Kendisi de kömür madenlerine sahip büyük bir işadamının oğlu, Hal Warner, Colorado’nun Kayalık Dağları’nda, kendi deyimiyle “uygulamalı toplumbilim alanında bir yaz kursu” için, adını ve kıyafetini değiştirerek bir “madenci yamağı” olarak çalışmaya başlar ve maden işçilerinin acımasız yaşam ve çalışma koşullarına tanık olur. Dünyanın birçok ülkesinden gelen işçilerin yaşadığı madenci kampında (siyasal görüşleri değil saç renginden dolayı öyle anılan) İrlandalı “Kızıl” Mary ile ve daha birçok insanla tanışır. Başarısızlığa yazgılı bir grevin lideri olarak bulur kendini sonunda.
Zola’nın Germinal’ine benzetilen bu romanını yazmak için, Upton Sinclair 1913-14 yıllarında Colorado kömür madenlerine defalarca giderek gözlemler yaptı. İlk olarak 1917’de basılan Kömür Kralı, aynı yıllarda gerçekten yaşanmış olan ve askerî güç kullanılarak bastırılan büyük grevler dalgasına dayanır. Hal Warner yürekten bağlandığı dostlarından ayrılmak zorunda kalır, ama geri dönecek ve (yazarın ölümünden sonra, 1976’da yayımlanan) Kömür Savaşı romanında, mücadelesine bıraktığı yerden devam edecektir.
“Mary,” dedi yaşlı adam, “Afrika’daki karıncalar hakkında yazılanları hiç okudun mu?”
“Hayır,” dedi Mary.
“Onlardan milyonlarcası uzun sıralar halinde yürürler. Bir çukura geldiklerinde, öndekiler çukurun içine düşerler ve onların üstünden daha başkaları gelip düşerler, sonunda çukuru iyice doldururlar, böylece ötekiler çukurun diğer tarafına geçerler. Biz karıncalarız, Mary.”
Kömür Kralı
Upton Sinclair
Yordam Kitap
Basım Tarihi : Mayıs 2022
Çeviren : Semih Lim
Upton Sınclaır / Hayatı ve Eserleri – Semih Lim
Upton Sinclair (tam adıyla Upton Beall Sinclair Junior*), 20
Eylül 1878’de ABD’nin Maryland eyaletinin Baltimore kentinde
doğdu. Babası o dönemde içki ticareti yapıyor ve alım satımıyla
uğraştığı şeyi haddinden fazla tüketiyordu. Upton Sinclair, otobiyografisinde, babasının alkolizm problemi hakkında şunları
yazar: “Bu durum benim çocuk ruhumda silinmez bir iz bıraktı
ve içki karşıtı olmamın nedeni işte budur.”
Annesiyse, Anglikan Kilisesinden türemiş olan Episkopal Kilisesine bağlıydı ve çay, kahve ve içki içmezdi. On yaşında okula
başlayıncaya kadar oğlunun eğitimiyle bizzat ilgilendi. Küçük
Sinclair beş yaşında okumayı öğrendi ve annesinin kitaplarını
okumaya başladı. Okula kaydedildiği tarihte, kendi ifadesiyle,
“aritmetik dışında her şeyi” biliyordu. İlkokulda sekiz sınıfı (grade) iki yıldan daha kısa bir zamanda bitirdi. Liseye kabul edilmek
için gerekli yaşa ulaşmamış olduğundan, ilkokulun son sınıfını
bir kere daha okumak zorunda kaldı. On dördüncü doğum gününden birkaç gün önce City College of New York adlı liseye girdi. Liseden 1897’de mezun oldu.
