişkin olarak şu bilgileri verir:
?…Nedir o çıkardığınız ?Projektör? Dergisi? Senin yazı yüzünden dergiyi toplattım.
?Projektör? Dergisi?ni bazı arkadaşlarla beraber çıkarıyordum. Tek nüsha çıkan bu dergide ?Mebus hanımlar, niçin susuyorsunuz?? başlıklı bir yazım vardı. O zaman çalışan kadınların da yol vergisini vermesini sağlayan bir kanun mecliste konuşuluyordu. Ben de yazdığım yazıda, evlerinde tufeyli yaşayan, memlekete hiçbir hizmeti olmayan burjuva kadınlarının vergiden affedilmelerini tenkit ediyor, makine başında çalışan işçi kadınlara yol vergisi ödetmenin haksızlık olduğunu iddia ediyor, meclisteki mebus hanımları bu hakları savunmaya çağırıyordum. Şükrü Kaya?nın sözünü ettiği yazı ve dergi buydu.?(12)
Görüldüğü gibi Projektör?ün ömrü Resimli Herşey?inkinden de kısa oluyor: İçişleri Bakanı Şükrü Kaya?nın buyruğu ile ilk sayısında kapatılıyor!
SAVAŞA KARŞI,
DEMOKRASİ YANLISI BİR KÖŞEYAZARI
Bundan sonra Sabiha Sertel?i Tan gazetesinde Demokrasi Cephesi?nden yana, ırkçılık ve savaş karşıtı, antifaşist yazıları ile ?ses getiren? bir köşe yazarı olarak görüyoruz.
?Ses getiriyor? da ne mi oluyor?
Hem Türkiye?nin bir an önce Almanya?nın yanında savaşa girmesini isteyen ırkçı / Turancıların, hem de hükümetin tepkilerini üzerine çekiyor!
Sabiha Sertel?in ırkçı / Turancılarca boy hedefi yapılması, demokrasi yanlılarını sindirmek ve savaştan yana bir ortam oluşturmak amacı ile başlatılan Tevfik Fikret-Mehmet Akif tartışmalarına katılması ile başlıyor. Tartışmaya katılırken her dönem için geçerli olabilecek bir saptamadan yola çıkıyor:
?Gerici ideolojilerin, kendi muhalifi olan ilerici ideolojiye hücumu için en elverişli zaman, harp devirleridir. Böyle zamanlarda gerici düşüncenin zafer kazanması için, gericiler muhalif ideolojinin önderlerini iftiralarla lekeleme silâhına başvururlar. İdeoloji alanında gericilerin en büyük müttefiki dindir. Bu devirlerde gerekirse ölüler mezardan çıkarılır, fikirleri bir daha süzgeçten geçirilir, bu gizli siperden ilerici düşüncelere harp açılır.?(13)
Ardından Tevfik Fikret?in ?insanlıkçılığı?nı öne çıkaran yazılar yazıyor. Bu yazıları ile de, Tevfik Fikret?e saldıranların gerçek amaçlarını açığa vuruyor:
?Faşizm propagandasının alıp yürüdüğü 1940 senesinde, ?Yeni Sabah? Gazetesi?nde Kâmuran Demir imzasıyla ?Şair Tevfik Fikret?in eserlerini yakmak lazım? başlıklı bir yazı çıktı. Bu yazıda Fikret?in devrimci fikirlerine, insaniyetçiliğine, ateizmine, şahsına hücuma geçildi. Hücuma esas tutulan tez, Fikret?in milliyetçi ve dindar olmaması iddiasıydı. (…) Bu kampanyadan sonra softaların dergisi olan ?Sebil? el-Reşat? Dergisi de bu savaşa katıldı. Derginin sahibi Eşref Edip sahneye çıkarıldı. Bu dergide 1908 Devrimi?nden sonra şair Tevfik Fikret?le, şair Mehmet Akif arasında geçen tartışmalar tazelendi. Bu yazılarda yalnız bu iki şair arasındaki kavga tazelenmekle kalmadı, insaniyetçi, ilerici, devrimci fikirlere karşı da bir savaş açıldı.?(14)
Böylece de, söz konusu girişime bir anlamda çelme takmış; oyunun bozulmasına zemin hazırlamış oluyor. Sabiha Sertel, bu tutumu, savaş boyunca sürdürüyor. Doğal olarak ırkçı / Turancıların düşmanlıklarının katsayısı da yükseliyor. ?Dönme?, ?Bolşevik dudusu? gibi nitelemelerle sürekli aşağılanıyor, ?vatan haini? olmakla suçlanıyor ve en sonunda, ?Tan Olayı? sırasında çırılçıplak soyulup kızıla boyanmak için elde ?kırmızı mürekkep? köşe bucak aranıyor.
