İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri 1 – Erich Fromm

Yüzyılımızın öndegelen sorunlarından biri giderek artan şiddet, yıkıcılık ve saldırganlık olaylarıdır. Gün geçmiyor ki dünyanın herhangi bir bölgesinde böylesine bir olay olmasın. Nedir bu yıkıcılık ve şiddet olaylarının nedeni? İnsanoğlu aslında acımasız, şiddete yatkın bir canlı mıdır, yoksa toplumsal koşuların itelemesiyle mi bu yola girmektedir? Erich Fromm bu kitabında bir toplumbilimci, ruhbilimci ve düşünür olarak insandaki yıkıcılığın kökenlerini araştırıyor. İlk insanlardan günümüze dek gelen geniş bir tarihsel süreci kapsayan araştırmalarıyla günümüzün bu en canalıcı sorununu derinlemesine irdeliyor.
Erich Fromm, altı yıl çalışarak yazdığı bu kitabında salt toplumbilim ve ruhbilim alanlarında araştırmalar yapmakla kalmamış, insandaki yıkıcılık olgusunu tüm yönleriyle ortaya çıkarabilmek için insanbilim, kazıbilim, sinir fizyolojisi, hayvan ruhbilimi, fosilbilim, v.b. alanlarında da incelemeler yapmak zorunda kalmıştır. Ve bütün bunların sonucunda yazar, hemen herkesin rahatlıkla okuyup anlayabileceği ve ilgi duyabileceği bir yapıt çıkarmış ortaya.
(Arka Kapak)

ÖNSÖZ – Erich Fromm
Bu inceleme ruhçözümsel kurama ilişkin kapsamlı bir çalışmanın birinci cildidir. İşe saldırganlık ve yıkıcılığın incelenmesiyle başladım, çünkü dünyayı kaplayan yıkıcılık dalgası nedeniyle bu konu, ruhçözümlemenin temel kuramsal sorunlarından birisi olmasının yanı sıra, pratikte bizi en yakından ilgilendiren konulardan da birisi olmaktadır.

Altı yılı aşkın bir süre önce bu kitaba başladığımda, karşılaşacağım güçlükleri çok hafife almıştım. Kısa sürede ortaya çıktı ki, eğer kendi uzmanlık alanımın, yani ruhçözümlemenin sınırlan içinde kalırsam insanın yıkıcılığı hakkında yeterli bir şeyler yazmama olanak yoktu. Bu araştırma, bir yandan öncelikle ruhçözümsel bir araştırma niteliği taşırken çok dar ve bundan dolayı da çarpıtıcı bir bilgilenme çerçevesinde çalışmaktan kaçınmak için öteki alanlarda, özellikle sinir fizyolojisi, hayvan ruhbilimi, fosilbilim ve insanbilim alanlarında bir ölçüde bilgi sahibi olmayı da gerektiriyordu. En azından, vardığım sonuçları, öteki alanlarda elde edilen ana verilerle karşılaştırarak gözden geçirebilmeliydim. Ancak böylelikle, varsayımlarımın o verilerle çelişmediği konusunda emin olabilir; söz konusu verilerin benim varsayımlarımı doğrulayıp doğrulamadığı ?ki ben doğruladığı umudundayım? konusunda bir karara ancak böylelikle varabilirdim.

Bütün bu alanlarda saldırganlık konusunda elde edilen bulguları aktaran ve bütünleştiren, hatta bu bulgulan herhangi bir özgül alanda özetleyen hiçbir yapıt bulunmadığı için böylesi bir girişimde benim bulunmam gerekiyordu. Düşünceme göre, bu girişim, bir tek öğretinin bakış açısından elde edilen bir görüşü değil, yıkıcılık sorununa ilişkin evrensel görüşü benimle paylaşma olanağını sağlayarak okurlarıma da hizmet edecekti.12

Açıktır ki, böylesi bir girişimin birçok beklenmedik tehlikesi vardır. Açıkçası, bütün bu alanlarda ?özellikle de pek az bilgi ile yola çıktığım bir alanda: sinir bilimleri alanında? uzmanlık kazanmama olanak yoktu. Bu alanda bir parça bilgi kazanabildim; o da yalnızca kendim inceleme yaparak değil, sinirbilimcilerin inceliği sayesinde. Bu bilim adamlarının birçoğu bana kılavuzluk ettiler, birçok sorumu yanıtladılar, bazıları elyazmasının ilgili bölümlerini gözden geçirdiler. Her ne kadar uzmanlar, kendi özel alanlarında onlara yeni şeyler öneremeyeceğimi çok iyi bilseler de, böylesine temel önem taşıyan bir konuda öteki alanlardan elde edilen verilerle daha yakından karşılaşma olanağını da hoşnutlukla karşılayacaklardır.

Kaçınılmaz bir sorun da yinelemeler ve önceki çalışmalarımla bazı çakışmaların olmasıdır. Otuz yılı aşkın bir süreden bu yana insanlığa ilişkin sorunlar üzerinde çalışmaktayım ve süreç içersinde, bir yandan eski alanlara ilişkin anlayışlarımı derinleştirir ve genişletirken öte yandan da yeni alanlar üzerinde dikkatimi yoğunlaştırmaktayım. Bu kitabın ele aldığı yeni kavramlar konusundaki düşüncelerimi sunmaksızın insanın yıkıcılığı hakkında yazmama olanak yoktur. Bundan önceki yayınlarda yer alan daha geniş kapsamlı tartışmalara değinmekle yetinerek, yineleme yapmaktan elden geldiğince kaçınmaya çalıştım; ama yine de yinelemeler kaçınılmazdı. Bu bakımdan özel bir sorun, ölüseverlik-canlıseverlik (necrophilia-biophilia) konusunda daha çekirdek halinde bulunan yeni bulgularımdan bazılarını içeren Sevginin ve Şiddetin Kaynağı’nda. Bu kitapta, bu bulgularımı hem kuramsal açıdan hem de klinik açıklama bakımından büyük ölçüde genişleterek sundum. Burada açıklanan görüşlerle önceki yazılarda açıklanan görüşler arasındaki belirli ayrılıkları tartışmadım; çünkü böylesi bir tartışma oldukça geniş yer tutardı ve çoğu okurların dikkatini yeterince çekmezdi.

