Kesekli Tarla – Figen Şakacı “Tarla mı kesekli yoksa biz mi yürümeyi bilemedik?”

Unutma sakın unutma
Bağışlama sakın
Sakın düşmanını sevme, sakın susma
Bekle büyük kavgayı bekle
Anlıyor musun yüreğim.
– GÜLTEN AKIN

“Derinlerde bir yerde koca bir kaya vardı da, abilerim ablalarım şuna bir el atıverelim demek için çıkıyordum dışarı. Tesellisi, telafisi imkânsız bir arayıştı bu. Ne yapsam ne etsem bir milim bile yerinden oynatamadan o kayayı, aklımı oynatma noktasına gelmiştim sonunda. Ana-kız kendimizi kapattığımız bu evde bir canlı cenaze, bir ağır yaralı olarak yaşamayı maharet saymanın saçmalığına bir son vermek gerekiyordu artık.”

Nohut oda bakla sofa evlerde birbirlerine tahammül etmek zorunda kalan ana-babalar ve evlatlar. Kuşak farkları. Hayalleriyle yaşamlarının arasından derin yarıklar geçen talihsizler. Sevdikleri adamları iki sabun bi lif yıkayıveren huysuz ve tatlı kadınlar. Bir yazgı gibi yaşadıkları yalnızlıklarından çıkış yolları arayan garipler. Başkalarının hayatını yaşayan kalbi kırıklar…

Figen Şakacı, Kesekli Tarla’da, köksüzlüğü, aidiyetsizliği, iletişimsizliği, hızla akıp giden zamanı, nefreti ve aşkı aynı potada eriten marazi ilişkileri, kendi ücralarında bir parça mutluluk arayan insanların öykülerini mizahla örülü hünerli kaleminden anlatıyor. “Tarla mı kesekli yoksa biz mi yürümeyi bilemedik?”