Öte yandan, Milli Şef Dönemi için olağan sayılabilecek herhangi bir nedenle her kapatılışında Tan?ın yeniden açılabilmesinin koşulu, onun ?kalemi? oluyor. ?İlâhlar?, hep onun kellesini istiyor. Sahneden çekilmesi için hemen her yol deneniyor. Şöyle yazıyor Sabiha Sertel:
?Tan Gazetesi, 1941 senesinin başlarında, herhangi bir sebepten geçici olarak kapatılmıştı. Ahmet Emin Yalman devlet adamlarıyla görüşmek, Tan?ın açılmasını sağlamak için Ankara?ya gitmişti. (…) Ahmet Emin, ?Tan? Gazetesi?nin açılmasını sağladığını, ancak bunun bir şarta bağlı olduğunu söylüyordu. Şart da şu: Sabiha Hanım ?Tan?a yazı yazmayacak…?(15)
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile görüşen Ahmet Emin, nedenini de belirtiyor: ?Faşizme, Almanya?ya çatmanız hoşlarına gitmiyor.?(16)
Yeniden yazma olanağına kavuşunca, ırkçılık karşıtı yazıları TBMM?de tartışma konusu oluyor. Bunun üzerine ?…Basın Yayın Umum Müdürlüğü?nden gelen bir telefonla, (…) iki ay müddetle gazeteye yazı yazmama?sı bildiriliyor. ?Bu, yazı hürriyetimin ikinci defa elimden alınması idi.? diye yazıyor Sabiha Sertel ve sürdürüyor: ?Birincisinde faşist Almanya ile işbirliğini tenkit ettiğim için susturulmuştum. Şimdi de ırkçılığa, Türkçülüğe karşı savaştığım için susturuluyordum.?(17)
Sonrası mı? İnanılmaz gibi gelebilir ama gerçektir: O güne değin çizdiği ?portre? ile bağdaşmasına da, bağdaştırılmasında da olanak bulunmayan bir şeye, ?etliye sütlüye karışmama?ya karar veriyor Sabiha Sertel. Ne mi yapıyor? Dinleyelim:
?…Faşizmin aleyhine yazsam, fincancı katırlarını ürkütürüm. Hükümetin dış politikasını tenkit etsem, ?Tan? kapanır, işçi, köylü haklarını savunsam, komünist damgası vururlar. Emperyalizm aleyhine bir seri yazı yazmaya karar verdim.?(18)
Sabiha Sertel bu, onun ?etsizi sütsüzü? de bu kadar olur ancak! Sonuç mu? Şu: ?…yine Basın Yayın Genel Müdürlüğü?nden gelen yazılı bir belge ile, bir sene yazı yazmaktan menedildim.?(19)
?Zincirli Hürriyet?e Karşı
Sabiha Sertel, II. Dünya Savaşı?nın ardından, tüm dikkatini ülkenin demokratikleşmesi üzerinde yoğunlaştırıyor. Bu doğrultuda yazılar yazmaya başlıyor. Ama ?erken (zamansız) öten horoz? olmaktan yine kurtulamıyor. 3 Eylül 1945 tarihli Tan?da yayımlanan ?Muvafakatin Feryadı? başlıklı yazısı yüzünden tutuklanıyor. ?Büyük Millet Meclisinin ve Cumhuriyet hükümetinin yüce varlığını yayınla tahkir ve tezyif eyle?me suçlaması ile yargı önüne çıkarılıyor.(20)
Sabiha Sertel, Türkiye?nin demokratikleşme kavgasına yalnızca yazıları ile katkıda bulunmaya çalışmakla yetinmiyor. ?Sosyalist aydınlar?la ?DP Muhalefeti?nin önde gelenleri arasında kurulmaya çalışılan ?İleri Demokrasi Cephesi? çalışmalarında da etkin olarak yer alıyor. Girişimin yayın organı olarak tasarlanan Görüşler?i çıkarmaya başlıyor. Dergide iki yazı yayımlıyor: Değişen Dünya ve Zincirli Hürriyet.
?Değişen Dünya?da, kalıcı bir dünya barışı için, faşizme ve gericiliğe karşı ?terakkiperver, antifaşist, demokrat, sosyalist unsurları?n işbirliğinin zorunlu olduğunu ileri sürüyor ve savaş sonrası dünyadaki gelişmeleri ele alıyor.(21)
Bu saptamanın oluşturulmaya çalışılan ?İleri Demokrasi Cephesi? ile de örtüştüğü görülüyor.
?Zincirli Hürriyet? başlıklı yazı, bir anlamda, Türkiye için önerilmiş bir ?demokratikleşme paketi?dir. Yazıda, ?olmaması gerekenler?le ?olması gerekenler? birlikte sunulur.(22)
Söylenenlerle günümüzde tartışılanlar arasındaki koşutluk, aradaki 67 yıllık süre içerisinde, ?demokratikleşme? doğrultusunda ne ölçüde yol alındığının da önemli bir göstergesidir.
1 Aralık 1945?te okura sunulan dergi, yıllarca baskı altında yaşamış ve savaş yıllarının sıkıntıları altında ezilmiş toplumda büyük ilgi buluyor. Kısa sürede tükeniyor ve ikinci baskısı yapılıyor. ?Sosyalist aydınlar?la ?DP Muhalefeti?nin önde gelenlerinin işbirliği girişiminden ve ?potansiyel halk muhalefeti?nin o momentteki ?temel tercihler?e aykırı kanallara girmesinden ürkenler, 4 Aralık 1945?te ünlü ?Tan Olayı?nı tezgâhlıyorlar. İlerici yayın satan kitabevleri ile La Turquie dergisi ve Yeni Dünya gazetesinin yanı sıra Tan gazetesi de yerle bir ediliyor.