Tam bir kitap kurduydu. İki haftalık bir Noel tatilinde,
Shakespeare’in bütün eserlerini ve Milton’un bütün şiirlerini
okudu. Daha sonra, iki yıl devam ettiği Columbia Üniversite-
* Babası Upton Beall Sinclair’den ayırt etmek için, soyadından sonra Junior (Genç)
sözcüğü yer alır; babasının soyadından sonra da Senior (Yaşlı) sözcüğü.
sinde hukuk öğrenimi yaparken, altı hafta içinde kendi kendine
Fransızca öğrenip Musset, Daudet, Hugo, Flaubert, Balzac ve Zola
gibi Fransız yazarlarını baştan sona bitirdi. Ayrıca, yine kendi
çabasıyla, İtalyanca, İspanyolca, Almanca ve Esperanto dillerini
öğrendi. Lise ve üniversite yılları boyunca, ailesinin bozuk mali
durumu nedeniyle, masraflarını çıkarmak için gazete ve dergilere
değişik takma isimlerle yazılar, hikâyeler, romanlar yazdı, hatta
karikatüristlere fikirler sattı. Günde sekiz bin kelime yazıyordu.*
Columbia Üniversitesini bıraktıktan sonra, ticari açıdan başarısız olan ama eleştirmenlerce iyi karşılanan dört roman yazdı:
King Midas** (1901), Prince Hagen (1902), The Journal of Arthur
Stirling (1903), Manassas (1904).
1906’da, ABD et sanayisindeki kötü çalışma ve sağlık şartlarını teşhir eden The Jungle*** romanıyla ün kazanmaya başladı. Kısmen bu kitabın yarattığı toplumsal tepki sonucunda, ABD Kongresi aynı yıl içinde Temiz Gıda ve İlaç Yasası ve Et Denetim Yasası
adıyla bu sektöre yönelik yasal düzenlemeler çıkardı. Sinclair’in
romanda tasvir ettiği sağlık ve hijyen şartları o kadar berbattı ki
bunların açıkça gösterilmesi ABD et ürünlerinin hem yurt içindeki hem de yurt dışındaki satışlarının yarı yarıya azalmasına
neden oldu. Jack London bu kitabı “ücretli köleliğin Tom Amcanın Kulübesi” diye adlandırdı. Harriet Beecher Stowe’un romanı
toplumun dikkatini kölelik sorununa nasıl çektiyse, Sinclair’in
romanı da ABD ekonomisinde işçi sınıfının maruz kaldığı insanlık dışı çalışma şartları hakkında benzer bir uyanış veya bilinçlenme yaratacaktı. Ama sonuç tam olarak böyle olmadı. Kongre-
* Sanat ve edebiyat değeri olmayan bu türden şeyler yazanları anlatmak için kullanılan İngilizce bir deyimle pulp writer veya hack writer olarak tanımlanır o dönemdeki yazarlığı.
** Bu roman ilk olarak Springtime and Harvest adıyla basıldı. Türkçeye çevrilmiştir:
Kral Midas, Bir Aşk Macerası, çev. Ayşegül Akbay Yarpuzlu, Yeryüzü Yayınevi, Ankara, 2004.
*** Bu roman Türkiye’de Şikago Mezbahaları adıyla birkaç defa basılmıştır (çev. Zeyyat
San, May Yayınları, İstanbul, 1968; çev. Belma Özdemir, Yalçın Yayınları, İstanbul,
1991; çev. Kıvanç Güney, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2017).
nin çıkardığı yasal düzenlemeler, daha çok, et üretiminin hijyen
yönünden iyileştirilmesini hedefliyordu. Nitekim, Sinclair bu konuda daha sonra şöyle diyecekti: “Toplumun kalbini hedef aldım,
ama kazayla midesinden vurdum.”
Upton Sinclair, bu romanını yazmak için, Şikago’nun mezbahalarında gerçek kimliğini gizleyerek yedi hafta çalışmıştı. Roman bestseller olunca, kazandığı parayla New Jersey eyaletinin
Englewood kentinde, çeşitli aydınların ve sanatçıların katılımıyla, Helicon Home Colony adlı ütopyacı bir komün, bir ortak yaşam topluluğu kurdu. Bir yıl kadar sonra, 1907’de, kuşku uyandırıcı bir yangın komünün binalarını ve tesislerini yok etti.
