İlk Dört Yüzyılda Hıristiyanlık – Bertrand Russell

İLK DÖRT YÜZYILDA HIRİSTİYANLIK
Hıristiyanlık önce Yahudi’den Yahudi’ye, reforma uğramış bir Judaeacı’lık olarak va’zedilmişti. Sanctus Johannes, Hıristiyanlığın bu durumda kalmasını istemişti. Daha az ölçüde de olsa Sanctus Petrus da öyle istiyordu. Sanctus (Saint) Johannes ve Sanctus Petrus, eğer Sanctus Paulus, Yahudi olmayanları sünnete ve Musa’nın kanunlarını kabul etmeye zorlamaksızın Hıristiyanlık bünyesine almaya karar vermeseydi, duruma egemen olabilirdi. İki cephe arasındaki çatışma İncil’in Havarilerin İşleri adlı kitabında, Sanctus Paulus’un görüş açısından anlatılmaktadır. Paulus’un pek çok yerde biçimlendirdiği Hıristiyan cemaatleri, kuşkusuz, kısmen Yahudilikten dönenler, kısmen de yeni bir din arayan Yahudi olmayanları kapsamaktaydı. Yahudi dininin sağlamlığı ona, inançların çözüldüğü bu dönemlerde çekici bir özellik vermişti. Fakat sünnet, insanların Judah’çılığa dönmesine engeldi. Yiyecekle ilgili törensel yasalar da uygun değildi. Bu iki engel başka engeller olmadıysa bile İbrani dininin evrensel olmasını önlemişti. Hıristiyanlık Sanctus Paulus dolayısıyle Yahudilerin öğretisindeki çekici yönleri aldı, Yahudi olmayanların benimsemeyeceği özellikleri almadı.
Bununla birlikte Yahudilerin seçkin halk olduğu görüşü Grek onuruna hoş gelmemiş, gnostiklerce hayırlanmıştır. Gnostikler hiç değilse onlardan bir kısmı, duyulur dünyanın Sophia’nın (tanrısal bilgelik) isyankâr oğlu Ialdabaoth adlı daha aşağı aşamada bir Tanrı yönünden yönetildiği kanısını savunmuşlardı. Onlar, Ialdabaoth’un Eski Ant’taki (Ahd-i Atik’teki) Jahweh (Yehova) olduğunu, yılanınsa Havva’yı onun kötülüklerine karşı uyarmaya çalıştığını, yoksa kötü bir yaratık olmadığını söylerlerdi. Uzun süre, üstün Tanrı, Ialdabaoth’un kendi başına hareket etmesine izin verdi. Sonunda oğlunu geçici bir zaman İsa adlı insanın vücudunda ikamet etmesi için yeryüzüne gönderdi ve ona, dünyayı Musa’nın yanlış öğretilerinden kurtarmak görevini verdi. Bu görüşü savunanlar, onu kural olarak Platoncu felsefeyle birleştirdi. Gördüğümüz gibi Plotinos onu reddetmekte güçlüğe uğramıştı.
Gnostikler felsefî pagancılıkla Hıristiyanlık arasında bir orta yol tutturdu. Bu yolda İsa onurlandı, Yahudiler hakkında hoş şeyler düşünülmedi. Aynı nen (şey) daha sonraları Manichaiosçuluk hakkında da söylenebilir. Sanctus Augustinus Manichaiosçuluk aracılığıyle Katolik inancına varmıştır. Manichaios’çuluk Hıristiyanlık ve Zarathustracı’lık elementlerini birleştirmiş, kötünün olumlu bir ilke olup maddede, iyininse ruhta ortaya çıktığını savunmuştu. Manichaiosçuluk et yemeyi, evlilikte bile cinsel yaşantıya girilmesini kınamıştı. Bu gibi aracı öğretiler Grekçe konuşan ekinli (kültürlü) kişiler arasında gitgide yandaş bulmaya başlamıştı. Fakat Yeni Ant, gerçek iman sahiplerini, onlara inanmamaları konusunda uyarır: «Ey Timothias, sana emanet edileni koru. Küfür olabilecek boş konuşmalara girme. Bilimin muhaleetinden kaçın (gnosis, manevî sırlar bilimi demektir. Metinde ‘gnosis’çilerin muhalefetinden kaçın demek isteniyor). Onlara bilimsel denmesi yanlıştır. Bazıları onları kabul ederek yanıldı.» (Birinci Timothueas, VI, 20-21)