KİTAPTAN OKUMA PARÇASI

Hep ilk

Boyuna karıştırıyorum tarihleri. Bazen on sekiz yaşında oluyorum, bazen yirmi bir. Bazen o kış çok kar yağmıştı diyorum, bazen ulan İstanbul doğru dürüst kış mı gördü… İddiaya giriyorum kendimle, hani o zaman şu evde oturuyordun
da, ev arkadaşın kirayı takıp gitmişti ya. I-ıh o da değil, daha doğru dürüst evin yoktu ki, onda bunda kalıyordun, iyi
hatırla.
Tövbe Allah tarihlenmiyor o gün, yani elbette tarih belli ama benim hangi yaşantı içinde debelendiğim flu. Geriye
doğru bakarak bir ilke güzelleme yapmak rüya görmek gibi,
yazdıkça yeniden ilkleniyor. Kendimi her türlü yaşa, boşluğa yamıyorum. Sonra karşısına geçip seyrediyorum bu yeni beni.
Bir film setindeyim. Pantolonlarının önünden “free-bag”ler sarkan adamların oradan oraya koşturduğu, tahtına yapışmış bir yönetmenin dünyaya hâkim, sete muktedir olduğu bir ortamdayım. Elimde dandik bir senaryoyla duruyorum yanında. O biraz öne eğiliyor, ben de onunla birlikte. O kalemin kıçını kemirerek düşünceli bir ifadeyle dışarı
bakıyor, ben de alelacele düşünecek çok mühim bir şey arıyorum.
Ulu yönetmen komut veriyor, oyuncular birbirine doğru
birer adım atıp, burun buruna geliyorlar. Bana da bir gülme
geliyor. Gencim ya, şaşırmalara doyamıyorum: İnsan böyle herkesin ortasında oynar mı? Kadın, adama âşık, adamın
umuru değil. Ya da tam tersi, fark etmez. Aşk varsa mutlaka bir sorun olmalıdır. Kadın durmadan kameraya bakıyor,
oğlan fırsattan istifade ona yumuluyor. Yönetmen, “Kestik!”
diye gürlüyor. Bir yarım saat kesiyor, biçiyor, bir daha, bir
daha, bir daha derken pes ediyor. “Dinlenin biraz,” “sonra
bir daha” deyip tahtına dönüyor. Âşık kadın yalnız kalmak
istiyor. Kapandığı odanın aralık kapısından onu kesiyorum,
yok, bu kadında aşkla bakacak göz yok. Bu arada içimden
gürültülü bir ses dürtüp duruyor: Evi ara, evi araaaa.
Söz dinliyorum. Ya bu konuşma parası set kirasına eklenirse diye kıçım üç buçuk atarak. Bu üç buçukluk kıç atması sözünü de hiçbir zaman anlamayarak, çabuk çabuk konuşuyorum. Başıma free-bag man dikilince dilim dolaşıyor. Sadece dinliyorum.
Abim telgraf tonunda konuşuyor. Babam düşüp bacağını
kırmış, eve gelsem iyi olurmuş. Stop. Telefonu kapatınca apışıp kalıyorum. Gel dedikleri yerle setin arası şehirlerarasından hallice. İlk iş günüm, haftalığımı almaya daha var. Ayrıca
ben ortopedist miyim, gidip bacağı alçıya mı alacağım, sonra
uğrasam, hem babam tek bacakla da idare eder, koca cüssesinin bir kısmını anneme yükler, yine yürür. Olmaz ona bir
şey, aslan gibidir benim babam. Brüt 110 kilodur. Hiçbir zaman zayıflamak istemez. Boğazından hiç kesmez. Canının
çektiğini yiyemediği bir hayatı sevmez. Sofrada en az üç çeşit yemek olsun ister, masa örtüsü illa ki beyaz… Bir-iki meze
de şart. O sofraya kurulsun, kurmayları yanında dursun yeter. Muhabbet olmasa da olur, ajansı izlesin, her çıkana küfretsin ama ağzımızın tadı bozulmasın. Bir kırık bacak bu düzeni asla bozamaz. Babam o masaya olmazsa yan oturur, bacağını annemin dizlerine uzatır. Annem onun alçısını sever,
ben servis yaparım. Her türlü o sofra kurulur, o akşam rakısı içilir. Sahi nasıldı benim babamın bacakları? Çırpı değildi. Kısa ve kaslı mı, uzun ve düzgün mü, çok kıllı mı az mı?
Hatırladığım mavi mavi damarları vardı, ayak tırnakları hep
uzundu. Birine varis, diğerine pis derdi annem.
Yine içimdeki o çıngırak çalıyor: Git, git. Eve git. Tamam
duydum, sağır değilim de, nasıl? Göbeği kendinden önde giden set amiri yanıma geliyor. Burada özel konuşmalar yapmıyoruz, haftalığından düşerler diyor. Evi aradım diyorum.
Ona indirim yok diyor. Beni eve götür diyorum, o ekstraya girer diyor. Bu diyor’umların sonu hayli yüklü bir meblağa bağlanıyor. Çıkıyoruz apar topar… Ben hiç babamı ve bacağını düşünmüyorum. Halimde daha çok okulu kırıp eve
giden öğrenci sersemliği var. O ulu yönetmen sessizce seti
terk eden asistanı bir daha yanına yanaştırır mı, orası olmazsa ben başka nereden iş bulurum soruları arka arkaya sökün
ederken babama hiç sıra gelmiyor. Akşam nasılsa o sofraya
oturulacak, ben de evden ayrıldığımdan beri ilk defa anne eli
değmiş yemeklerle hasret gidereceğim.
Bunları düşünüyorum hep. Neyse ki içimdeki çıngırak
sustu. Aklıma üşüşenler arasında, tek başına dinlenirken
düşünen oyuncu kadın, başı çekiyor. Aşk konusunda zengin
bir fantezi repertuarına sahip biri olarak kendimi o kadının
yerine koyuyorum. Ben ne yapardım hadi oyna deseler. Bildiklerim çok açık kapamaz ama en azından ve ezberden aşk
emekti, gözünü o adamdan alamamaktı, hiç değilse mal mal
durmamaktı derim yekten. Demekle yapmak arasındaki ayrıma mı bakacağım o yaşta, hiç.
Yol uzuyor, şoförün çenesi düşüyor. Hangi okulda okuyormuşum, ileride amacım neymiş, kafamı kullanırsam bu işte para varmış (da), onda şans yokmuş; cevaplarım kısa,
kafam meşgul. Şoför hız kesmiyor ama yol da bitmiyor. Binalar enine dikine, arabalar sağlı sollu, insan çeşit çeşit. Tek
amacımın ileride inmek olduğunu söylüyorum. TEM’deyiz
bok inersin, diye ünlüyor şoför. O da kendi sesinden yorulmuş olmalı ki, susuyor. Ben o sırada babamın alçısına pekmez tadında aforizmalar yazıyor, artistik imzalar atıyorum.
Nihayet yol bitiyor, arabadan kendimi dışarı atıyorum, arkama bile bakmıyorum. Apartman kapısı her zamanki gibi
açık; daldığım hızla tırmanmıyorum, duruyorum. Her basamak bir yaş olsa, çıka çıka, babamın yaşına kaç kat sonra ererim hesabı yapıyorum. Matematikle ve babamla aram
iyiymiş gibi. Bir adım sonrası bizim ev. Artık içinde benim
olmadığım ama hâlâ cümle içinde bizim diye geçirdiğim ev.
Babam içeride, bacağı alçıda. Yettim, yetiştim.
Zili çalıyorum. Kapı hemen açılmıyor. Uğultular önden,
topuklu terlik sesi arkadan geliyor. Yüzünü hatırlamadığım bir kadın, gövdesini yana kaydırdığında her zaman beyaz çarşaflarla örtülü misafir odamıza bir sürü adamın üşüştüğünü görüyorum. Merserize çorap kokusu burnumun direğini zorluyor.
Sonra o oda. Dört kardeşin ortak tek alanı. Kapalı balkonundan ipe asılı sucuk ve pastırmaların sallandığı, yüklüğün Kandilli’ye ayarlı dingildekliğiyle tedirgin uykularımıza
uğurladığı, güneşin huysuz bir saatte doğup en keskin bıçağını gözümüze soktuğu o odadayım. Babam karnından yatak çıkan, üstündeki raflara kitaplık süsü verilmiş kanepede
sapasağlam bacağıyla yatıyor. Üstündeki örtüyü kaldırınca
görüyorum, iki bacağın da maşallahı var. Ama babamın bundan haberi yok. “Kırılmamış işte bacak, ne yalan söylüyorsunuz be!” diye bağırıyorum. Babacığım bunlar beni boyuna kandırıyorlar. Yanına uzanıyorum. Fısıldayarak annemi
çekiştiriyor, abime sövüyorum. Babam yanımda ya ne güzel.