The Jungle için yapmış olduğu gibi, 1913-14’te Colorado kömür madenlerine defalarca giderek gözlemler yaptı ve King Coal
(1917, Kömür Kralı) romanını kaleme aldı; ve daha büyük, daha
tarihî nitelikte bir roman olan The Coal War (ölümünden sonra, 1976’da basıldı) üzerinde çalışmaya başladı. The Brass Check
(1919) romanında, ABD basınındaki yozlaşmayı ve tek yanlılığı
kıyasıya eleştirdi. A Captain of Industry (1906) de benzer temaları işler.* Oil! (1927)** adlı romanı Sinclair’in en beğenilen, en çok
okunan eserleri arasında yer alır. 2007 yılında, There Will Be Blood adıyla sinemaya uyarlanmıştır. Paul Thomas Anderson’un yönettiği, başrollerde Daniel-Day Lewis ve Paul Dano’nun oynadığı
bu film sekiz dalda Oscar ödüllerine aday gösterildi ve iki dalda
ödül kazandı. Upton Sinclair’in sinema alanında da çalışmaları
vardır. 1920’lerde birkaç filmin senaryosunu yazdı ve yapımcılığını üstlendi. 1930’da, ikinci karısı Mary Craig ve Charlie Chaplin ile birlikte, Ayzenştayn’ın çekeceği Que viva Mexico! (Yaşasın
* Tespit edebildiğim kadarıyla bu roman Sinclair’in Türkçeye çevrilip basılan ilk eseridir (Sanayi Kralı, Tan Matbaası Yayınevi, İstanbul, 1939). İki cilt halinde basılan
bu eser, Halikarnas Balıkçısı takma adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı tarafından çevrilmiştir. Türkçeye çevrilip basılan ikinci eseri Mammonart (1925) adını taşır. Dünya
sanat tarihini ekonomik determinist bir açıdan inceleyen bu kitabın çevirisini Emin
Türk Eliçin yapmıştır (Altın Zincir, Numune Matbaası, İstanbul, 1940; May Yayınları, İstanbul, 1966).
** Bu roman Petrol adıyla dilimize birkaç defa çevrilip basılmıştır.
Meksika!) adlı filmin yapımına katıldı (Yapımcılar ile yönetmen
arasındaki anlaşmazlık nedeniyle bu film projesi başlangıçta tasarlandığı gibi uygulanamadı).
Boston’da, Bartolomeo Vanzetti ile tanıştı; ondan “hayatımda tanıdığım en bilge ve en kibar insanlardan biri” diye bahsetmiştir. Yordam Edebiyat okuyucularının mutlaka bilecekleri
gibi, Vanzetti –diğer bir İtalyan göçmen olan Nicola Sacco ile
birlikte– aslında işlemediği bir soygun suçundan yargılanarak
idama mahkûm edildi. Upton Sinclair, 1927’de infaz edilen Sacco ve Vanzetti’nin hikâyesini, en güzel romanlarından biri olan
Boston’da anlattı (1928).
Sinclair, yalnızca bir fikir ve sanat adamı değil, aynı zamanda bir eylem ve politika adamıydı. Başta sosyal adalet ve eşitlik
olmak üzere inandığı davaları hem yazdıklarıyla hem de siyasi
faaliyet yoluyla savundu. Bu konuda şöyle demiştir:
Politika ve ekonomide, bu yüzyılın başında Sosyalist hareketi
keşfettiğim günden beri neye inandıysam aynı şeye inanıyorum.
İnançlarıma yüze yakın kitabımda ve risalemde ve sayısız makalemde yer verdim. Kitaplarım kırk dile çevrildi ve milyonlarca
insan tarafından okundu. O milyonlarca insanın kitaplarımda
buldukları, yalnızca bir sosyal adalet savunusu değil, gerçek sosyal adaletin ancak demokratik süreç yoluyla başarılabileceği ve
sürdürülebileceğine dair sarsılmaz bir inanıştır.
Upton Sinclair, 1901-1972 yıllarında faaliyet göstermiş olan
Sosyalist Partinin üyesiydi, fakat 1917’de partiden ayrıldı çünkü ABD’nin Dünya Savaşına girmesini destekliyordu, partiyse
buna karşıydı. Savaşı bitiren barış antlaşmalarının ileride daha
büyük bir felaketin kapısını açtığını gören Sinclair, o kararından pişman olarak partiye geri döndü. Sosyalist Parti listesinden
1920’de Temsilciler Meclisine, 1922’de Senatoya aday oldu ama
seçilemedi (1906 yılında da, aynı partinin adayı olarak Temsilciler Meclisi seçimine katılmıştı). Yine aynı partiden, 1926
ve 1930’da Kaliforniya valiliğine aday oldu (1926’da 46.000 oy,
1930’da 60.000 oy aldı, fakat seçilemedi). 1934’te, bu defa Demokratların adayı olarak Kaliforniya valilik seçimine yine girdi, çok başarılı bir kampanya yürüttü (End Poverty in California
[Kaliforniya’da Yoksulluğa Son] adı verilen bir programla) ve
880.000 kadar oy aldı (tüm oyların yaklaşık yüzde 38’i), fakat
yine kaybetti. Hollywood ve basın patronları bu seçim kampanyasında Sinclair aleyhine son derece ahlaksızca bir savaş açtılar.