MUHAMMET’İN İSA HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
Gnosis’çiler (gnostikler) ve Manichaiosçular Hıristiyan yönetimi ortaya çıkana değin gelişmelerini sürdürdü. Bu zamandan sonra onlar inançlarını sağlamaya yöneldi. Fakat yine de gizli gizli inandılar. Belirli bir gnosisçi tarikatın öğretilerinden biri Muhammet yönünden benimsenmişti. Onlar İsa’nın sadece bir insan olduğunu ve Tanrı’nın oğlunun ona vaftiz sırasında indiğini ve çarmıha gerilme olayı sırasında ondan ayrıldığını öğretmişlerdi. Bu görüşü desteklemek amacıyle şu metne başvurulmuştu: «Tanrım, Tanrım, neden bıraktın beni?» (Markus, XV, 34) İtiraf etmek gerekir ki, bu metni Hıristiyanlar daima güç bulmuştur. Gnosis’çiler, Tanrı’nın oğlunun doğmuş olabileceğini imkânsız saymış, çocukluk döneminden geçmeyi ve her şeyin üstünde, çarmıha gerilmeyi Tanrı’nın oğluna yakıştıramamıştı. Onlar bu gibi nenlerin Tanrı’nın oğluna değil insana yakıştığını ileri sürmüşlerdi. İsa’yı bir Peygamber olarak tanıyan Muhammet, peygamberlerin kötü bir sonu olmaması gerektiğini düşünmüştü. Bu, güçlü bir sınıf düşüncesinin belirtisiydi. Böylece Muhammet Doketai’cilerin (bir gnosis’çiler tarikatı) görüşünü kabul etmiş bulunuyordu. Doketai’cilere göre çarmıha gerilen, sadece, İsa’nın hayaliydi. Doketai’ciler Yahudilerle Romalılardan bilmeyerek intikam almaya giriştiler. Onu da başaramadılar. Böylece, gnosis’çilerin bir bölümü, sünni İslam öğretisine geçmiş oldu.
Hıristiyanların çağdaş Yahudilere karşı durumları başlangıçta düşmanca olmuştu. Tanrı’nın kutsal kişiler olan patriklere ve peygamberlere hitap ettiği ve İsa’nın gelişini önceden haber verdiği Yahudilikten Hıristiyanlığa aktarılan ve kabul edilen inançlardandı. Fakat İsa gelince, Yahudiler onu tanımadı. Böylece kötülendiler. Ayrıca İsa, Musa’nın yasasını ortadan kaldırmış, onun yerine «Tanrı’yı ve komşunuzu seviniz» buyruklarını geçirmişti. Bunu da Yahudiler tanımadılar ve maalesef, tanımamakta direndiler. Devletin Sami-karşıtı ve Hıristiyan olması, ortaçağdaki biçimiyle Hıristiyan çabasının ortaya çıkışı demek oldu. Daha sonraki zamanlarda devleti harekete geçiren ve etkileyen ekonomik etkenlerin Hıristiyan imparatorluğunda ne derece rol oynadığını kestirmek olanaksız görünür.

İLÂHÎ ADALET
Hıristiyanlık Hellenleştiği ölçüde teolojik bir biçim almıştı. Yahudi teolojisi daima sade olmuştur. Jahweh (Yehova), bir kabile Tanrı’sından, yeri göğü yaratan bir kadir-i mutlaka dönüşmüştür. İlahî adaletin erdemli kişiye yeryüzünde refah sağlamadığı anlaşılınca o adalet öbür dünyaya bırakıldı. Bu da ebedîliğe olan inanca yol açmıştr. O inancın gelişimi sırasında Yahudi inancı karmaşık ve metafizik hiç bir şey ihtiva etmemekteydi. Onda hiç bir gizem (sır) yoktu. Her Yahudi anlayabilirdi onu.