Geriye yalnızca, bu kitabın yazılmasında bana yardım edenlere teşekkürlerimi sunma görevi, bu zevkli görev, kalıyor.

Davranışçılığa ilişkin sorunların kuramsal açıdan aydınlatılmasında gösterdiği yardımseverliğe ve konuyla ilgili yazının araştırılması sırasındaki yorulmak bilmez yardımlarına çok şey borçlu olduğum Dr. Jerome Brams’a teşekkür etmek istiyorum.13

Sinir fizyolojisi konusundaki incelememi yardımlarıyla kolaylaştırdığı için Dr. Juan de Dios Hernandez’e minnet borcum var. Saatlerce süren tartışmalarda birçok sorunu o açıklığa kavuşturdu, geniş kapsamlı yazın konusunda beni aydınlattı ve elyazmasının sinir fizyolojisine ilişkin sorunları ele alan kısımları konusunda görüşlerini bildirdi.

Bazen uzun boylu kişisel konuşmalarla, bazen de mektuplarla bana yardımcı olan aşağıdaki sinirbilimcilere teşekkür ederim: Merhum Dr. Raul Hernandez Peon’a, Dr. B. Livingston, Dr. Robert G. Health, Dr. Heinz von Foerster ve elyazmasının sinir fizyolojisine ilişkin bölümlerini de okuyan Dr. Theodore Melnechuk’a, Massachusetts Teknoloji Kurumu Sinirbilimleri Araştırma Programı üyeleriyle benim için bir toplantı düzenlediğinden dolayı Dr. Francis O. Schmitt’e de borcum var. Bu toplantıda üyeler benim kendilerine yönelttiğim soruları tartıştılar. Hitler konusundaki bilgilerimin zenginleşmesine karşılıklı konuşmalarla ve yazışmalarla en çok yardımı dokunan Albert Speer’e teşekkür ederim. Nürnberg duruşmalarına katılan Amerikalı savcılardan birisi olarak topladığı bilgilerden dolayı Robert M. W. Kempner’a da borçluyum.

Elyazmasını okuyarak çok değerli eleştirel ve yapıcı önerilerde bulundukları için Dr. David Schecter’a, Dr. Michael Maccoby’ye ve Gertrud Hunziker-Fromm’a; felsefeye ilişkin konularda bana yardımı dokunan önerilerinden dolayı Dr. Ivan Illich’e ve Dr. Ramon Xirau’ya; hayvan ruhbilimi alanındaki yorumlarından dolayı Dr. W. A. Ma-son’a; fosilbilime ilişkin sorunlar konusundaki yararlı yorumlarından dolayı Dr. Helmuth de Terra’ya; gerçeküstücülükle ilgili yararlı önerilerinden dolayı Max Hunziker’a ve Naziler’in terör uygulamaları konusundaki aydınlatıcı bilgilendirmesinden ve önerilerinden dolayı Heinz Brandt’a teşekkür borçluyum. Bu çalışmaya karşı gösterdiği etkin ve yüreklendirici ilgiden dolayı Dr. Kalinkowitz’e teşekkür ederim. Meksika’nın Cuernavaca kentinde bulunan Kültürlerarası Belgelendirme Merkezi’nin kaynakça kolaylıklarından yararlanmama yardımcı oldukları için Dr. Illich’e ve Bayan Valentina Boresman’a da teşekkür ederim.14

Son yirmi yıl içersinde, elinizdeki kitap da dahil yazdığım her elyazmasının birçok kopyasını defalarca daktiloya çekmekle kalmayıp, dil konusunda büyük duyarlık, anlayış ve titizlik göstererek ve birçok değerli önerilerde bulunarak aynı zamanda yazdıklarımı düzelten Bayan Beatrice H. Mayer’a derin minnetimi sunmak için bu olanaktan
yararlanmak istiyorum.

Ülke dışında bulunduğum aylarda, Bayan Joan Hughes elyazmasıyla ustaca ve yapıcı bir biçimde ilgilendi; bu ilgisini teşekkürle anıyorum.

Çok ustaca ve titiz yayıma hazırlama çalışmasından ve yapıcı önerilerinden dolayı, Holt, Rinehart ve Winston’m baş yayımcısı Joseph Cunneen’a da teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca, piyasaya çıkarılmasının çeşitli aşamalarında elyazması üzerinde çabalarını birleştirmekte gösterdikleri beceri ve özenden dolayı Holt, Rinehart ve Winston’m idarî yayımcısı Bayan Lorraine Hill’e ve yapım yayımcıları Bay Wilson R. Gathings ile Bayan Cathie Fallin’e teşekkür etmek istiyorum. Son olarak, titiz ve bilgili yayım çalışmasının kusursuzluğundan dolayı Marion Odomirok’a teşekkür ederim.

Bu araştırma, Ulusal Akıl Sağlığı Kurumu’na bağlı Kamu Sağlığı Servisi’nin MH 13144-01, MH 13144-02 No.lu izniyle kısmen desteklenmiştir. Bir yardımcıdan ek yardım görmemi sağlayan Albert ve Mary Lasker Vakfı’nın bu katkısını da belirtirim.