Onu “komünist” olarak yaftaladılar, kazanırsa eyaleti “sovyetleştireceğini” iddia ettiler. Sosyalist Parti de, başka bir partiden
aday olduğu gerekçesiyle Sinclair’i ve onu destekleyen üyelerini
ihraç etti. Bunun üzerine Sinclair faal siyasetten çekildi ve yine
edebiyata döndü. 1934’teki valilik seçimi tecrübesi hakkında,
1951’de şöyle yazdı:
Amerikan halkı sosyalizmi kabul edecek, ama onun adını kabul etmek istemiyor. Kaliforniya’da Yoksulluğa Son adlı seçim
kampanyamda bunu kesinlikle kanıtladım. Sosyalistlerin adayı
olarak 60.000 oy almıştım; Kaliforniya’da Yoksulluğa Son sloganıyla yürüttüğüm kampanyada ise 879.000 oy aldım. Öyle
sanıyorum ki düşmanlarımızın Büyük Yalanı yaymakta başarılı
oldukları gerçeğini tanımak zorundayız. Buna cepheden saldırmanın faydası yok, onların yanından geçip yolumuza devam etmek çok daha iyi olur.
Upton Sinclair, 1940-53 arasında, Lanny Budd adlı bir kahramanın etrafında gelişen ve kronolojik bir sırayı takip eden 11
roman yazdı. Amerikalı bir silah imalatçısının oğlu olan Lanny,
olaylara tanıklık etmekle kalmayıp aynı zamanda bunlara sıklıkla
yön veren, dünya liderlerinin (Hitler, Mussolini, Churchill, Roosevelt, Stalin vb.) güvenini kazanıp onların sırlarını paylaşan, her
kültürden ve sosyal sınıftan insanla kolayca yakınlık kurabilen,
birçok yabancı dili konuşan bir karakter olarak, popüler kültürdeki “Çirkin Amerikalı” stereotipinin bir antitezidir âdeta. Sinclair,
bu karakteri, yirminci yüzyılın ilk yarısında ABD ve Avrupa’daki
önemli olayların içine yerleştirir. Lanny Budd romanları, yayımlanmalarından hemen sonra bestseller oldu ve yirmiden çok ülkede çevirileri basıldı.
Serinin üçüncü kitabı olan ve ilk Türkçe çevirisini yaptığım
Dragon’s Teeth (Ejderhanın Dişleri), 1943’te Pulitzer Roman Ödülünü kazandı. Yıllardır baskısı tükenmiş ve neredeyse unutulmuş
olan bu ilginç romanlar 2016’da e-kitap formatında yayımlanmıştır. 1913’ten 1949’a kadar dünya tarihinin en önemli olaylarını
konu alan, 7.364 sayfalık ve aşağı yukarı dört milyon kelimelik
bu edebiyat fenomenini oluşturan 11 romanın başlıkları ve basım
yılları şöyledir: World’s End (1940), Between Two Worlds (1941),
Dragon’s Teeth (1942), Wide is the Gate (1943), Presidential Agent
(1944), Dragon Harvest (1945), A World to Win (1946), Presidential
Mission (1947), One Clear Call (1948), O Shepherd, Speak! (1949),
The Return of Lanny Budd (1953).