İsa’nın hayatını anlatan İncil bölümleri (Matthaeos, yani Mattithyah, Markus, Lukas İncilleri), hala Yahudi sadeliğini belirtir. Fakat, İsa’nın Plotinos’cu-Sundurmacı (stoacı) Lagos’la özdeş tutulduğu Sanctus Johannes İncilinde bu sadelik görünmez olur. Dördüncü İncil yazarını ilgilendiren, insan-İsa’dan çok teolojik İsa’dır. Kilise babaları için de doğrudur bu. Onların yazılarında, diğer üç İncil’den çok Sanctus Johannes İnciline başvurduğunu görmekteyiz. Üç İncil’e birden yapılan atıflar yine de Johannes İnciline yapılan atıfların ölçüsüne varmaz. Paulus’un mektuplarında da teoloji yanı ağır basar. (Özellikle kurtuluş konusunda). Paulus mektupları aynı zamanda Grek kültürüyle bir tanışıklığı ifade eder. (Menandras’tan bir parça alınmıştır sözgelimi. Bütün Giritlilerin yalancı olduğunu söyleyen Giritli Epimenides’e atıf yapılır v. ö.) Bununla birlikte gerçekten Sanctus Paulus’un olan ya da Sanctus Paulus’a ait olduğu ileri sürülen başka bir mektubun yazarı şöyle söyler: «Sakın, kimse seni felsefe ya da başka bir hileyle aldatmasın.» (Colossae’lılar, 11, 8.)
Grek felsefesiyle yazılı Yahudi belgelerinin bireşimi (sentezi) az çok tesadüfe bağlı kalmış ve Origenes (M. S. 185-254) zamanına değin ancak kısmen gerçekleştirilmişti. Origenes, Philones gibi Alexandria’da yaşamıştı. Alexandria, ticaret ve üniversite kenti olması dolayısıyle kuruluşundan düşüşüne dek bilginin kaynaştığı belli başlı bir merkez durumuna gelmişti.
Çağdaşı Plotinos gibi Origenes de çok kişinin Yeni-Platoncu’luğun kurucusu saydığı Ammonius Saccas’ın öğrencisiydi. Origenes’in Principis adlı yapıtında ileri sürülen öğretileri Plotinos’un öğretilerine çok yakındır. Bu yakınlık koyu Hıristiyanlıkla bağdaşmayacak ölçüde ileridir.
Origenes, Tanrı’dan başka (baba, oğul, ruh-ul kuds) hiç bir nenin beden dışı olmadığını söyler. Yıldızlar, yaşayan akıllı yaratıklardır. Tanrı onlara, önceden var olan ruhu vermiştir. Güneş günah işleyebilir. Platon’un ileri sürdüğü gibi, insanların ruhları doğuşta başka yerden gelmiştir. Çünkü onlar yaradılıştan beri vardır. Can ve ruh Plotinos’tan beri ayırt edilmiştir. Ruh, bir hata edince can olur. Can, erdemiyle ruha dönüşür. Canlar sonunda İsa’ya başeğecek, dolayısıyle bedensiz olacaktır. Şeytan bile en sonunda kurtulacaktır.
Origenes, kilise babalarından biri diye tanınmışsa da sonraları dört itizalle (Hıristiyanlıktan ayrılan düşünce ve davranışlarla) suçlanmıştı.
Origenes’in, itizal sayılan düşünceleri şunlardır:
1. Platon’un söylediği gibi ruhların önceden var oluşu.
2. İsa’nın yalnız tanrısal yapısının değil, insansal yapısının da bedenleşmeden önce varoluşu.
3. Ölümden sonra yeniden dirilişte bedenlerimizin mutlak olarak esirsel cisimler haline dönüşeceği.
4. Bütün insanların, şeytanların bile sonunda kurtulacağı. Origenes’e Eski Ant (Ahd-i Atik) metnini ortaya koyan çalışması için az çok zaptedilmez bir hayranlık duyan Sanctus Jeromius bile, onun teolojik yanlışlarını reddetme konusunda çok zaman harcamayı ve bu konuda şiddet göstermeyi uzgörü saydı.
Origenes’in sapmaları yalnız teolojik yolda değildi. O gençliğinde şu metni çok sözel (lafzî) olarak yorumladığı için onarılması olanaksız bir hata işlemişti. Metin şuydu: «Hadımlar vardır. Kendilerini Tanrı’nın krallığında hizmet etmek için hadım ederler.» (Matthaeus, XIX, 12). Tenin kandırmacalarından kurtulmanın bu yöntemini kilise kötülemiştir. Bu yöntemi bir atılımla benimsemesi Origenes’i kilise hizmetine girme yeteneğinden yoksun bırakmıştı. Bazı din adamları başkaca düşündüklerinden, yararsız tartışmalar doğmuştu.