İlginç bir rastlantı: Aynı gün, gazetenin matbaasında, Sabiha Sertel?in Tevfik Fikret?e sahip çıkan yazıları nedeniyle yargılanırken yaptığı savunmada duruşmaları izleyen ilerici gençlere yazmaya söz verdiği Tevfik Fikret (İdeolojisi ve Felsefesi)?nin ?son forma?sı basılmaktadır. Yapıtında Türkiye?yi kör karanlığa sürükleme isteklerini teşrih masasına yatırdığı güçler, o ?son forma?yı da yok ediyorlar. Ama Sabiha Sertel, beş yıl önce mahkeme salonunda verdiği sözün gereğini yerine getiriyor. Bir dipnot ekleyerek o ?son forma?yı yeniden bastırıyor ve yapıtını kamuoyunun ilgisine sunuyor:
?Tevfik Fikret kitabı 1945 İlkânun (Aralık) ayında matbaada basılmakta idi. 4 İlkkânun 1945?de yine aynı Faşist ve reaksiyoner unsurların hazırladıkları nümayişle Tan Matbaası tahrip edildiği zaman bu son forma da makinede idi. Tahripçiler fikre hücum eden balyozları ile bu son formanın hurufatını dağıttıkları gibi, müsveddeleri de yırttıklarından, şimdi yeniden yazacağım kısımlar asıllarına tamamı tamamına uymayacağı için özür dilerim.?(23)
Sabiha Sertel?in sahneden uzaklaştırılması böyle oluyor.
1 Sabiha Sertel, Roman Gibi, İstanbul Şubat 1969, Ant Yayınları, s. 189-181.
2 Agy, s. 182.
3 Agy, s. 191.
4 Agy, s. 186-187.
5 Agy, s. 187.
6 Agy, s. 245.
7 Orhan Selim (Nâzım Hikmet), ?Bir Tavsiye?, Resimli Herşey, S: 8, (23 Kasım 1935), s. 9.
8 Nâzım Hikmet, ?Taranta Babu?ya 12 inci Mektup?, Resimli Herşey, S: 4, (19 İlkteşrin / Ekim 1935), s. 15.
9 ?Karilerimize ve Anadolu Bayilerimize?, Resimli Herşey, S: 2, (5 İlkteşrin 1935), s. 7.
10 Kemal Tahir?den Fatma İrfan?a Mektuplar, İstanbul Ekim 1979, Sander Yayınları, s. 110.
11 Mete Tunçay, Türkiye?de Sol Akımlar ? II (1925-1936), İstanbul Ekim 1992, BDS Yayınları, s. 126.
12 Sabiha Sertel, agy, s. 204.
13 Agy, s. 223-224.
14 Agy, 224.
15 Agy, s. 243.
16 Agy, s. 244.
17 Agy, s. 267.
18 Agy, s. 270.
19 Agy, s. 270-271.
20 Sabiha Z. Sertel ? M. Zekeriya Sertel, Davamız ve Müdafaamız, İstanbul, 1946, F ? K Basımevi, s. 66.
20 Sabiha Z. Sertel ? M. Zekeriya Sertel, Davamız ve Müdafaamız, İstanbul 1946, F ? K Basımevi, s. 66.
21 Sabiha Sertel, ?Değişen Dünya?, Görüşler, S: 1, (1 Aralık 1945), s. 5.
22 Sabiha Sertel, ?Zincirli Hürriyet?, Görüşler, S: 1, (1 Aralık 1945), s. 6-7.
23 Sabiha Sertel, Tevfik Fikret (İdeolojisi ve Felsefesi), İstanbul 1946, Yurt ve Dünya Yayınları, s. 145.
SERTEL AİLESİ’NİN YAŞAM ÖYKÜSÜ
(www.sertelvakfi.org sitesinden alıntı yapılmıştır.)
SABİHA SERTEL 1895?te Selanik?te, ZEKERİYA SERTEL 1892?de Üsküp?ün Strumca İlçesinde doğdu.
O vakit ki adıyla MEHMET ZEKERİYA 1911?de Selanik Hukuk Fakültesinde okurken bir yandan da ?YENİ FELSEFE? adında bir dergi çıkarıyordu. Bu dergi o sıralarda Selanik?te esmekte olan Meşrutiyet devrimi havasına uygundu. Geçmişe sırt çevirip, ileriye bakmak; batılaşmak, batı kültüründen faydalanmak, batı siyasi kurumlarını örneğin parlamentoyu ve meşruti idareyi getirmek isteniyor. Pozitivist felsefeyi, müspet bilimi kabul etmek günün konularıydı. MEHMET ZEKERİYA çıkardığı dergide bu ilkelere yer veriyor, en çok da Osmanlı toplumunda kadının köleleştirilmesi, arkaik geleneklerin, batıl itikatların toplumu geriye götürmesi üzerinde duruyordu. Bu dergide çıkan yazlılarının başlıklarından biri ?KAYITLARI KIRMALIDIR,? idi. Yazı şöyle başlıyor: Bizim eski ancak yanlış bir atasözümüz vardır: Zaman sana uymazsa sen zaman uy, derler. M. Zekeriya?ya göre bu tümcede, ?gerçeği içeren bir düşünce yoktur, ilerlemeyi getiren zaman olmayıp o zamanı yaşayan insanlardır. Zamana uymak ilerlemeyi zamandan beklemek demektir.? M. Zekeriya?nın dergideki diğer yazılarından bazılarının başlıkları da şöyle: ?AYIP NE DEMEKTİR?? , ?FEMİNİZM KORKULARI- KIZLARIN DÜŞÜNCELERİ? , ?20. YÜZYILDA TÜRK KIZLARI VE TÜRK KADINLARI?. M. Zekeriya aynı yıl HAYAT VE ŞEBAB (YAŞAM VE GENÇLİK) başlıklı bir kitap da yayınladı. Burada geleceğin gençliğin elinde bulunduğu ve bu nedenle gelecek kuşakları müspet bilimle eğitmenin önemli olduğu üzerinde durdu.