Upton Sinclair, fildişi kulesinde yaşayıp giden bir edebiyatçı, Marcel Proust tarzında bir “estet” değil, bir dava insanıydı;
daha doğrusu birçok davayı tutkuyla savunan bir yazardı: temiz ve sağlıklı et ürünleri (kendisi bir vejetaryen olsa da), güçlü
sendikalar, doğum kontrolü,* içki karşıtlığı,** barışçıl ve evrimci
türden bir sosyalizm, dürüst bir basın, ahlaklı ticaret ve sanayi, vejetaryenlik, zihinsel telepati ve ispritizma,*** eğitim reformu
ve yurttaş özgürlükleri… Bu davaları, kitaplarıyla, risaleleriyle,
binlerce konferans ve konuşma yoluyla ve seçim kampanyalarıyla
kitlelere benimsetmek için çalıştı; ama hepsinden daha çok, coşkuyla savunduğu “sosyal adalet” düşüncesini:
Fransa’daki Calais limanını İngiltere’nin elinde tutmayı başaramayan Kraliçe Mary, öldüğünde kalbinin üstünde “Calais”
* Aynı zamanda, evlilik dışı cinselliğe karşıydı ve cinselliği sadece soyun devamı için
gerekli bir şey olarak görürdü.
** Sadece içkiye değil; çay, kahve ve tütüne de sağlık yönünden karşıydı. The Cup of
Fury (1956) ve The Wet Parade (1962) adlı kitaplarında bu konudaki görüşlerini ortaya koyar.
*** Gizemli olgulara karşı özel bir ilgi duyuyordu ve telepati deneyleri yaptı. Mental
Radio (1930) adlı kitabında, karısı Mary’nin telepati deneyimlerini anlattı. Bunun
da etkisiyle, Duke Üniversitesinde Parapsikoloji bölümü kuruldu. İspritizma, Ejderhanın Dişleri romanındaki temalardan biridir.
sözcüğünü yazılı bulacaklarını söylemiş. Ben öldükten sonra
benim kalbimi incelemeye tenezzül edecek bir kimse olur mu
bilmiyorum, ama eğer incelerlerse orada yazılı iki sözcük bulacaklar – “Sosyal Adalet”. Çünkü ben buna inandım ve bunun için
mücadele ettim.
Sinclair’in eserleri dünyanın belli başlı tüm dillerine çevrildi ve milyonlarca satıldı. Hatta yurt dışında en çok tanınan ve
okunan Amerikan yazarlarından biriydi. İlginçtir ki Sovyetler
Birliği’ne karşı hayli eleştirel bir tutum aldığı halde (1938’de basılan Upton Sinclair on the Soviet Union kitabında bunu görebiliyoruz), kitapları orada da basılıyor ve olumlu karşılanıyordu. Ülkemizde de –1939’dan günümüze kadar– bazı kitapları çevrilip
basılmış olan Sinclair, ölümünden birkaç yıl önce, kendi yazarlık
kariyerinin ekonomik yönü hakkında şöyle demiştir:
Hayatım boyunca yaklaşık bir milyon dolar* kazandım ve bunun
hemen hepsini harcadım – inandığım davalar için, yayımlatmak
istediğim kitaplar için ve satılacağını sandığım ama satılmayan
kitaplar için.
Özellikle ilgilendiği konulardan biri de sağlıklı beslenmeydi.
Farklı diyetler ve (sağlık amaçlı) oruç tutma denemeleri yaptı. Bu
konuyu bir diğer bestseller kitabı olan The Fasting Cure (1911) adlı
eserinde işledi. Dönemsel olarak oruç tutmanın sağlık için önemli olduğuna inanıyordu. Esas olarak çiğ sebzeler ve kuru yemişlerden oluşan bir beslenme rejiminden yanaydı. Uzun dönemler
boyunca, tam bir vejetaryen diyeti uyguladı. Hayatının son yıllarında, günde üç öğün, sadece kahverengi pirinç, taze meyveler
ve kereviz (bunların üstüne süt tozu veya tuz serpilerek) ve içecek
olarak ananas suyundan oluşan bir diyeti sürdürdü. Bu sayede,
sağlıklı bir adam olarak yetmişli yaşlarına dek başarıyla tenis oynadığı söylenir. 25 Kasım 1968’de New Jersey eyaletinin Bound Brook kentinde bir huzurevinde hayata veda etti. Kendi hayatını
* 1960’ların ortasındaki bir milyon doların bugünkü değeri 9 milyon dolar civarındadır.