CELSUS’A KARŞI
Origenes’un en uzun yapıtı Celsus’a Karşı adını taşır. Celsus, şimdi kaybolmuş olan Hıristiyanlığa karşı bir kitabın yazarıydı. Origenes ona madde madde cevap vermeye girişti. Celsus Hıristiyanlara, önce onlar yasa dışı dernekler kurdukları için karşı durmaktadır. Origenes bunu inkâr etmez, fakat onun tiranlığı ortadan kaldırmak türünden bir erdem olduğunu iddia eder. Daha sonra Celsus Hıristiyanlığı beğenmeyişinin asıl nedeni üzerinde durur. «Hıristiyanlık- der Celsus-, barbar olan Yahudilerden gelir. Barbarların öğretisinden bir anlam çıkarabilecek olanlar sadece Greklerdir. Grek felsefesinden İncil’deki İsa hikâyelerine geçen herhangi biri onların doğru olduğu sonucuna varacak ve Grek zekâsı için doyurucu olan bir ispat ortaya koyacaktır.» Dahası «İncil’deki İsa hikâyeleri kendi kanıtlarına sahiptir. Onlar Grek diyalektiğinin ortaya koymuş olduğu kanıtlardan daha tanrısaldır.» Bu tanrısal yönteme peygamber havari ‘canın ve gücün ortaya çıkışı’ der. Kehanetler konusunda yöntem «Canın ortaya çıkışı adını alır. Çünkü kehanetler onları okuyan birinde inanç sağlamaya yeterlidir. İsa’yla ilgili kehanetleri okuyanlar da inanır onlara. Bu tanrısal yöntem gücün ortaya çıkışıdır. Çünkü icra edildiğine inanmamız gereken mucize ve işaretler daha başka pek çok nedenlerle gücün varlığını gösterir. O işaret ve mucizelerin izleri yaşantılarını İsa hikâyelerinin ilkelerine göre ayarlayan Grekler arasında hala yaşamaktadır.» (Origenes, Celsus’a Karşı, Kitap I, Konu II).
Hıristiyan felsefesinin özelliği olan inancın iki katlı kanıtını gösterdiğinden bu parça ilgi çekicidir. Salt akıl bir yandan doğru olarak kullanıldığında, Hıristiyan inancının, özellikle Tanrı’nın, ölümsüzlüğün ve özgür istemin (irade-i cüz’iyye) esaslarını sağlamaya elverir. Öte yandan kutsal kitaplar, sadece bu esasları kendi başına belgilemekle (ispat etmekle) kalmaz, onları vahiy yoluyle aktarılan peygamberlerin Mesih’in gelişini önceden haber vermesi olgusuyle ve mucizelerle, inancın imanlılar üzerinde olumlu etkisini belgilemeğe (ispatlamaya) çalışır. Bu kanıtlardan bir kısmının modası geçmiştir artık. Fakat sonuncusu yine de William James yönünden kullanılmıştır. Onların tümü, rönesansa değin her Hıristiyan filozof yönünden kabul edilmiştir.
Origenes’in kanıtlarından bir kısmı tuhaftır. O, «büyücülerin, İbrahim’in Tanrı’sı» olduğunu söyler. Büyücüler çok kez onun kim olduğunu bilmezler. Görünüşe bakılırsa bu uyarma özellikle gizildir (bilkuvve’dir). Büyüde adlar esastır. Tanrı’ya Yahudi, Mısır, Babil, Grek ya da Brahman adlarıyle hitap edilmesi önemsiz değildir. Büyü formülleri çevrilince etkisini yitirir. Zamanın büyücülerince, bilinen bütün dinlere ait formüllerin kullanıldığı varsayılabilir. Fakat, eğer Origenes haklıysa, İbranî kaynaklarından türemiş olan formüller daha etkiliydi. Musa’nın büyüyü yasakladığına işaret ederken Origenes’in ileri sürdüğü kanıt daha gariptir (Origenes, adı geçen yapıt, Kitap I, Konu XXVI).