Liseyi henüz bitirmiş olan SABİHA NAZMİ de, ?YENİ FELSEFE? dergisine yazılar gönderiyor, orada Osmanlı toplumunda kadının utanç verici durumunu eleştiriyordu. Mehmet Zekeriya, Sabiha Nazmi?nin yazılarını çok beğeniyordu. Birbirlerinin yazılarını çok beğenen bu iki insanın ne yazık ki, o günün koşullarında, görüşmeleri olası değildi. Bir aracı yoluyla evlenmeleri dahi söz konusu olmuştu. Ancak Mehmet Zekeriya, ?Ben henüz 19 yaşındayım. Babamı yeni kaybettim. Öksüz kalan 4 kardeşimin sorumluluğu benim üzerimde. Henüz tahsilimi bitirmedim, bir meslek edinmedim, evlenmeyi düşünecek durumda değilim,? diyordu. M. Zekeriya bir süre sonra bir burs bularak Fransa?ya gitti. Sorbonne Üniversitesinde sosyoloji okuyordu. 1914?te Birinci Dünya Savaşı çıkınca İstanbul?a döndü. Bu iki insanın evlenmeleri de nihayet 1915?te İstanbul?da gerçekleşti. O sırada İstanbul savaşın sıkıntılarını yaşıyordu. Mehmet Zekeriya Muhacirin Müdüriyetinden aldığı ufak bir memur maaşı ile yaşamak zorundaydı. 1917?de ilk çocukları SEVİM doğduğu vakit bütçeleri kara borsaya ulaşamıyor, çocuğun gıdasını sağlamak için şeker, süt gibi ürünleri alamıyorlardı. SEVİM bir savaş çocuğuydu. Sonraları hep, ?savaş koşulları içinde biz o çocuğa bakamadık,? diyeceklerdi.
Savaş bitip mütareke imzalanınca İstanbul düşman işgali altına girdi ve bir direniş eylemi başladı. Sabiha- Zekeriya çiftinin İstanbul?daki evleri direniş merkezlerinden biriydi. Burada, ?BÜYÜK MECMUA? adında bir dergi çıkarılıyordu. Bu sırada Zekeriya 23, Sabiha 20 yaşındaydı. Derginin baş yazılarını HALİDE EDİP yazıyordu. Derginin diğer yazarları ise, M. ZEKERİYA?nın yanında FALİH RIFKI, KÖPRÜLÜZADE FUAT, REŞAT NURİ, FARUK NAFİZ, ÖMER SEYFETTİN gibi günün en üst düzey aydınları ve yazarlarıydı. 1919?da İzmir?in işgaliyle ilgili sayı İngiliz sansüründen geçmedi ve Mehmet Zekeriya derginin sorumlu müdürü olarak Bekir Ağa Bölüğü denen hapishaneye gönderildi.
Bu durumda Sabiha, derginin sorumlu müdürlüğünü üstüne aldı ve Halide Edip?le beraber çalışmaya başladı. Halide Edip?in, bütün Türk vatandaşlarını vatanı korumak yeminine çağırdığı Sultanahmet Mitinginde o da bulunuyordu. Bundan sonra Halide Edip ona bir görev verdi: Kendisiyle direniş hareketinin başında bulunan Esat Paşa arasında habercilik yapacaktı. Artık Anadolu hareketi başlıyordu. Zekeriya?ya ise Anadolu?ya gizli silah ve adam kaçırma görevi verilmişti. Artık Mustafa Kemal Anadolu?ya çıkmış, İstanbul?da direniş hareketini idare eden bir Milli Meclis kurulmuştu. Sabiha?nın görevi Halide Edip?ten aldığı yazılı mesajları çarşafının altında gizleyerek Milli Meclis başkanı Esat Paşa?ya götürmek, Esat Paşa?dan aldığı yanıtları da Halide Edip?e iletmekti. Sabiha kocaman bir kurtuluş hareketi içinde kendisine verilen bu görevi çok küçük bulmuştu. Zaten bu mekik dokuma çok uzun sürmedi. Halide Edip?ten, Sabiha- Zekeriya çiftine ikinci bir teklif geldi. On iki Türk gencine Amerika?da okumak üzere bir burs sağlanmıştı. Halide Edip, Sabiha ile Zekeriya?yı bu listeye koymuştu. Uzun boylu düşündüler. Tam bir kurtuluş hareketi başladığı sırada yurdu terk edeceklerdi. Öte yandan her ikisi de eğitimlerini tamamlamış değillerdi. Bu düşük bilgi düzeyinde vatana katkıları da sınırlı olacaktı. Yüksek tahsil her ikisinin de idealiydi. Bilgi düzeylerini yükseltmek ve memleket için daha verimli olabilme isteği galebe çaldı. İki buçuk yaşındaki küçük kızları Sevimle beraber New-York?un yolunu tuttular. Burada Zekeriya Columbia Üniversitesinde gazetecilik okuyacak, Sabiha ise New-York Sosyal Bilimler Okulunda sosyoloji okuyacaktı. O günkü Amerika bugünkü Amerika değildi. 1917 Sovyet Devrimi henüz çok tazeydi. Amerikan üniversite çevrelerinde bu devrimin etkileri görülüyordu. Profesörleri Sabiha ile Zekeriya?ya Marks?ın Engels?in kitaplarını öneriyorlardı. Özellikle August Bebel?in ?Kadın ve Sosyalizm? başlıklı kitabı Sabiha?nın kafasında şimşekler çaktırmıştı. Zekeriya ise daha Sorbonne?da profesöründen sorunun zekat yani fakire yardım olmadığını, sömürüyü ortadan kaldırmak gerektiğini öğrenmişti. Yani işçi emeğinin karşılığını almalıydı, sadaka değil. Şimdi Amerika?da bu bilincin üzerine Marks ve Engels?in kitapları geliyordu.