Erich Fromm
New York Mayıs 1973

GİRİŞ:İÇGÜDÜLER VE İNSAN TUTKULARI
Ulus ve dünya ölçeğinde şiddet ve yıkıcılığın artması, bu işle uğraşanların ve bütün kamuoyunun dikkatini, saldırganlığın doğasının ve nedenlerinin kuramsal açıdan araştırılmasına yöneltmiştir. Bu ilgi şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan, bu uğraşın çok yeni olması gerçeğidir. Özellikle Freud gibi dev bir araştırıcının cinsel dürtü çevresinde yoğunlaşan eski kuramını gözden geçirerek, daha 1920’lerde yıkıma uğratma tutkusu («ölüm içgüdüsü») ile sevgi tutkusunu («yaşam içgüdüsü»nü, «cinsellik»i) eşit güçte gösteren yeni bir kuram belirlemesinden beri bu uğraş sürmektedir. Bununla birlikte, kamuoyu, Freud’çuluğu, bir tek kendini koruma içgüdüsünce denetlenen cinsel arzuyu (libido) insanın asıl tutkusu olarak gören bir kurammış gibi düşünmeye büyük ölçüde devam etmiştir.

Bu durum ancak altmışlı yılların ortalarına doğru değişmiştir. Bu değişikliğin akla gelebilecek bir nedeni, şiddetin ulaştığı düzeyin ve savaş korkusunun dünya ölçeğinde belli bir sınıra gelip dayanmış olduğu gerçekliğidir. Ama bu değişikliğe katkıda bulunan bir başka etken de insanın saldırganlığı konusunu ele alan çeşitli kitapların, özellikle Konrad Lorenz’in Saldırganlık Üzerine (1966) adlı kitabının yayımlanmasıydı. Hayvan davranışı(1) alanında, özellikle balıkların ve Lorenz, hayvan davranışlarının incelenmesine «etoloji» adını verdi; bu garip bir terimdir, çünkü etoloji sözlük anlamı bakımından «davranış bilimi» (Yunanca ethos «davranış», «kalıp» sözcüğünden alınma) demektir. Lorenz, hayvan davranışının incelenmesini anlatmak için buna «hayvan etolojisi» demeliydi. Onun etolojisinin anlamını belirlemeye seçmemesi, elbette, insan davranışının hayvan davranışı sınıfına sokulması gerektiği yolundaki düşüncesini ortaya koymaktadır. John Stuart Mill’in Lorenz’den çok önce, kişilik birimini adlandırmak için «etoloji» terimini türetmiş olması ilginç bir gerçektir. Bu kitabın ana düşüncesini çok kısa olarak anlatmak isteseydim, kitabın, Lorenz’in değil de Mill’in anladığı anlamda «etoloji»yi ele aldığını söylerdim.

Kuşların davranışı alanında seçkin bir bilgin olan Lorenz, çok az deneyimi ya da uzmanlığı bulunan bir alana, insan davranışı alanına el atma yürekliliğini gösterdi. Çoğu ruhbilimcilerin ve sinir bilimcilerin bir kenara itmesine karşın, Saldırganlık Üzerine bir best-seller (en çok satan kitap) oldu ve aydın topluluğunun geniş bir bölümünün zihninde derin izler bıraktı. Bunların birçoğu Lorenz’in görüşünü sorunun kesin yanıtı olarak kabul ettiler.

Çok ayrı türde bir yazarın, Robert Ardrey’nin daha önce yayımlanan yapıtlarının (African Genesis, 1961 ve The Territorial Imperative, 1967) Lorenz’in fikirlerinin halk arasında tutulmasına büyük katkısı olmuştur. Bir bilim adamı değil de yetenekli bir oyun yazan olan Ardrey, insanlığın başlangıcına ilişkin birçok veriyi, insanın doğuştan saldırganlığını kanıtlama amacı güden ustaca ama yansızlıktan da çok uzak bir özet halinde dokumuştur. Bu kitapları, hayvan davranışlarını inceleyen başkalarınınkiler izledi; örneğin Desmond Morris’in Çıplak Maymun’u (1967) ve Lorenz’in öğretilisi I. Eibl-Eibesfeldt’in Sevgi ve Nefret Üzerine’si (1972) bu kitaplardandır.

Bütün bu yapıtlar temelde aynı savı içermektedir: savaşta, suçta, kişisel tartışmalarda ve her türden yıkıcı ve sadistçe harekette açığa çıkan insanın saldırgan davranışı, boşalma yolları arayan ve kendini açığa vurmak için uygun bir durumun doğmasını bekleyen, kalıtımsal olarak programlanmış doğuştan bir içgüdüden kaynaklanır.

Belki de Lorenz’in yeni-içgüdücülüğü, öne sürdüğü savlar çok sağlam olduğu için değil, halk bunlardan etkilenmeye çok açık olduğu için bu denli başarılı olmuştur. Korku içinde olan ve yıkıma doğru ilerleyen gidişi değiştirme gücünü kendinde bulamayan insanlar için, şiddetin hayvansı doğamızdan, denetlenemez bir saldırganlık dürtüsünden kaynaklandığı konusunda bize güvence veren ve yapabileceğimiz en iyi şeyin, Lorenz’in öne sürdüğü gibi, bu dürtünün gücünü açıklayan evrim yasasını anlamak olduğunu söyleyen bir kuramdan daha çekici ne olabilirdi? Doğuştan saldırganlığa ilişkin bu kuram, kolayca, olacaklardan duyulan korkuyu yatıştırmaya ve güçsüzlük duygusunu akılcılaştırmaya yarayan bir ideoloji haline gelir.