Hıristiyanların devlet yönetimine katılmamaları sadece «tanrısal ulus» yani kilise içinde kaynaşmaları söylenmiştir (aynı yer, Kitap VII, Konu LXXV). Doğallıkla bu öğreti, Constantinus zamanından sonra az çok değiştirilmişti. Fakat ondan bir şeyler arda kaldı. Sanctus (Saint) Augustinus’un Tanrı Kenti adlı yapıtında içkin olan bu öneri Batı Roma İmparatorluğunun düşüşü sırasında kilise adamlarının din dışı işlerde ortaya çıkan felaketlere kayıtsızca seyirci kalmasına yol açmıştı. Hâlbuki beri yandan, kilise adamları kilise disiplininde, teolojik tartışmalarda ve çileciliğin (manastır yaşantısının) yayılması konusunda yeteneklerinin en büyüğünü harcamıştı. Kilisenin dünya işlerini bırakması gerektiği görüşü hala yaşamaktadır. Çok kişi siyaseti «dünyasal» sayar ve onu kutsal işlerle uğraşanlara layık görmez.
Kilise yönetimi ilk üç yüzyılda yavaş yavaş ve Constantinus’un Hıristiyan oluşundan sonra hızla gelişmiştir. Piskoposlar hala halk yönünden seçilirdi. Onlar gittikçe bölgelerindeki Hıristiyanlar üzerinde hatırı sayılır güç elde etti. Fakat Constantinus’tan önce bütün kiliseye egemen olacak merkezî bir hükümet yoktu pek. Piskoposların büyük kentlerdeki gücü, sadaka kurumunun uygulanmasıyle gelişti. İmanlı kişilerin sunduklarını piskopos yönetir, yoksula yardım eder ya da yoksuldan yardımı keserdi.
Böylece, yoksunluk içinde ve piskoposların isteklerine uymaya hazır bir topluluk belirdi. Devlet Hıristiyan olunca piskoposlara idarî ve kazaî görevler verildi. Böylece devlet hiç değilse öğreti (doktrin) işlerinde merkezî bir durum aldı. Katoliklerle Ariusçular arasındaki kavgadan rahatsız oldu Constantinus, şansını Hıristiyanlarla denemeye karar verdiğinden onların birleşmesini istedi. Ayrılıkları gidermek için genel İznik konsülünü topladı. Bu konsül, İznik inancı denilen ilkeleri yarattı, Ariusçularla olan savaş sözkonusu edildikçe her zaman sünnîliğin ölçütü (ayracı) olarak kaldı. Daha sonraki anlaşmazlıklar da aynı biçimde genel konsüller aracılığıyle çözümlendi. Doğu ve Batı Roma imparatorlukları ayrılıp doğu, papanın otoritesini reddedince konsül toplamak olanaksız oldu. (İlk İznik konsülünün biçim verdiği inançla 362 yılında ortaya atılan İznik inancı arasında bazı ayrılıklar bulunmaktadır.)
Papa, Kilise’de resmen önemli bir kişi olmuşsa da çok daha sonraki tarihlere değin onun üzerinde bir otorite kuramamıştır. Papalık gücünün yavaş yavaş artması ilgi çekicidir. Bu konuyu ilerde ele alacağım.

HIRİSTİYANLIĞIN GELİŞME NEDENLERİ
Constantinus’tan önce Hıristiyanlığın gelişmesi onun Hıristiyanlığa dönüşü gibi, değişik yazarlarca değişik biçimde açıklanmıştır. Gibbon şu beş nedeni ileri sürer:
1 — Hıristiyanların sarsılmaz, daha doğrusu hoşgörü kabul etmez çabası. Bu çaba, Yahudi dininden türemiş, fakat Yahudi olmayanları, Musa’nın yasasını hoş karşılamaktan alıkoyan, sosyal olmayan ve dar bir ruhtan arınmıştır. Bu ruh, Yahudi olmayanları Musa’nın yasasına çekmek yerine o yasadan uzaklaştırmıştır.
2 — Gelecek hayat öğretisi. Bu öğreti her ek koşulla gelişmiştir. O koşullar gelecek hayatın varlığı konusundaki önemli doğruya ağırlık ve etki kazandırmıştır.
3 — İlk kiliseye yüklenen mucizevi güçler.
4 — Saf ve keskin Hıristiyan ahlakı.
5 — Hıristiyan topluluğunun disiplin ve birliği. Bu disiplin ve birlik Roma imparatorluğunun kalbinde, gittikçe bağımsız ve güçlenen bir devlet yarattı (Roma İmparatorluğunun Çözülmesi ve Çöküşü, Konu XV).