Amerika?daki Sabiha- Zekeriya çiftinin kalbi bir taraftan da Anadolu?da atıyordu. Kurtuluş hareketi güçlendikçe heyecanları da artıyordu. Sabiha Amerika?daki Türk işçileri arasında yaptığı sosyal araştırma sonucu Amerika?nın bir çok yörelerinde ve özellikle Detroit?te işçi topluluklarına konferanslar veriyor ve aynı zamanda Anadolu hareketi için önemli miktarlarda para topluyordu. O kadar ki sonunda Ankara Çocuk Esirgeme Kurumu( o vakit ki adıyla Himaye-i Etfal) Başkanı Fuat Bey paraları toplamak ve bağışları daha iyi örgütlemek için New-York?a gelecekti. Zekeriya ise Amerikan gazetelerine yazı yazacak düzeye gelmişti. New-York Times Gazetesine yazdığı yazılarda Türk Kurtuluş Savaşını anlatıyordu. Amerikan kamuoyuna bunun bir soysuz başkaldırı olmadığını ve Mustafa Kemal?in düzenli bir kurtuluş hareketinin başında olduğunu anlatmak gerekiyordu. M. Zekeriya bu gazetede Ocak 1922?de çıkan bir yazısında Ankara?da yeni kurulan düzende sultana yer olmadığını anlatıyordu. Başka bir yazısında Halide Edip?i Türkiye?nin ateşli ?Jeanne d?arc?ı? olarak tanıtıyor ve Kurtuluş Savaşının öyküsünü anlatıyordu.
TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ
1922 sonlarında ikinci çocukları doğdu. Adını Yıldız koydular. Artık eğitimleri de sona eriyor, Türkiye?ye dönüş yaklaşıyordu. Bu rüya nihayet 1923?te gerçekleşti. İlk durakları İstanbul?du. Ancak büyük özlem Ankara?ya ulaşmak ve yeni kurulan düzende kendilerine düşecek görevleri yerine getirmekti. Ne var ki bu rüyayı istedikleri gibi gerçekleştiremediler.
CUMHURİYETİN KURULUŞ YILLARINDA ANKARA
Türkiye?ye döner dönmez Mehmet Zekeriya soluğu Ankara?da aldı. Çok geçmeden Basın-Yayın Genel Müdürü oldu, ailesini de Ankara?ya getirtti. Kendi anlattığını göre o vakit ki Ankara çamurlar içersinde, sefaletin kol gezdiği ilkel bir kentti. Ancak İstanbul?da hala hilafeti destekleyen, devrim düşmanı bir basın vardı. Ankara?da esmekte olan yeni kuruculuk havası onları mutlu ediyordu. Orta Çağdan Yeni Çağa geçişi gerçekleştirecek bir devrime doğru gidiliyordu. Sabiha Zekeriya, Amerika?da edindiği bilgilere dayanarak, bir ?Sosyal İnceleme Projesi? gerçekleştirmek istiyordu. Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanı Fuat Bey?in desteğiyle bu projeyi hazırladı. Ne var ki proje kurulda beğenildiği halde, proje Türkiye?nin o günkü koşullarına uygun bulunmadığı için reddedildi. Öte yandan 1924?te basına sansür getirilince, Meşrutiyet Döneminden beri demokrasi ve düşünce özgürlüğü için mücadele etmiş olan M. Zekeriya bir şok geçirdi ve Basın-Yayın Genel Müdürlüğünden istifa etti. Bundan sonra Sabiha- Zekeriya çifti İstanbul?a döndü.
İSTANBUL?DA BAŞLAYAN GAZETECİLİK YAŞAMI
Mehmet Zekeriya?nın İstanbul?da yaptığı ilk iş CUMHURİYET Gazetesinin kurucuları arasına katılmaktı. Mustafa Kemal İstanbul?daki gerici basına karşı koymak için, orada cumhuriyet adında bir gazete çıkarılmasına karar vermiş ve Yunus Nadi Bey?i bu gazeteyi çıkarmakla görevlendirmişti. Yunus Nadi Bey ise Milletvekili olduğu için Ankara?dan uzun süre ayrılamıyordu. Bu nedenle gazeteyi fiilen çıkarmak görevini Mehmet Zekeriya?ya verdi. M. Zekeriya?yı Selanik?te 1911?de çıkarmakta olduğu ?Rumeli?gazetesinde çalışmış yetenekli bir gazeteci? olarak tanıyordu. Yunus Nadi, Nebizade Hamdi ve Mehmet Zekeriya?dan oluşan bir şirket kuruldu ve 7 Mayıs 1924?te çıkan CUMHURİYET Gazetesinin ilk sayısını fiilen Mehmet Zekeriya çıkardı. Ancak şirket büyüyünce Mehmet Zekeriya?nın ortak olarak katılması olanağı ortadan kalktı ve gazeteden ayrıldı.
RESİMLİ AY (1924-1931)
Mehmet Zekeriya eşi Sabiha?ya beraberce bir dergi çıkarmayı önermişti. İlk sayısı 1 Şubat 1924?te çıkan RESİMLİ AY Türkiye için bir yenilikti. Bu ticaret için çıkan bir eğlence veya sosyete dergisi değildi. Halkın sorunlarıyla uğraşan, Cumhuriyet devrimlerini destekleyen bir fikir dergisiydi. Aynı zamanda Mehmet Zekeriya Amerika?da öğrenmiş olduğu gazetecilik tekniğini kullanarak bol resimli, çekici bir dergi yayınlıyordu. Sabiha Zekeriya ise sosyoloji bilgisine dayanarak sosyal konuları ele alıyor; dul kadınlar, yetim çocuklar gibi sosyal yaralara değiniyordu. Bu sayede dergi halkın çekici bulduğu çok satan bir dergi oldu. Bundan faydalanarak her iki yazar da devrimleri, cumhuriyet anayasasını, medeni kanunu, kadın haklarını, demokrasi ve özgürlüğü savunan yazılar yazdılar. Bu yollarla devrimleri halka mal etmeye çalıştılar.