The Autobiography of Upton Sinclair (1962) ve My Lifetime in Letters (1960) kitaplarında anlatmıştır.
Kitaplarımı okuyanlar, her zaman işlediğim bir tema olduğunu
bilirler: sosyal sınıflar arasındaki tezat. Romanlarımda, her iki
dünyadan –hem zenginler dünyası hem de yoksullar dünyasından– karakterler vardır ve olay örgülerim, sizi, birinden diğerine taşıyacak biçimde tasarlanmıştır. Bunu şöyle açıklayabilirim.
Belleğimin izin verdiği kadar geriye gittiğimde, benim hayatım
Sinderella masalındaki gibi bir dizi dönüşümlerden oluşuyordu;
bir gece, ucuz bir pansiyonda, böceklerin kemirdiği bir divanın
üstünde, ertesi gece, son moda bir evde ipek örtüler altında uyurdum. Babamın o haftaki geçimimiz için yeterli parası olup olmadığına bağlıydı her şey.
Aralık 2021
Sunuş
Georg Brandes*
Upton Sinclair, hayatlarını sosyal adalet için ajitasyona adamış ve sanatlarını da belli bir amacın hizmetine koymuş olan az
sayıdaki yazarların arasında yer alır. Büyük ve ödünsüz bir sosyal
adalet taraftarı olarak, fedakârlıklar etmekten asla kaçınmamıştır. Arada sırada yazarlığıyla büyük maddi başarılara ulaşmış,
ama kazandıklarını, her zaman, adaletsizliği engellemek ve insanları daha mutlu kılmak ümidiyle çeşitli girişimlere yatırmış
ve kaybetmiştir. Tekrar tekrar hayal kırıklığına uğramasına rağmen, ne inancını ne de yeniden başlama cesaretini asla yitirmemiştir.
İnanmış bir sosyalist ve revaçta olmayan doktrinlerin ateşli bir savunucusu olarak, aksi takdirde halkın gözünden saklanacak toplumsal şartları teşhir eden bir yazar olarak, ülkesinin
gazeteleri onun genellikle aleyhinde yer almışlardır. Her zaman
yoksul bir insan olduğu halde, birçok basım yapılması ve popülerlik kazanılması için elzem olan imtiyazları yayıncılara vermeye hiçbir zaman istekli olmadığı halde, kötü niyetle, radikalliği
sözde kalan bir yazar ve sosyalist bir milyoner olarak tasvir edilmiştir. Birkaç kere yayıncısını değiştirmek zorunda kalmıştır; bu
da onun maddi kazanç peşinde olmadığının bir delilidir.
Upton Sinclair, çağımızın sempatik bir ilgiye en çok layık yazarlarından biridir. ABD’ye özgü o gayet koşullu özgürlük türüne
söylenen ilahilere katılmak yoluyla değil, bunu gerçek özgürlü-
* 1842-1927 yıllarında yaşamış, 1870’ten 20. yüzyılın ilk yıllarına değin İskandinav
edebiyat dünyasında olağanüstü etkisi olan Danimarkalı eleştirmen. (AnaBritannica)
ğün iksiriyle, insanlığın özgürlüğüyle, aşılama yönünde ajitasyon
yapmak yoluyla, bir Amerikalı olarak yurtseverliğini gösterir.
Serinkanlı ve eğlendirici bir biçimde, şeylerin var oldukları gibi
tasviriyle sınırlamaz kendini. Yurttaşlarının onuru ve dostluğuna seslenişlerinde, onların gözlerini, yüz binlerce ücretli kölenin
korkunç hayat şartlarına açar. Onun hedefi, doğal olmayan bu
şartları iyileştirmek, en yoksullar için bir ışık ve mutluluk parlayışı sunmak, onların bile ferah bir hayat duygusunu ve adaletin
onlar için de mümkün olduğunu bilmenin tesellisini tatmalarını
sağlamaktır.
Upton Sinclair, bu defa, Kayalık Dağlar’ın ücra maden ocaklarındaki madencinin hayatını incelemeye vermiştir kendini ve
onun duyarlı ve coşkulu kafası, dünyaya, Zola’nın teknik başyapıtı Germinal’in bir Amerikan paralelini getirmiş bulunuyor.