Daha geniş ölçüde konuşursak, bu, çözümleme kabul edilebilir. Fakat bazı açıklamalarla. Yahudilerden türetilen eğilmezlik ve müsamahasızlık bütünüyle doğru sayılabilir. Biz de, hoşgörüsüzlüğün propagandada sağladığı üstünlüğü görmüşüzdür. Hıristiyanlar büyük bir çoğunlukla cennete yalnız kendilerinin gideceğine ve öbür dünyada en korkunç azabı yalnız putperestlerin çekeceğine inanmıştı. Üçüncü yüzyılda destek bulmaya çalışan öbür dinler bu tehdit edici karaktere sahip değildi. Sözgelimi Büyük Ana’ya tapınanlar, vaftize benzeyen Taurobolium ayini yapardı. Fakat onlar bu ayini yapmayanların cehenneme gideceğini iddia etmezdi. Taurobolium ayinlerinin pahalıya mal olduğu görülebilir. Orada, bir boğa öldürmek ve boğanın kanını o dine dönene sürmek gerekliydi. Bu tür bir tören aristokratiktir. Zengin, yoksul, özgür, köle büyük bir halk topluluğunu kapsamak niyetinde olan bir dine temel olamaz. Hıristiyanlık bu bakımlardan rakiplerinden üstündü.
Batıda gelecek hayat öğretisi önce Orpheusçu’lar yönünden ileri sürülmüş, sonra Graikos filozoflarınca benimsenmişti. Yahudi peygamberlerinden bazıları, ölümden sonra bedenin yeniden dirileceğini ileri sürmüşlerdi. Fakat ruhun yeniden dirileceği öğretisini Yahudilerin Greklerden aldığı anlaşılmaktadır (Oesterly ve Robinson, İbranî Dini). Yunanistan’da ölümsüzlük öğretisi Orpheusçulukla popüler, Platonculukla bilimsel bir biçim kazanmıştı. Platonculuk, güç kanıtlara dayandığından, büyük ölçüde popüler olamadı. Orpheusçu biçim bununla birlikte, antik dönemde genel kanılar üzerinde kendinden sonraki dönemlerde, sadece paganlar arasında değil, Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında da büyük etki yapmıştır. Gizemci din öğeleri Orpheusçuluğa, Asya dinlerine Hıristiyan teolojisine büyük ölçüde girmişti. Onların tümünde merkez efsane, ölen Tanrı’nın yeniden dirilmesiydi «Angus, Gizem (mystery) Dinleri ve Hıristiyanlık». Dolayısıyle ölümsüzlük öğretisinin Hıristiyanlığın yayılmasında Gibbon’un sandığından daha az rol oynadığını sanıyorum.
Mucizelerin, Hıristiyan propagandasında büyük payı vardır. Antik çağın sonraki yıllarında onlar çok yaygındı ve tek bir dinin ayrıcalığında (imtiyazında) değildi. Bu yarışmada Hıristiyan mucizelerine neden başka dinsel toplulukların mucizelerinden daha geniş ölçüde inanıldığını anlamak kolay değildir. Sanırım Gibbon çok önemli bir noktayı unutmaktadır. O da kutsal bir kitabın varlığıdır. Hıristiyanların başvurduğu mucizeler, eski çağların uzak zamanlarında başlamış, eskilerin gizemli (esrarlı) saydığı bir ulus arasında ortaya çıkmıştı. Yaradılıştan bu yana tutarlı bir tarih vardı. Buna göre Tanrı önce Yahudiler, sonra Hıristiyanlar için daima mucize yaratmıştı. Modern bir tarihçi için İsraillilerin eski tarihi bir efsaneden ibarettir. Fakat, eskiler için durum böyle değildi. Onlar Homeros’un, Truva kuşatmasına Romulüs, Remüs v. ö.’ne dair anlattıklarını kabul ediyorlardı. Origenes ‘niye -diye sorar- niye bu eskileri (Homeros’u örneğin) kabul edelim de Yahudilerin geleneklerini kabul etmeyelim?» Bu kanıta verilecek hiç bir mantıksal karşılık yoktu. Böylece Ahd-i Atik mucizelerini kabul etmek doğal bir durum oldu. Onlar kabul edilince daha sonraki tarihtekiler, özellikle Hıristiyanların peygamberleri yorumlayışı açısından kabul edilir bir duruma geldi.