1925?te Şeyh Sait İsyanı arkasından yayınlanan ?Takrir-i Sükun? yasası çıkınca her şey değişti. Mehmet Zekeriya derginin sorumlu müdürü olarak, Cevat Şakir?in (Halikarnas Balıkçısı) bir yazısı yüzünden İstiklal Mahkemesine gönderildi ve kalebent olarak Sinop?a sürüldü. Zekeriya bir afla 1927?de İstanbul?a dönene kadar Sabiha Zekeriya, önce Resimli Ay sonra ?Resimli Perşembe?, ?Sevimli Ay? dergilerini tek başına çıkardı. Böylece 29 yaşında Türkiye?nin ilk kadın gazetecisi unvanını aldı. Zekeriya?nın dönüşünden sonra Resimli Ay yeni bir hava içersinde çıkmaya başladı. Bunun bir nedeni de 1928?de NAZIM HİKMET?in Dergide şiirlerini ve yazılarını yayınlamasıydı. Nazım?ın Bahri Hazer, Salkım Söğüt gibi pek çok şiiri ilk defa Resimli Ay?da çıktı. İşçi hakları, köylü sorunları, misyonerler, sosyalizm gibi sorunlar ele alındı. Sabahattin Ali?nin hikayelerinin çıkmasıyla da tiraj büsbütün arttı.
Nazım Hikmet?in dergiye katılmasından sonra Sabiha Zekeriya çiftinin yaşamında da önemli bir değişiklik oldu. Nazım Hikmet, Vala Nureddin, Peyami Safa gibi günün önemli yazarları evlerinde toplanıyor; bir içki masası etrafında şiirler okunuyor, edebiyat tartışmaları yapılıyor, günün siyasal konuları ele alınıyor, devrimler tartışılıyordu.
SALKIM SÖĞÜT
Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!
Birden
Bire kuş gibi
vurulmuş gibi
kanadından
yaralı bir atlı yuvarlandı atından!
Bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız dolu gözlerle,
uzaklaşan atlıların pırıldayan nallarına!
Ah ne yazık!
Ne yazık ki ona
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!
Nal sesleri sönüyor perde perde,
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!
Atlılar atlılar kızıl atlılar,
Atları rüzgar kanatlılar!
Atları rüzgar kanat!…
Atları rüzgar…
Atları…
At…
Rüzgar kanatlı atlılar gibi geçti hayat!
Akar suyun sesi dindi.
Gölgeler gölgelendi
renkler silindi.
Siyah örtüler indi
mavi gözlerine,
sarktı salkımsöğütler
sarı saçlarının
üzerine!
Ağlama salkımsöğüt
ağlama,
Kara suyun aynasında el bağlama!
el bağlama!
ağlama!
NAZIM HİKMET
KEREM GİBİ
Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum…
O, diyor ki, bana:
-Sen kendi sesinle kül olursun ey!
Kerem
gibi
yana
yana…
?Deeeert
çok,
hem dert yok?
Yürek-
-lerin
kulak-
-ları
sağır…
Hava kurşun gibi ağır…
Ben diyorum ki ona:
-Kül olayım
Kerem
gibi
yana
yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak
nasıl
çıkar
karan-
-lıklar
aydın-
-lığa…
Hava toprak gibi gebe,
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum…
Özellikle Nazım Hikmet?in kişiliği yüzünden öyle bir hava yaratılmıştı ki 1929?da 7 yaşında olan Yıldız dahi şiir yazmıştı. Yıldız?ın, hastalığı yüzünden eve kapatılmasını protesto eden şiiri şöyleydi:
Yatakta bir hasta var
Yatakta bir hasta var
Bu hasta
İstiyor ki,
bir bisiklete binip uzaklaşsın
Eğer bir bisiklete binip uzaklaşırsa:
Arkasından bağıranlar çok,
Yedi kişi:
Koşma!
hastasın,
uzaklaşma
hastasın.
Aldıran kim?
Ben
kaçıyorum
yıldırımlar
gibi.
Yıldırım.
NAZIM HİKMET bu şiiri ?RESİMLİ AY? dergisinde yayınlatmış, altına da şunları yazmıştı:
Yedi yaşında ki Yıldız şiir yazıyor. Bu serbest nazmın bir zaferidir.
Yıldız ile ablası Sevim Şişli Terakki Lisesi?nde okuyorlardı. Sevim matematikte zorluk çektiği için, Nazım Hikmet?in dostu Nail Çakırhan ona matematik dersi veriyordu. 1930?da Resimli Ay mahkemeye düştü. Sabiha Zekeriya, ?Savulun Geliyorum? başlıklı yazısında Emin Türk Eliçin ise, ?Köyümden Manzaralar? başlıklı yazısından ötürü yargılandılar. Her ne kadar her ikisi de beraat ettilerse de 1930 sonlarında dergi kapanmak zorunda kaldı.