Babamın bacakları var, elleri var, mor dudakları, Trabzon tereyağına benzer suratı var. İlk defa yatıyoruz böyle. İlk defa yan yanayız. Kulağına yakın bir yerde kıl dönmüş, eskiden her sabah ben tıraş ederdim onu, hiç dönmezdi. Sinek
kaydı yapardım, hiçbir yerini kesmezdim. Annem beceremiyor. En iyi tıraşı kızlar yapar babalarına. İyi baktım ben sana. Setteki o oyuncu bozuntusundan daha gerçek bakabiliyorum şimdi de. E hadi sen de bir zahmet bana bak be baba. Çok parçalı biriyim ben; gözlerimin ta içine bak da tamam olayım.
Soğukluğun bir kokusu varmış, onu sarsınca odaya yayılıyor. Kafası bu kadar ağır mıydı, değildi. Bana bakmamak
için inat ediyor. Babasıyapılı diye bağırıyor annem, yakın
geçmişten. Şimdi dese hoşuma gider bu sıfat: Babasıyapılı. Gövdelerimizin benzerliğini değil, inadımızın akrabalığını işaret ediyor. İnat bedeni yerine mıhlar, hareketi engeller;
iyi bir şey değildir. Yapma kızım, yapma. Karışmayın bana.
Yaparım ben, bırakın da kendime yeniden bir baba yapayım.
Babamla el ele dolaşıp ele güne poz verdiğimiz o sabah
ilk defa içimde güvene benzer bir duygu dolanmıştı. Birinin
elinden tutmanın, ona kendini bırakmanın, rotadan emin,
adımlarında sakin, birlikte yürümenin huzuruydu bu. Giderken giderken yeni kırmızı rugan ayakkabılarımla bir taşa tekme attım, ayakkabımın ucu hemen kavladı. Babam pat
diye durup, beni iki kolumdan kavradı. Kolay mı kazanılıyor para, ne yaptın bak ayakkabılarına diye bağırdı. O “baba-kız pek güzeliz” havam aniden söndü. İlk kez bu kadar
suçlu hissediyordum kendimi, ilk kez bu kadar çaresiz. Sadece ayakkabılarımın burnunu değil, babamı da zarara uğratmıştım. Ağlamaklı oldum fakat ağlamadım. Elini bıraktım, koştum. Daha büyük bir taşa, bu sefer öbür ayakkabımla tekme attım. Bak dedim babacığım, şimdi ikisinin de ucu
aynı oldu. Artık üzülme sen e mi?