Ancak, bu kitapta anlatılan koşullar çok farklıdır. Zola’nın işçilerinin hepsi Fransa’nın yerli halkıyken, Sinclair’in kitabında,
Babil Kulesi’ndeki gibi değişik diller konuşan ve bu yüzden, Anonim Şirketin sömürüsüne karşı kendilerini korumak için örgütlenemeyen, envaiçeşit Avrupalı göçmenlerle karşılaşırız. Şirket,
ücretli kölelerin birleşik eylemi önündeki bu doğal engele rağmen,
kendini rahat hissetmez ve onları örgütleme yönünde herhangi
bir girişime karşı kendi çıkarlarını kıskançlıkla muhafaza eder.
Ezilenlere büyük sempati duyan ve onlara yardım etmek için
onların şartlarını ilk elden tanımayı çok isteyen, üst sınıftan bir
genç Amerikalı [Hal Warner] uydurma bir isimle ve işçi kıyafetleri giyerek, bir madende çalışmaya karar verir. İş bulmak için
denediği alışılmamış tarzı kuşku uyandırır. Maden işçilerini
sömürenlere karşı onları örgütlemek için gönderilen profesyonel bir grev lideri olduğu sanılır ve işe alınmadığı gibi insafsızca
dövülür de. Nihayet içeriye girmeyi başardığında, siyah kömürü
çıkaranların nasıl utanmazca ve insanlık dışı bir biçimde sömürülmekte olduklarını artan bir öfkeyle keşfeder.
Bunlar kitabın ana motifleridir, fakat yazarın şairce tavrı hakkında ancak belli belirsiz bir fikir veriyorlar. Bu şairce tavır, en
güzel şekilde, Hal’ın Kızıl Mary adında İrlandalı genç bir kızla
ilişkisinde görülür. Kız yoksuldur, gündelik hayatı zorlu ve neşesizdir, ama yine de onun harikulade zarafeti kitabın en belirgin
özellikleri arasında yer alır. Mary’ye dair ilk izlenim, küçük çocukları şefkatle seven bir Kelt Madonnası izlenimidir. Zamanla,
işçinin hakkı uğruna mücadeleye daima hazır bir işçi sınıfı Valkyrie’sine* dönüşür.
Kitabın son bölümleri, madencilerin Şirkete karşı isyanının
bir tasvirini verir. Madenciler, çıkarılan kömürün tartılmasını
denetlemek için bir temsilci seçme hakkı üzerinde ve patlama tehlikesine karşı maden ocaklarının düzenli olarak nemlendirilmesi
üzerinde ısrar ederler. Ayrıca, gıda maddelerini ve kap kacaklarını, istedikleri yerden, hatta Şirkete ait olmayan dükkânlardan
bile satın almakta özgür olmayı talep ederler.
Bir eklentide, Sinclair eserine temel aldığı gerçekleri açıklıyor.
O eklenti olmadan bile, tasvir ettiği toplumsal koşulların gerçek
hayata uygun olduğuna inanmamak elde değildir. Esas nokta şudur ki Sinclair, kölelik ve haksızlığın ve krallıklardaki diğer kötülükler ve suçların cumhuriyetlerden çıkarılıp atılmış oldukları
yolundaki basmakalıp sözlerin onu etkilemesine izin vermemiştir; en büyük çağdaş para iktidarının nasıl da kusurlu bir zemin
üzerine inşa edilmiş olduğunu içtenlikle göstermektedir. Bu iktidarın temeli, granit değil, madenlerdir. Bu iktidar gün ışığında
yaşıyor ve soluk alıp veriyorsa, karanlıkta zahmet çeken binlerce
bahtsız sayesinde yapıyor bunu. Mağrur bir hürriyet içinde yaşıyor ve varlığını sürdürüyorsa, bu hürriyetin bedelini kendi esaretleriyle ödeyen, bunun için köleler gibi çalışan binlerce insan
sayesinde öyle yaşayabiliyor.
Bu heyecan verici romanı okuyanın aldığı izlenim işte budur.
* Valkyrie: İskandinav mitolojisinde, savaş meydanında can veren kahramanların
ruhlarını cennete (Valhalla’ya) götüren genç kızlar.