Constantinus’tan önce Hıristiyan ahlakı kuşkusuz, sıradan paganların ahlakından üstündü. Zaman zaman eziyet görmüştü. Hıristiyanlar ve hemen daima paganlarla yarışmakta bir üstünlüğe (dezavantaja) sahipti. Hıristiyanlar erdemin cennette ödülleneceği, günahınsa cehennemde cezalandırılacağı kanısındaydı. Onların cinsel ahlakı da eski çağlarda az rastlanan türdendi. Resmî görevi Hıristiyanlara eziyet etmek olan Plinius, onların yüksek ahlaksal karakterine tanıklık eder. Constantinus’un Hıristiyan oluşundan sonra doğallıkla Hıristiyanlar arasında da eyyamperestler türemişti. Fakat ileri gelen din adamları bazı ayrıllarla (istisnalarla) sarsılmaz ahlaksal ilkelere sahip olarak yaşadı. Gibbon’un bu yüksek ahlaksal aşamaya Hıristiyanlığın yayılma nedeni olarak büyük önem yüklemesi yerindedir sanıyorum.
Gibbon, «Hıristiyan topluluğunun birlik ve disiplini»ni Hıristiyanlığın yayılma nedenlerinin sonuncusu olarak sayar. Siyasal açıdan, bu nedenin tüm nedenlerden önemli olduğunu anıyorum. Modern dünyada biz siyasal organizasyonlara alışmışızdır. Her politikacı Katolik oyunu dikkate almak zorundadır. Fakat bu oy, öbür organize grupların oyuyla dengeye getirilir. Cumhurbaşkanı olacak Katolik bir aday, Protestan önyargısı dolayısıyle üstünsüzdür (dezavantajdır). Fakat Protestan önyargısı gibi bir durum olmasaydı, Katolik bir aday bir başka adaydan daha şanslı duruma gelebilirdi. Constantinus’un hesabının bu olduğu anlaşılıyor. Tek organize bir blok olarak Hıristiyanların desteği, onlardan yana olmakla sağlanırdı. Hıristiyanlara karşı duyulan hoşnutsuzluk organize değildi ve siyasal açıdan kısırdı. Belki Rostovstseff, ordunun büyük bir kısmının Hıristiyan olduğunu ve bu durumun Constantinus’u etkilediğini ileri sürmekte haklıdır. Ne olursa olsun Hıristiyanlar küçük bir azınlık olduğu halde yeni bir teşkilata sahipti (doğallıkla o zaman için yeni). O teşkilat Hıristiyanlara, başka bir baskı grubunun karşı koyamadığı bir baskı grubu nüfuzu kazandırmıştı. Bu onlarda gizil olarak (bilkuvve) var olan tekelci bir çabanın (gayretin) doğal sonucuydu. «Tekelci çaba»yla Russell, yalnız Hıristiyanlara özgü başkalarının gösteremediği bir çabayı erekliyor (kasdediyor). Hıristiyanların bu özelliği Yahudilerden miras kalmıştı.
Maalesef, Hıristiyanlar siyasal güç elde eder etmez çabalarını birbirlerine karşı kullanmaya başladı. Constantinus’tan önce sayıları pek de az olmayan itizal (Hıristiyanlıktan ayrılma) olayları görülmüştü. Fakat koyu Hıristiyanların itizal yoluna sapanları cezalandıracak aracı yoktu. Devlet Hıristiyan olunca din adamları güç ve servet olarak büyük olanaklar sağladı. Tartışmalı seçimler yapıldı. Teolojik kavgalara, aynı zamanda dünya işlerinde üstünlük elde etmek için girişildi. Din adamlarının kavgasında Constantinus bir dereceye değin yansız (tarafsız) kaldı. Fakat onun ölümünden sonra (M.S.) ardılları, dönek Julianus dışında, Theodosius 379’da tahta çıkana değin az çok Ariusçulardan yanaydı.
Bu çağın kahramanı, tüm yaşantısı boyunca İznik Ortodoksluğunun sarsılmaz savunucusu olan Athanasius’tu (aşağı yukarı 297-373).