İçgüdücü bir kuramın bu basite kaçan yanıtının, yıkıcılığın nedenlerine ilişkin ciddi incelemelere yeğ tutulmasının başka gerekçeleri de vardır, ikinci seçenek, yürürlükteki ideolojinin temel önermelerinin araştırılmasını gerektirir; bizi, toplumsal dizgemizin akıldışılığını irdelemeye ve «savunma», «onur», «yurtseverlik» gibi saygı uyandıncı sözcüklerin ardına saklanan tabuları çiğnemeye götürür.21

Toplumsal dizgemize ilişkin derinlemesine bir çözümlemeden başka hiçbir şey yıkıcılığın artmasının nedenlerini açığa çıkaramaz ya da yıkıcılığı azaltmanın yollarını ve araçlarını gösteremez. İçgüdücü kuram, zor bir görev olan bu çözümlemeyi yapma görevine sırt çevirmemizi öneriyor. Hep birlikte kendimizi paralasak bile «doğa» mızın bu yazgıyı bize yüklediği inancıyla hiç değilse böyle davranabileceğimizi ve niçin her şeyin kendi bildiğince meydana gelmiş olduğunu anlayacağımızı belirtmek istiyor.

Ruhbilimsel düşüncede gözlenen bugünkü saflaşmaya bakılırsa, Lorenz’in insan saldırganlığına ilişkin kuramını eleştirme görevini, ruhbilim alanındaki öbür ağır basan kuramın, yani davranışçılığın yüklenmesi beklenir. Davranışçı kuram, içgüdücülüğün tersine, insanı belli bir biçimde davranmaya yönelten öznel güçlerle uğraşmaz; insanın ne hissettiğiyle değil, yalnızca onun davranış biçimiyle ve onun davranışını biçimlendiren toplumsal koşullanmayla ilgilenir.

Ruhbilimin odağının köklü bir biçimde duygudan davranışa kayması; ardından da heyecan ve tutkuların, hiç değilse bilimsel bir bakış açısından, ilişkisiz veriler gibi görülerek birçok ruhbilimcinin görüş alanı dışına çıkarılması ancak yirmili yıllarda gerçekleşti. Ruhbilim alanında egemen olan okulun ana konusu, davranışta bulunan insan değil, davranış oldu: «ruhu inceleyen bilim», hayvan ve insan davranışı mühendisliği bilimine dönüştü. Bu gelişme, bugün Birleşik Devletler üniversitelerinde en geniş kabulü gören ruhbilim kuramı ‘ olan Skinner’ın yeni-davranışçılığında doruğuna ulaştı.

Ruhbilimde meydana gelen bu dönüşümün nedenini bulmak kolaydır, insanı inceleyen kişi, kendi toplumunun içinde bulunduğu ortamdan, başka herhangi bir bilim adamına oranla daha çok etkilenir. Bu böyledir, çünkü onun düşünüş biçimleri, ilgileri, ortaya attığı sorunlar, tümü, doğa bilimlerinde olduğu gibi kısmen toplumsal olarak belirlenmekle kalmaz; onun durumunda ana konunun kendisi, yani insan da bu yolla belirlenir. Bir ruhbilimci her ne zaman insandan söz ederse, onun modeli, çevresindeki kişilerin ?en çok da kendisinin? modelidir. Çağdaş sanayi toplumunda insanlar, zihinsel bakımdan yönlendirilirler, az hissederler ve coşkuları ?ruhbilimcilerin konu aldığı kişilerin coşkuları kadar ruhbilimcilerin kendi coşkularını da? yararlı bir güçken birçok etkenden dolayı yıkıcı bir güce dönüşen saldırganlığın bir sonucuymuş gibi görmektedir.

Ne var ki, pek çok gözle görünür veri bu varsayımın tersini söylemekte ve bu varsayımı gerçekten savunulamaz hale getirmektedir. Hayvanların incelenmesi, memelilerin ?-özellikle de primatların?, her ne kadar oldukça büyük oranda savunucu saldırganlığa sahipseler de, katil ve işkenceci olmadıklarını göstermektedir. Fosilbilim, insanbilim ve tarih içgüdücü sava karşı çok sayıda kanıt sunmaktadır: (1) insan kümeleri, saldırganlık düzeyleri bakımından o kadar köklü farklılıklar göstermektedir ki, yıkıcılığın ve zalimliğin doğuştan olduğu varsayımı bu gerçekleri açıklayamaz; (2) değişik saldırganlık dereceleri, başka ruhsal etkenlere ve toplumsal yapıların farklılıklarına bağlanabilir; (3) yıkıcılığın derecesi, uygarlığın gitgide gelişmesiyle birlikte azalacak yerde artmaktadır. Gerçekte, doğuştan yıkıcılık tanımı, tarihe tarihöncesinden daha iyi uymaktadır. Eğer insan, hayvan atalarıyla paylaştığı biyolojik olarak uyarlanabilir saldırganlığa doğuştan sahip olmakla kalsaydı, nispeten barışçıl bir varlık olurdu. Eğer şempanzelerin ruh doktorları olsaydı, bu doktorlar, saldırganlığı, hakkında kitap yazmalarını gerektirecek rahatsız edici bir sorun olarak görmezlerdi herhalde.

Ne var ki, insan, bir katil olduğu gerçeğiyle hayvanlardan ayrılır. Biyolojik olsun, ekonomik olsun hiçbir nedene dayanmaksızın kendi türünün üyelerini öldüren, onlara işkence eden ve bunu yapmaktan haz duyan tek primat insandır. Bir tür olarak insanın var oluşu açısından gerçek bir sorun ve tehlike oluşturan şey, işte bu biyolojik olarak uyarlanamayan ve kalıtımsal olarak programlanmamış «kıyıcı» saldırganlıktır. Bu yıkıcı saldırganlığın mahiyetini ve koşullarını irdelemek de bu kitabın asıl amacıdır.