YAYIN HAYATI DEVAM EDİYOR
Bu ara Sabiha Zekeriya,? Cep Kitapları? adında bir önemli dizi yayınladı. Bu dizide felsefe, edebiyat, sanat, bilim dallarında büyük dünya klasikleri; cebe girebilecek kadar küçük kitaplarda ve çok ucuza halka sunuluyordu. Mehmet Zekeriya ise Yunus Nadi Bey ile beraber Türkiye?nin ilk ansiklopedisini çıkarmaya başladı: HAYAT ANSİKLOPEDİSİ. Bu yayına da Türkiye?nin üst düzey bilginleri, yazarları katılıyordu. 1931?de Mehmet Zekeriya yaşamının büyük rüyasını gerçekleştirdi: bir günlük gazete, SON POSTA GAZETESİ. Ne var ki Resimli ay Dergisinde olduğu gibi bir taraftan devrimler desteklenirken bir taraftan da yolsuzlukların, sosyal sorunların üzerine gidiliyordu. Mehmet Zekeriya şeker fabrikası sahibi Hayri İpar?ın kendisine haksız kazançlar sağladığını yazınca; hakaret davasından 3 yıl hapse mahkum oldu. Bunun 1,5 yılını Sultanahmet Cezaevi?nde geçirdi. 29 Ekim 1933 Cumhuriyetin ilanının yıldönümünde genel af ilan edilene kadar orada yattı. O çıkana kadar eşi Sabiha, Hayat Ansiklopedisini ve Cep Kitapları yayınlarını sürdürdü, Cumhuriyet Gazetesine yazılar yazdı. Pek çok çeviri yaptı. A. BEBEL?in, ?Kadın ve Sosyalizm? adlı yapıtı bunların başında geliyordu. Mehmet Zekeriya ise Son Posta Gazetesinde yazmaya devam etti. Bu gazetedeki yazılarından birinin başlığı şöyleydi,? Demokrasi, boğuluyoruz biraz hava istiyoruz.?
SERTELLER YURTDIŞINDA
1950 yılında yurttan çıkan Sabiha- Zekeriya ve Yıldız Sertel?in ilk durakları PARİS?ti. Buradan Türkiye?yi izliyor, Türkiye?ye demokrasi geleceği ümidini yitirmiyor, ne vakit dönebileceklerini hesaplıyorlardı. Yıllarca süren çalışmalardan sonra Paris?te başı boş olmayı yadırgıyorlardı. O günün olayı Kore Savaşı ve bir Türk birliğinin ABD komutasında Kore?ye gönderilmiş olmasıydı. Paris?te Türk gençleri ve Türkiye?de Behice Boran başkanlığında kurulan barış komitesi barış kampanyaları başlatmışlardı. Sabiha Sertel gençlerin çıkardığı Barış Dergisine yazılar yazıyordu ancak bu onun için doyurucu değildi. 1951?de Nazım Hikmet yurtdışına çıkınca değişik Doğu Avrupa ülkelerinden davetler aldılar. Bunların başında Avusturya geliyordu. Nazım Hikmet merkezi Viyana?da bulunan Dünya Barış Konseyine üye olunca Zekeriya Sertel?i de oraya getirtti. Bundan sonra Serteller sırayla Macaristan?a, Çekoslovakya?ya, Doğu Almanya?ya değişik ziyaretler yaptılar ve bazılarında uzunca kaldılar. Yıldız Sertel?in Abuzer Özdemir ile evlenmesi de uzunca kaldıkları PRAG şehrinde yer aldı. En uzun durak Azerbaycan oldu. Nazım Hikmet onlara Bakü?de tedavi ve çalışma olanakları sağladı. Zekeriya Sertel bir taraftan romatizmalarını tedavi ettirdi ve kitap yazdı, Sabiha Sertel Azerbaycan dergilerine Türk edebiyatı ve özellikle Tevfik Fikret ve Nazım Hikmet hakkında yazılar yazdı. Türkiye?de yayınlanmış olan, ?Tevfik Fikret Felsefesi ve İdeolojisi? başlıklı kitabı orada üçüncü baskısını yaptı. YILDIZ SERTEL ise Azerbaycan Bilimler akademisine bağlı Doğu Bilimleri Enstitüsünde araştırmacı olarak çalıştı, ?Türkiye?de İlerici Akımlar ve Kalkınma Davamız? konusunda bir tez yazdı. Moskova?da savunduğu bu tezi Aziz Nesin Türkçeleştirdi ve 1977?de Cem Yayınları tarafından yayınlanmasını sağladı.
Türkiye?den sonra durgun bir göle benzer Bakü?de her üç Sertelin de çıkar yolu kitap yazmaktı:
SABİHA SERTEL Tevfik Fikret hakkındaki kitabını yeniledi, adını, ? İlericilik Gericilik Kavgasında Tevfik Fikret? koydu. Bu biçimiyle kitap hem Bakü?de hem de Sofya?da yayımlandı. Son baskısını ise 2006 yılında Cumhuriyet Kitap yaptı. Sabiha Sertel, ?ROMAN GİBİ? adlandırdığı anılarını gene Bakü?de, yaşamının son günlerinde yazdı. Kitabı İstanbul?da yayınlandığı sırada (1968) o hastanede ölüm döşeğindeydi. Kitabının çıktığını görmeden hayata gözlerini yumdu.
İlk romanı, ?Çitra Roy?la Babası? yalnız bir defa 1936?da Türkiye?de yayınlanmıştı. ?İkinci Dünya Savaşı Tarihi? konulu kitabını ise Türkiye?de 30?lu yılarda yazmış ancak sansür yüzünden yayınlayamamıştı. Bu kitabın el yazmasını Yıldız Sertel 1996 yılında bir akrabanın evinde buldu. Yeni harflere çevrilen bu kitap Cumhuriyet Kitap tarafından 1999?da yayınlandı.