Constantinus’tan Kalkedonia konsülüne değin (451) geçen zaman, teolojinin siyasal önemi dolayısıyle bir özellik taşır, Birbiri ardından gelen sorun Hıristiyan dünyasını sarsmıştı. Onlardan biri üçlemenin (teslis) yapısı, ötekiyse insanlaşma (Tanrı’nın oğlu olarak anlaşılan İsa’nın insan biçim ve yapısını alması, İncarnation) öğretisiydi. Athanasius zamanında onlardan sadece ilki ön plandaydı. İyi yetişmiş Alexandria’lı bir rahip olan Arius, Oğul’un Baba’ya eşit olmadığını, tersine Baba yönünden yaratıldığını ileri sürmüştü. Daha eski bir dönemde bu görüş çok ters düşmeğe (zıtlaşmaya) yol açmayabilirdi. Fakat dördüncü yüzyılda din adamlarının çoğu onu reddetti. En sonunda egemen olan görüş, Baba Oğul’un eşit ve aynı tözden olduğu fakat ayrı kişiler sayılması gerektiği yolundaydı. Onların aynı kişiler değil de bir varlığın değişik görüşleri olduğu tarzındaki anlayış Sabellius’çu bir itizaldi. (Bu itizale ilk kez Sabellius yol açmıştır). Koyu Hıristiyanlık böylece dar bir yol izlemek zorundaydı. Baba ve Oğul’un yersiz olarak ayrılığını ileri sürenler Arianusçu, onların birliğini ileri sürenlerse Sabelliusçu olma tehlikesiyle sarılıydılar.
Arius’un öğretileri İznik Konsülü yönünden büyük çoğunlukla kınanmıştı. Fakat, bazı din adamları eliyle bazı değişmeler yapılmış ve o değişmeler, imparatorlarca desteklenmiştir. Alexandria piskoposu olan Athanasius 328’den ölümüne değin Alexandria piskoposu olan Athanasius, İznik konsülünce kabul edilen koyu Hıristiyanlık ilkelerine uyma yolundaki gayreti dolayısıyle, devamlı olarak sürgündeydi. Fakat Mısır’da popülerdi. Mısır, çatışma sırasında değişmeksizin onu izledi. Teolojik çatışma sırasında Roma’nın fethinden beri ortadan kalkmış görünen ulusal veya bölgesel duygunun canlanmış olması tuhaftır. Constantinopolis (İstanbul) ve Asya, Ariusçuluğa yönelmişti. Mısır, bağnazlıkla (mutaassıpça) Athanasiusçuydu. Batı, İznik Konsülünün buyruklarına sıkı sıkıya sarılmıştı. Ariusçu uyuşmazlık sona erince aşağı yukarı benzer biçimde yeni uyuşmazlıklar ortaya çıktı. Bunlardan Mısır bir türlü itizalci oldu, Suriye başka türlü. Koyu katoliklerce eziyet edilen bu itizalciler, Doğu Roma imparatorluğunun birliğini bozdu ve İslam ordularının bu bölgeleri ele geçirmesini kolaylaştırdı. Ayırıcı hareketler kendi içlerinde şaşırtıcı değildir. Fakat onların çok ince ve karanlık teolojik sorular konusunda olması şaşırtıcıdır.
İmparatorlar, 335’ten 378’e değin, cesaretleri olduğu ölçüde, az çok Ariusçu düşünceleri desteklediler. Bir pagan olarak Hıristiyanların iç çekişmelerine karşı yansız olan dönek Julianus (361-363) bunun dışındaydı. En sonunda 379 yılında İmparator Theodosius, Katoliklere tam destek oldu ve imparatorluk içinde Katolikler tam başarı sağladılar. Sanctus Ambrosius, Sanctus (Saint) Jeromius ve Sanctus Augustinus (bu kişileri bir sonraki bölümde inceleyeceğiz) Katoliklerin bu utku (zafer) döneminde yaşamıştı. Bununla birlikte daha sonraki dönemde Batı’da başka bir Arius egemenliği ortaya çıktı. Bu Goth’ların ve Vandalların egemenliğiydi. Batı Roma İmparatorluğunu aralarında bölüştüler. Goth ve Vandalların güçleri aşağı yukarı bir yüzyıl sürdü. O güç, bu dönem sonunda Justinianus, Lombard’lar ve Frank’lar tarafından ortadan kaldırıldı. Justinianus, Frank’lar ve en sonra Lombard’lar koyu Katolikti. Böylece sonunda Katolik inancı kesin utku kazanmış oldu.

Bertrand Russell
Batı Felsefesi Tarihi 2
Çeviren: Muammer Sencer

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here