Yumuşak-savunucu saldırganlık ile kıyıcı-yıkıcı saldırganlık arasındaki ayrılık, daha ileri ve daha temelli bir ayırım yapılmasını, yani içgüdü(3) ile kişilik, ya da daha kesin deyimiyle, insanın fizyolojik gereksinmelerinden (organik dürtülerden) kaynaklanan dürtülerle insanın kişiliğinden kaynaklanan ve yalnız ona özgü olan insan tutkulan («kişilik-kökenli ya da insansı tutkular») arasında ayırım yapılmasını gerekli kılar.
__________
(3) Burada «içgüdü» terimi, biraz eski olmasına karşın, geçici olarak kullanılmıştır. ‘Bundan böyle «organik itkileri> terimini kullanacağım.24

İçgüdü ile kişilik arasındaki ayrım konu içerisinde yine enine boyuna tartışılacaktır. Kişiliğin insanın «ikinci doğa»sı olduğunu ve onun yeterince gelişmemiş içgüdülerinin yerini tuttuğunu; bundan başka, sevgi, şefkat, özgürlük arayışının yanı sıra yıkım, sadizm, mazoşizm arzusu, iktidar ve mülk açlığı gibi insan tutkularının sırası geldiğinde bizzat insan varoluşunun koşullarından kaynaklanan «varoluşsal gereksinmeler»e yanıt oluşturduklarını göstermeye çalışacağım. Kısaca özetlersek, içgüdüler, insanların fizyolojik gereksinmelerine yanıt oluşturur; insanın kişiliğiyle koşullanmış tutkular, onun varoluşsal gereksinmelerinin yanıtıdır ve insanlara özgüdür. Bu varoluşsal gereksinmeler bütün insanlarda ortak olduğu halde, insanlar ağır basan tutkuları bakımından kendi aralarında farklılık gösterirler. Bir örnek verirsek: insan sevgi ya da yok etme tutkularınca yönlendirilebilir; her bir durumda insan varoluşsal gereksinmelerinden birini, «etkileme» ya da bir şeyi harekete geçirme, «oyuk açma» gereksinimini doyurur, insanın başat tutkusunun sevgi ya da yıkıcılık olup olmaması, büyük ölçüde toplumsal koşullara bağlıdır. Bununla birlikte, bu koşullar, çevreci kuramın varsaydığı gibi, sınırsız ölçüde uysal, farklılaşmamış bir ruha bağlı olarak değil, insanın biyolojik olarak sahip olduğu varoluşsal durumuna ve ondan doğan gereksinmelere bağlı olarak işlev görür.

Ne var ki, insan varoluşunun koşullarının neler olduğunu öğrenmek istediğimizde, daha başka sorularla karşılaşıyoruz: İnsanın doğası nedir? İnsanı insan yapan nedir? Söylemeye gerek yok, toplum bilimlerinin bugün içinde bulunduğu ortam, böylesi sorunların tartışılmasına pek açık değildir. Bu sorunlar genellikle felsefe ye dinin ana konuları olarak görülür. Olgucu düşünüş, bu sorunları, nesnel geçerlilik gibi bir iddiası olmayan katıksız öznel spekülasyonlar olarak ele alır. Sonradan ortaya konan verilere ilişkin karmaşık savdan bu aşamada söz etmek zamansız olacağı için, şimdilik yalnızca birkaç noktayı belirtmekle yetineceğim. İnsanın özünü belirlemeye çabalarken, Heidegger ve Sartre’in ortaya koydukları spekülasyonlara benzer metafizik spekülasyonlar yoluyla ulaşılan bir soyutlamaya başvurmuyoruz. Her bir bireyin özü, türün varoluşuyla özdeş olduğu için, insan olarak insanda genelgeçer olan gerçek varoluş koşullarına başvuruyoruz. Anatomik ve nörofizyolojik yapının ve bu yapının homo (insan) türünü karakterize eden ruhsal bağıntılarının gözleme dayalı olarak irdelenmesi yoluyla bu kavrama ulaşıyoruz. 25

Böylece, insan tutkularını açıklama ilkesini, Freud’un fizyolojik ilkesinden sosyobiyolojik ve tarihsel bir ilkeye kaydırıyoruz. Homo sapiens türü, anatomi, sinir fizyolojisi ve fizyoloji terimleriyle belirlenebileceği için, bir tür olarak onu ruhbilim terimleriyle de belirleyebilmeliyiz. Burada bu sorunların ele alınacağı bakış açısı varoluşçuluk olarak adlandırılabilir, ama varoluşçu felsefe anlamında değil.

Bu kuramsal temel, kişilik-kökenli kıyıcı saldırganlığın, özellikle de sadizmin ?bir başka duygulu varlık üzerinde sınırsız iktidar sahibi olma tutkusunun? ve ölüseverliğin ?yaşamı yok etme tutkusunun, ölü olan, çürüyen ve tam anlamıyla mekanik olan her şeye hayranlığın? çeşitli biçimlerini daha ayrıntılı olarak tartışma olanağı yaratmaktadır. Öyle sanıyorum ki, yakın geçmişte yaşamış birçok tanınmış sadistin ve yıkıcının, Stalin’in, Himmler’in, Hitler’in kişiliklerinin çözümlenmesi, bu kişilik yapılarının anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.