ZEKERİYA SERTEL?in yurtdışındaki yaşamı kitap yazmakla geçti dense yanlış olmaz: ?Mavi Gözlü Dev? başlıklı kitabını Bakü?de yazdı. Bu kitapta çok yakından tanıdığı Nazım Hikmet?i yaşam öyküsü ve şiirleriyle beraber canlandırdı. Nazım?ın yaşamının değişik dönemlerinde kah dinamik devrimci şiirler kah lirik aşk şiirleri yazdığını anlattı. Şiirleriyle yaşamı arasındaki bağlantıları açığa çıkardı. Bu kitap 1968?de Bakü?de ve İstanbul?da Ant Yayınları tarafından yayınlandı. Son baskısını ise 2005 yılında DÜNYA Yayınları yaptı. Bundan sonraki kitaplarının hepsini Paris?te yazdı: ?Hatırladıklarım? başlıklı kitap onun yaşam öyküsüdür. Verimli bir gazetecinin acı yaşam öyküsü. İlk baskısı 1977?de Gözlem Yayınları tarafından yapıldı. Dördüncü baskıyı 2000 yılında Remzi Kitabevi yaptı.
?Rus Biçimi Sosyalizm? İletişim Yayınları tarafından 1993?te yayınlandı.
?Amerikan Biçimi Yaşam? Yapı Kredi Yayınları tarafından 1993?te yayınlandı.
?Nazım Hikmet?in Son Yılları? evvela Milliyet sonra da 2005 yılında Remzi Kitabevi tarafından yayınlandı.
SERTELLER PARİS’TE (1969-1977)
Sabiha Sertel?in ölümünden sonra Sovyetler Birliğinde yaşam da dayanılmaz bir hal almıştı. Huruşçov döneminde, Stalin?in cinayetleri ortaya çıktıktan sonra nispi bir özgürlüğe kavuşulmuştu. Ancak 60?lı yıllarda Stalinizm geri geldi. Stalinizme karşı çıkmış olan aydınlar, yazarlar tehdit altına girdi. Bu tehdit Zekeriya ve Yıldız Sertel?i tedirgin edecek kadar önemliydi. Sovyet Birlikleri Çekoslovakya?ya girince, Sertellerin isyanı ayyuka çıktı. Çünkü Sovyet tankları Prag?a Başbakan Dupçek?in kurmaya yöneldiği demokratik sosyalizmi çiğnemek için girmişlerdi.
Zekeriya ve Yıldız Sertel 1969 yılında Sevim Sertel ile buluşmak üzere tertip edilen PARİS ziyaretinden faydalanarak, bir daha Sovyetler Birliğine dönmediler. Hedef Fransa?yı tramplen olarak kullanıp, çok özledikleri Türkiye?ye dönmekti. Ancak pasaportlarının müddeti bitmişti. Yeni bir pasaport almaları 8 yıl sürdü. Bu yıllarda iki Sertel Paris?te neler yaptılar?
Paris yılları yaşına bakmayarak Zekeriya Sertel?in çok üretken yıllarıydı. Başta kendi yaşamı ve Nazım Hikmet?in edebi değeri ve son yıllarıyla ilgili kitabı olmak üzere pek çok eser verdi. Daha önce de belirttiğimiz gibi bunlardan başka Sovyetler Birliği, Amerika hakkındaki kitaplarını; Nazım Hikmet?ten ve Babıali?de tanıdıkları kitabını da yine Paris?te yazdı. Ayrıca Çin hakkında bir kitap yazmış, bu kitap VATAN Gazetesinde tefrika edilmiş ve yayınlanmak üzere Aziz Nesin?e teslim edilmişti. Ne var ki Aziz Nesin arşivlerinde bu el yazmayı bulamadı. En son kitabı olan, ?Nazım Hikmet?in Son Yılları? başlıklı kitabı Türkiye?de epey eleştiriye uğramıştı.
YURDA DÖNÜŞ
Zekeriya ve Yıldız Sertel nihayet 1977?de, Nadir Nadi?nin ve Uluslararası,?Pen Club?ının girişimleriyle eskimiş olan pasaportlarını yenileyebildiler. Zekeriya Sertel?in yurda dönüşü gazete ve televizyonlarda yer alan önemli bir olaydı. Kendisi ise inanılmaz bir sevinç içersindeydi. Bir kere Türkiye?ye ayak basmışken sanki bir daha ayrılmak istemedi, yurdun değişik yörelerini dolaştı. Türkiye?de gördüğü yenilikleri, gelişmeleri Cumhuriyet Gazetesinde bir yazı dizisi halinde yayınladı. Ancak Türkiye?ye kesin dönüş yapması olası değildi. Bunun için Yıldız Sertel?in emekliye ayrılmasını beklemek kaçınılmazdı. Zekeriya Sertel 1977 ile 80 arasında Türkiye?ye değişik ziyaretler yaptı. ?Nazım Hikmet?in Son Yılları? başlıklı kitabına yapılan eleştirileri Milliyet Gazetesinde yayınladı. Bu sırada Attila İlhan?da aynı gazetede Zekeriya Sertel?i savundu. Zekeriya Sertel 1980 kışında Paris?te öldü. Mezarının başında Hıfzı Topuz ile Melih Cevdet çok dokunaklı birer veda konuşması yaptılar.
fiilen Mehmet Zekeriya çıkardı. Ancak şirket büyüyünce Mehmet Zekeriya?nın ortak olarak katılması olanağı ortadan kalktı ve gazeteden ayrıldı.”
Kitabın Künyesi
İlericilik Gericilik Kavgasında Tevfik Fikret
Sabiha Sertel
Yayınevi: Cumhuriyet
Yayın Tarihi: Ekim 2006
Baskı Sayısı: 4
Son Baskı Tarihi: Ekim 2006
192 sayfa