Herhalde babamın karşısında kendimi ilk ele verişimdi
bu. Ele avuca sığmazlığımı ilk ifşa edişim ya da. Yanımda
böyle soğuk soğuk yatana kadar anlamadı. Biraz daha serpilince meramımı değişik hüsrana uğratmalarla anlatmaya
çalıştım. Evimize gelen pek hatırlı misafirlerin yanında ağız
dolusu kahkahalar attım mesela, gizlice aldığım mini eteğimle çay servisini dizimi kırarak değil, belimi bükerek yaptığım için donumu amirine gösterdim, sonra saçımı erkenden kızıla, dudağımı kırmızıya boyadım, sonraaaaa eve içkili gelip tokadı yemeden hemen önce yüzüne hohladım. Ve
madem bu ev ruhuma dar, varlığım babama zül olacak o halde terk etmeden ona son bir şans vereyim istedim. Benden
bir hayli büyük sevgilimi aldım babama götürdüm, bak baba ben sevebilen, âşık olabilen, âşıkken oynamadan, yalana
dolana sapmadan pek güzel bakabilen bir kadınım, nasıl beğendin mi? Babamla benimki yan yana gelince, kıs kıs güldüm. Ayol benim sevgilim babamın bir ton koyusu, yirmi
yaş genci değil miymiş meğer? Nasıl baba, sen de sevdin mi
sevdiğimi? Babam sevgilimle aramızda tüten geceden kalma
buharın kokusuyla yüzünü ekşitti, ikimize de hiç bakmadan
konuştu. “Sen nerede okuyorsun evladım?” dedi. “Ben okulu bitirdim, iş arıyorum efendim,” diye cevap verdi benimki. Babam ne iş, der gibi bana bakacak oldu, vazgeçti. Ona
inat kalktım yerimden, sevgilimin kucağına oturdum. İşsiz
birine tutuldum demek için, sizin sandığınız gibi başarılı biri değilim demek için, beni ne sanıyorsanız fena yanılıyorsunuz demek için en uzak atalarına kadar utandırdım onu.
O günden sonra çok küstü, çok uzun sustu babam. Başını
eğdiği yerden kaldırmak için kılımı kıpırdatmadım. Yanına böylece uzanıncaya kadar yüzünü görmedim. Dışarıdaki
kalabalığa, ağıtlara, yalandan günah çıkarmalara, itiraflara,
inkârlara kulak asmadım. Her biri senin yüzünden diye bağırıyordu. Bir kerecik olsun sözünü dinleseydin, af dileseydin, böyle olmasaydın baban ölmezdi. Oysa o dangalakların
anlamadığı bir şey vardı: Ölü bir babayla yan yana olmak sayısız olanak sağlıyordu insana. Misal, kendime içinden baba geçen bir sürü film seti kurdum, bir sürü hikâye uydurdum. Hepsinde ilk defa babamla oynadığım pek tatlı sahneler vardı. Ölmeseydi imkânı yok çekemezdim o filmleri; ölmeseydi bu kadar uzun yaşayamazdım onunla; kucağına kurulduğum adamlara onu bu kadar güzel anlatamaz, her birini böyle harikulade aldatamazdım. Oh olsun bana, oh olsun babama.


Künye
Kesekli Tarla
Figen Şakacı
İletişim Yayınları
1. baskı – Temmuz 2020
163 sayfa


İÇİNDEKİLER
Hep ilk………………………………………………………………………………………….. 9
Taş gibi kadın…………………………………………………………………….. 17
Hal ve gidiş……………………………………………………………………………27
İsmail’in gör dediği!………………………………………………………35
Ben hangi kutunun içinde gizlidir? ……………….41
Aralık…………………………………………………………………………………………..49
Hepsi bu……………………………………………………………………………………59
Sürpriz……………………………………………………………………………………….63
Başkalarının hayatı………………………………………………………69
İki sabun bi ilif…………………………………………………………………..77
Fidan’ın boynu…………………………………………………………………..83
Ağıt sayaç………………………………………………………………………………. 91
Süprem………………………………………………………………………………………95
Bilmediğin şeyler var Şeyda……………………………….101
Sarı…………………………………………………………………………………………….. 107
Suat’ın zekeri…………………………………………………………………….113
Panzehir………………………………………………………………………………….117
Sevgili düşmanım…………………………………………………………121
Korpus kallosum………………………………………………………….. 133
Koku…………………………………………………………………………………………..141
Babaannemin kirli çorapları………………………………145
Ana ekran……………………………………………………………………………..151


Figen Şakacı
1971 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. 1989 yılında gazeteciliğe başladı, çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik, köşe yazarlığı yaptı. Televizyona dizi senaryoları yazdı. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Her Doğum Bir Mucizedir ve Mizah Zekânın Zekâtıdır adlı iki nehir söyleşi kitabı yayımlandı. Üçleme olarak tasarladığı roman serisinin ilk kitabı Bitirgen 2011’de (ilk baskısı Everest Yayınları’ndan), ikincisi Pala Hayriye 2013’te yayımlandı. Üçlemeyi Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? (2017, İletişim Yayınları) kitabıyla tamamladı. Pala Hayriye kitabındaki “Pişti” hikâyesinden uyarladığı “Topuklu Terlik Süt Yapar” tiyatro oyunu Aysa Prodüksiyon tarafından 2017’de, Şogen Film tarafından 2019’da sahnelendi ve aynı isimle kitaplaştırıldı (Mitos Boyut Yayınları).

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here