Bu incelemenin atacağı adımları belirledikten sonra, okurun ileriki bölümlerde karşılaşacağı temel önermelerin ve vargıların bazılarını kısaca belirtmekte yarar vardır: (1) Davranışı, davranışta bulunan insandan ayrı olarak düşünmeyeceğiz; doğrudan doğruya gözlenebilir davranışlar olarak açığa vurulup vurulmadıklarına bakmaksızın, insan dürtülerini ele alacağız. Saldırganlık olgusuyla ilgisi bakımından bunun anlamı, kendisini ortaya çıkaran güdüden bağımsız saldırgan davranışı değil, saldırganlık tepilerinin kökenini ve yoğunluğunu inceleyecek olmamızdır. (2) Bu tepiler bilinçli olabilir, ama daha çok bilinçsizdirler. (3) Bunlar, çoğunlukla, nispeten oturmuş bir kişilik yapısı içinde bütünleşmişlerdir. (4) Daha genel bir belirlemeyle, bu inceleme, ruhçözümleme kuramını temel almaktadır. Bundan çıkan sonuç şudur: kullanacağımız yöntem gözlemlenebilir ve sık sık da önemsiz görünen verilerin açıklanması yoluyla, bilincine varılamayan iç gerçekliğin keşfedilmesi demek olan ruhçözümleme yöntemidir. Bununla birlikte «ruhçözümleme» terimi, klasik kuramla ilişkili olarak değil, bu kuramın belli ölçüde gözden geçirilmiş biçimiyle ilişkili olarak kullanılmaktadır. Bu gözden geçirmenin belirleyici yönleri daha sonra tartışılacaktır. Bu noktada, yalnızca, bunun libido (cinsel güdü) kuramına dayanmayan ve bu nedenle de, çoğu zaman Freud’un kuramının asıl özü olarak görülen içgüdücü kavramlardan kaçınan bir ruhçözümleme olduğunu söylemek isterim.26

Ne var ki, Freud’çu kuram ile içgüdücülük arasındaki bu özdeşleştirme, son derecede kuşku götürür bir özdeşleştirmedir. Gerçekten Freud, o zamanlar ağır basan eğilimin tersine, insan tutkuları ?sevgi, nefret, hırs, açgözlülük, kıskançlık, çekememezlik? alanını araştıran ilk modern ruhbilimciydi. Önceleri yalnızca oyun yazarları ve romancılarca ele alınmış olan tutkular, Freud sayesinde, bilimsel araştırmanın ana konuları oldular.(4) Onun çalışmalarının ?en azından onun yöntemi, artan ruhsal tedavi istemini karşılamada bir araç haline gelinceye kadar? neden ruh hekimleri ve ruhbilimcilerden ziyade sanatçılar arasında çok daha sıcak ve çok daha anlayışlı bir kabul gördüğünü bu nokta açıklayabilir. Sanatçılar, kendi ana konularını, insanın «ruh»unu, en gizli ve en ince dışavurmalarıyla ele alan ilk bilim adamının o olduğunu hissettiler. Freud’un sanatsal düşünüş üzerindeki bu etkisini, gerçeküstücülük en açık biçimiyle göstermiştir. Gerçeküstücülük, daha önceki sanat biçimlerinin tersine, «gerçeklik»i konuyla ilgisiz olduğu gerekçesiyle bir yana bıraktı ve davranışla ilgilenmedi ? önemli olan tek şey öznel deneyimdi. Freud’un rüya açıklamalarının bu sanat akımının gelişmesini sağlayan en önemli etkenlerden birisi haline gelmesi çok mantıklıydı.

Freud, bulgularını, kendi zamanının kavramları ve terimleriyle algılayıp tanımlamaktan başka bir şey yapamazdı. O, öğretmenlerinin maddeciliğinden hiç kopmaksızın, insan tutkularını bir içgüdünün ürünleriymiş gibi sunarak bu tutkuları maskelemenin bir yolunu bulmak zorundaydı bir bakıma. Kuramsal bir tour de force (olağanüstü güç ya da beceri gösterisi ?çev.) ile bu işi çok zekice yaptı. Cinsellik (libido) kavramını öylesine genişletti ki, (kendini-koruma bir yana bırakılırsa) tüm insan tutkuları bir tek içgüdünün ürünü olarak anlaşılabilirdi. Sevgi, nefret, açgözlülük, kendini beğenmişlik, hırs, tamah, kıskançlık, zalimlik, şefkat; hepsi bu tasarımın cenderesine zorla sokuldu ve kuramsal yönden de özseverlik, ağız, makat ve üreme organları libidosunun çeşitli dışavurumlarının yücelmesi olarak ya da bu dışavurumlara karşı tepkici oluşumlar olarak ele alındı.27

Bununla birlikte, Freud, çalışmalarının ikinci döneminde, yıkıcılığın anlaşılması açısından belirleyici bir ileri adım olan yeni bir kuram getirerek, bu tasarımın çerçevesini kırmaya çalıştı. Yaşamı iki bencil itkinin, yiyecek ve cinsiyet itkilerinin değil, ruhsal varoluşa açlık ve cinsellikten daha başka bir anlamda hizmet eden iki tutkunun ?sevgi ve yıkımın? yönettiğini kabul etti. Ne var ki hâlâ kendine ait kuramsal temel önermelerle sınırlanmış olduğu için, bu tutkuları, «yaşam içgüdüsü» ve «ölüm içgüdüsü» olarak adlandırdı; böylelikle de insan yıkıcılığına, insandaki iki temel tutkudan birisi olarak önem verdi.

Bu inceleme, sevme, özgür olma uğraşları olarak ve yıkma, işkence etme, denetim altına alma ve boyuneğme dürtüsü olarak bu tutkuları içgüdülerle olan zoraki evliliklerinden boşamaktadır. İçgüdüler katıksız bir doğal sınıflamadır; oysa kişilik-kökenli tutkular sosyobiyolojik, tarihsel bir sınıflamadır.(5) Bu tutkular, her ne kadar doğrudan doğruya fizikî varoluşun hizmetinde değilseler de, içgüdüler kadar ?hatta sık sık onlardan daha çok? güçlüdürler, insanın yaşama duyduğu ilginin, onun coşkusunun, heyecanının temelini bu tutkular oluşturur. Yalnızca insanın düşleri değil, sanat, efsane, tiyatro ?yaşamı yaşanmaya değer kılan her şey? bile bu kaynaktan doğar, insan, fincanla atılan zar gibi, salt bir nesneymişcesine yaşayamaz. Yiyip içen ya da üreyip çoğalan bir makine düzeyine indirgendiğinde, gereksinme duyduğu bütün güvenceye kavuşmuş olsa bile, çok acı çeker, insan canlı, hareketli bir yaşam ve heyecan arar; daha üst düzeyde bir doyuma ulaşamadığında da yıkmaya dayalı canlı, hareketli yaşamı kendisi için kendi yaratır.

Çağdaş düşünce ortamı, bir güdünün ancak organik bir gereksinmeye hizmet ettiği zaman yoğun olabileceği ?bir başka deyişle, yalnızca içgüdülerin yoğun güdüleme gücüne sahip oldukları? hakkındaki varsayımı güçlendirmektedir. Bu mekanist, indirgeyici görüş açısı bir yana bırakılacak ve holist* bir temel önermeden yola çıkılacak olursa, insan tutkularının, bütün organizmaların yaşam sürecinde yüklendikleri işlev açısından değerlendirilmeleri gerektiği anlaşılmaya başlanacaktır. Bunların yoğunluğu, özgül ruhsal gereksinmelere değil, bütün organizmanın yaşamını sürdürme ?hem bedensel olarak, hem de zihinsel olarak gelişme? gereksinmesine bağlıdır.

Bfcz. bunlardan bazılarının beynin yapısında ne ölçüde yer aldıkları sorunu, Livingston (1967): Kısım 10’da tartışılmıştır.
__________
* Holizm, bir varlığın, kendisini oluşturan parçaların toplamından daha başka ve bu toplamı aşan bir kimliğe sahip olduğunu savunan bir felsefe kuramıdır. (Çev.)

Bu tutkular, ancak fizyolojik gereksinmeler doyurulduktan sonra güçlü olmazlar. Bunlar, insan varoluşunun ta kökünde bulunurlar; normal, «daha alt düzeyde» gereksinmeler doyurulduktan sonra karşılayabileceğimiz bir tür lüks değildirler, insanlar, sevgi, güç, ün, öç tutkularını gerçekleştiremedikleri için kendi canlarına kıymışlardır. Cinsel doyumdan yoksunluğun yol açtığı intihar olaylarına gerçekten hiç rastlanmamaktadır. Bu içgüdüsel-olmayan tutkular insanı coşturur, yakıp tutuşturur, yaşamı yaşanmaya değer kılar. Fransız Aydınlanması’nın filozofu von Holbach’ın bir zamanlar söylediği gibi: «Un homme sans passions et desires cesserait d’etre un homme» (Tutkulardan ve arzulardan yoksun bir insan insan olmaktan çıkar, P.H.D. d’Holbach, 1822). Bu tutkular ve arzular, işte insan onlarsız insan olmayacağı için, bu denli yoğundur.(6)

İnsan tutkuları, insanı yalnızca bir nesne olmaktan çıkararak bir kahramana, aşılması güç engellere karşın yaşamına anlam kazandırmaya çalışan bir varlığa dönüştürür. İnsan kendi kendisinin yaratıcısı olmak ister; tamamlanmamış varlığını, belli bir bütünlük düzeyine ulaşmasını sağlayacak birtakım ereklere ve amaçlara sahip olan bir varlığa dönüştürmek ister. İnsanın tutkuları, çocukluktan kalma yaraların yol açtığı şeyler oldukları söylenerek yeterli bir açıklamaya kavuşturulabilecek türden bayağı ruhsal karmaşalar değildir. Bu tutkular ancak indirgemeci ruhbilimin alanı dışına çıkılırsa ve bu tutkuların amacının ne olduğu ?insanın, yaşamına anlam kazandırma ve verili koşullar altında ulaşabileceği (ya da ulaşabileceğini sandığı) en uygun yoğunluğu ve gücü tatma girişimi oldukları? iyice bilinirse, anlaşılabilir. Bu tutkular, insanın, içinde yaşadığı toplulukça onaylanmadığı sürece herkesten (hatta kendisinden bile) gizlemek zorunda kaldığı dinsel, mezhepsel tapınışlardır.
__________________
(6) Holbach’ın bu deyişi, elbette, çağının felsefî düşünüşü bağlamında anlaşılmalıdır. Budist ya da Spinoza’cı felsefelerin bütünüyle farklı bir tutku anlayışı vardır. Bu felsefelerin bakış açısından, Holbach’ın tanımı, insanların çoğunluğu için deneysel olarak doğru olacaktır, ama Holbach’ın tutumu, bu felsefelerin insan gelişmesinin amacı olarak gördükleri şeyin tam karşıtıdır. Bu farklılığı değerlendirebilmek için, hırs ve açgözlülük gibi «usdışı tutkular» ile tüm duygulu varlıklara karşı sevgi ve özen gibi «ussal tutkulara arasındaki ayırıma değineceğim (bu konu daha sonra tartışılacaktır). Bununla birlikte, konuyla ilgisi olan şey, bu farklılık değil, esas olarak salt kendi varlığını sürdürmekle ilgilenen yaşamın insanca olmadığı düşüncesidir.

Kuşkusuz, insan, rüşvet ve şantajla, yani ustaca koşullandırmayla, «din»inden ayrılmaya ve benliksizlerin, robotların genel mezhebine dönmeye ikna edilebilir. Ama bu ruhsal tedavi, onu sahip olduğu en iyi şeylerden, bir nesne değil bir insan olmaktan yoksun kılar.

Gerçek odur ki, «iyi» olsun, «kötü» olsun tüm insan tutkuları, bir kişinin yaşamına anlam kazandırma ve bayağı, salt yaşamı sürdürme amacı taşıyan varoluşu aşma çabası olarak anlaşılabilir ancak. Kişilik değişimi olanaklıdır; ancak bunun gerçekleşmesi için kişi, yaşamını geliştiren tutkuları harekete geçirerek, böylece de öncekinden daha üstün bir canlılık ve bütünlük duygusu tadarak, yeni bir anlamlı yaşayış yoluna «kendi kendine dönecek» durumda olmalıdır. Bu koşul sağlanmadıkça insan evcilleştirilebilir ama tedavi edilemez. Ama yaşamı geliştiren tutkular, daha yüksek bir güç, neşe, bütünlük ve canlılık duygusu kazanılmasına, yıkıcılık ve zalimlikten daha fazla katkıda bulunsalar bile, bu sonrakiler insanın varoluşu sorununa öncekiler ölçüsünde bir yanıt oluştururlar. En sadist ve en yıkıcı insan bile bir insandır; azizler ne kadar insansa, o da o kadar insandır. O; insan olarak doğmuş olmanın yarattığı güç sorunlara daha iyi bir yanıt bulmayı başaramamış sapık ve hasta bir kişi olarak adlandırılabilir ve bu doğrudur da. O, kurtuluş (salvation) arayışında yanlış yolu tutmuş bir insan olarak da adlandırılabilir.(7)

Ne var ki, bu yorumlardan, hiçbir biçimde, yıkıcılık ve zalimliğin kötü olmadıkları anlamı çıkarılmamalıdır; bunlardan çıkarılabilecek anlam, ancak kötülüğün insanlara özgü olduğudur. Bu tutkular yaşamı, bedeni ve ruhu yıkıma uğratırlar; yalnızca kurbanı değil, yıkıcının kendisini de yıkıma uğratırlar. Bu tutkular bir çelişki oluştururlar: kendine anlam kazandırma uğraşında yaşamın kendisine karşı yönelmesini ifade ederler. Bunlar tek gerçek sapmadır. Onları anlamak, onlara karşı hoşgörülü davranmak demek değildir. Ama onları anlamadığımız sürece, nasıl azaltılabileceklerini ve hangi etkenlerin onları güçlendirme eğilimi gösterdiklerini bilmemize olanak yoktur.

-Yıkıcılık-zalimlik karşısındaki duyarlığın hızla ortadan kalktığı ve ölüseverliğin, yani ölü, çürüyen, yaşamsız, bütünüyle mekanik şeylere hayranlığın, sibernetiğe dayalı toplumumuz çapında arttığı günümüzde böylesi bir anlayış özel bir önem taşımaktadır.
_____________
(7) Salvus (salus ile ilişkili) = sağlıklı, güven içinde, incinmemiş, iyi durumda, sağlam. Bu anlamda, her insan kurtuluşa (ama tanrıbilimsel anlamda değil), bir başka deyişle, iyi ve güvenli bir duruma getirilmeye gereksinme duyar.

Ölüseverliğin özü, yazınsal biçimde ilk kez F.T. Marinetti’nin 1909’da yayımlanan Gelecekçi Manifesto’sunda açıklandı. Çürümüş, cansız, yıkıcı ve mekanik olan her şeye karşı özel bir hayranlık sergileyen son onyılların çoğu sanat ve edebiyat yapıtında aynı eğilim görülebilir. Doğanın makinelerle fethinin gerçek ilerleme anlamı taşıdığı ve yaşayan insanın makinenin bir eki haline geldiği bir toplumda, Falanjistlerin «Yaşasın Ölüm» sloganı, toplumun gizli ilkesi olma tehdidini savurmaktadır.

Bu inceleme, bu ölüsever tutkunun mahiyetini ve bu tutkuyu güçlendirme eğilimi gösteren toplumsal koşulları açıklığa kavuşturmaya çalışmaktadır. Ancak toplumsal ve siyasal yapımızda gerçekleştirilecek ve insanı toplumdaki üstün yerine yeniden oturtacak olan köklü değişiklikler aracılığıyla geniş anlamda bir yardım sağlanabileceği sonucuna ulaşılacaktır. Bazı «devrimciler» arasında yaygın olan şiddet ve yıkım saplantısı kadar, (yaşam ve yapıdan ziyade) «yasa-düzen» için ve suçluların daha şiddetle cezalandırılması için yapılan çağrılar da yalnızca çağdaş dünyadaki güçlü ölüseverlik hayranlığının başka örnekleridir.

İnsanın, ?doğada bir eşi daha olmayan? bu bitmemiş ve tamamlanmamış varlığın gelişmesini bütün toplumsal düzenlemelerin en yüksek amacı haline getirecek koşulları yaratmaya gereksinmemiz vardır.

Gerçek özgürlük ile gerçek bağımsızlığın sağlanması ve bütün sömürücü denetim biçimlerine son verilmesi, ölüm sevgisini yenebilecek tek güç olan yaşam sevgisini harekete geçirmenin koşullarıdır.

Kitabın Künyesi
İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri 1. Kitap
Orjinal isim: The Anatomy of Human Destructiveness
Erich Fromm
Çevirmen : Şükrü Alpagut
Payel Yayınları / Fromm Kitaplığı Dizisi
Aralık 1984
335 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir