Korkunun Bütün Sesleri

Korkunun Bütün Sesleri, bilimkurgu edebiyatının önde gelen isimlerinden seçtiğimiz öyküleri bir araya getiriyor; Asimov ve Heinlein gibi klasiklerle Bradbury, Ballard, Vonnegut ve Ellison gibi yenilikçilerin en güzel öykülerini.

Bilimkurgu uzun bir süre edebiyat sayılmamış, “edebiyat-altı” bir tür olarak görülmüştür. Ancak bu öykülerle görüyoruz ki, bu yüzyılın teknolojik gelişmelerinden esinlenen bilimkurgu, yine aynı yüzyılın sınırlılığını aşma yolunda sürekli bir çabayı simgeliyor; bilginin niteliğini, bilim ve doğa, siyaset ve bilgi ilişkisini ve bilginin denetimini sorguluyor. Edebiyat da böyle bir çaba değil midir? Yaşadığımız zaman ve mekânın sınırlarının ötesine gitme arzusu, sınırların ötesini bilme isteği değil midir?

OKUMA PARÇASI
Sedef Öztürk, Levent Mollamustafaoğlu, “Sunuş”, s. 5-9
Bilimkurgu, tanımlamada karışıklıklara yol açan bir kavram ve edebiyat alanı. Hatta uzun süre bir edebiyat türü bile sayılmayarak dikkate alınmamış, meraklıların oluşturduğu dünyayla sınırlı kalmış “edebiyat-altı” bir biçim.

Bilimkurgunun ayırt edici özellikleri nelerdir?

Fantazi, yani olağanüstü ve doğaüstü öğeleri içeren yazı türü ile bilimkurguyu ayırt eden öğeyi Kingsley Amis’in şu tarifi çok iyi anlatıyor:

“Bilimkurgu bilim ve teknolojideki ya da sözde-bilim ve sözde-teknolojideki bazı yeniliklerden türetilmiş bir anlatı tarzıdır” (New Maps of Hell, 1961).

Bilimkurgu çözümlemeleriyle tanınan Patrick Parrinder da bilimkurguyu “evrenin bilinen ya da varsayılan yasalarına dayanılarak yapılan ussal açıklamalar”ı kapsayan edebiyat türü olarak betimliyor.

Kısacası bilimkurgu, bilim ve teknolojiyle, gelecekle ve en önemlisi yeniliklerle ilgileniyor.

Bilimkurgu üzerine yapılmış bir çok araştırmada ya da seçkilerin giriş bölümlerinde kısaca tarih anlatılırken, bu edebiyat türünün geçmişinin aslında yüzyıllar öncesine uzandığından söz edilir. Voltaire’in Micromégas’ı, Swift’in Gulliver’in Seyahatleri, Mary Shelley’in Frankenstein’ı çağımızdan çok önce yazarların “başka dünyalar”ın düşünü kurduğunun kanıtlarıdır. Gerçekten de ütopyalar, yani bilinmeyen yerlerde kurulan güzel dünyalar ile çağımızda gelişen bilimkurgu arasında önemli bir bağ, neredeyse bir göbek bağı vardır.

Ütopyacı öyküler ister var olan toplumu eleştirmek amacıyla “hiciv” türünde, ister mükemmel bir dünya olasılığını göstermek amacıyla yazılsın, toplumsal ya da ahlaki açıdan mükemmel toplumları anlatırlar. Bilimkurgu öykülerinin bir çoğu da benzer şekilde bazen bugünün koşullarının varacağı nokta ve tehlikelere işaret eder, bazen de “başka dünyalar”ı anlatır. Ancak tarza egemen olan yaklaşım, toplumsal ve ahlaki değişimler, yani “yeni bir yaşam”ın araştırılmasından çok, “yeni bir doğa”nın gözden geçirilmesidir. Gerçekten bilimkurgu, teknolojik ve bilimsel gelişmelerin doğayı ve doğayla ilişkimizi nasıl değiştireceği ile çok uğraşmış ama birbirimizle ilişkilerimiz konusundaki ilginç ya da özgün öngörülerde çok sınırlı kalmıştır.

Kesin olan bir nokta bilimkurgunun “teknoloji çağı”, yani 20. yüzyılın teknolojik gelişmeleriyle beslenen bir tür olduğu. Üstelik yalnızca teknoloji değil, teknolojiyle birlikte gelişen “bilimci ideoloji” de bilimkurgu yazarlarını etkisi altına almış, yazarlar da kendi paylarına bu ideolojinin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır.

1930’larda Bilimkurgunun Altın Çağı sayılan dönemde isim yapan birçok yazar, örneğin Robert Heinlein, Isaac Asimov ve Arthur Clarke, bireyde odaklanarak bilimi yücelten ve tek başına dönüştürücü misyon yükleyen bir yaklaşımı benimsediler; ideolojik olarak sağ ve tutucu bir çizgide serbest rekabet sisteminin mükemmel savunucuları oldular. Gelecek üzerine düşünceleri, yeni makinelerle sınırlı kaldı; bu makineleri kullananlara ilişkin yeni hiçbir şey söylemedikleri gibi, eskiyi şiddetle korudular. Kahramanları, Haçlı seferine çıkmış şövalyeler devrinde kalmış kişilerdi. Heinlein’ın Revolt in 2010 (2010 Yılında İsyan) romanındaki diktatöre karşı (diktatörün rahibelerden oluşan bir haremi, inanılmaz gelişkin silahları, beyin yıkama makineleri vardır) kahramanımızın mücadelesi buna mükemmel bir örnek.

Bu dönemin bilimkurgu öykülerinde dünyalılar başka dünyaları ele geçirerek devasa imparatorluklar kuruyor, girdikleri savaşlarda hep üstün geliyor ve galaksinin en akıllı yaratıkları oluyorlardı. Kısacası Anglosakson dünya için emperyalizm apolojisi yapılıyordu. (İlk akla gelen örnekler arasında bilimkurgu dergiciliğinin ünlü isimlerinden John W. Campbell’in Aesir, Who Goes There’i, Poul Anderson’un Orphans of the Sky’ı, Asimov’un The Foundation’ı (Vakıf) sayılabilir.)

1950’lerde Soğuk Savaş dönemiyle birlikte bilimkurgudaki iyimserlik ve yayılmacılık yerini “distopya” olarak tanımlanan öykü türüne bıraktı (bilinmeyen yerde var olan veya kurulan kötü dünyalar). Bu döneme kadar egemen olan ve bilime sonsuz güven besleyen bakış, bilimin ve uygulayıcısı olan seçkinler kavramının sorgulanmasıyla darbe yedi. Ardından bilim karşıtı yaklaşımlar (ki bunlar bilimin artık bir iktidar aracı olduğunu söylüyorlardı) ile nükleer savaş tehlikesi ve olası bir atom savaşı sonrası dünyayı ele alan öyküler yaygınlaştı. Bu dönem gerçek bir hoşnutsuzluk ve bunaltı dönemiydi. Örnek olarak Robert Sheckley’in The Store of the Worlds’unu (Dünyalar Dükkânı), İngiliz yazar John Wyndham’ın Türkçe’ye de çevrilen Krizalitler ve Triffidler’in Günü’nü sayabiliriz.

Nitekim eski parlak yazarlardan bir kısmı tarzı bu dönemde terk etti, kalanlar da Yeni Dalga denen akımın etkisine girdi. Bu isim Fransa’da yeni gelişen sinema akımı “Yeni Dalga”dan esinlenerek verilmişti. Yazarların, tıpkı Yeni Dalga sinemacıları gibi muhalif ve toplumsal sorunlarla ve politikayla daha ilgili olmaları, öykülerde ağırlığı doğa bilimlerinden sosyal ve biyolojik bilimlere kaydırdı. Kingsley Amis gibi bilimkurgu incelemecileri bu dönemden itibaren artık bilimkurgu terimi yerine “Spekülatif Kurgu” teriminin kullanılması gerektiğini söylüyorlar ama bunu da bilimi yalnızca fizik bilimlerle sınırlayan, toplumsal ve politik söylemi dışlayan bir bakışın ifadesi olduğu için kuşkuyla karşılamak gerekir.

Sosyal bilimlerin de yazarların ilgi alanına girmesiyle bilimkurgunun kapsamı genişledi. Artık 40 yıllık geçmişi ve geniş okur kitlesi olan bir tür olarak bilimkurgu “ciddi” okurlar arasında da kabul görmeye, hatta üniversitelerde okutulmaya başladı. Bilimkurguya “meşruiyet”in avantajlarını sağlayan bu durum, öte yandan türün eski ayırt edici özelliklerini yitirmesine yol açtı. Yazarlar artık yalnızca “anti-madde kondansatörü” ile uğraşmıyorlar, edebi niteliği yüksek yapıtlar ortaya koymaya çalışıyorlardı. Bu yıllarda kadınların da bilimkurgu yazmaya başlamasıyla feminizmin etkileri hissedilmeye başladı. Var olan toplumun cinsiyetçi yapısı da sorgulanır oldu (örnek olarak Marge Piercy, Joanna Russ, Racoona Sheldon, Ursula K. Le Guin sayılabilir).

Ciddi okur, yazar ve eleştirmenlerce uzun süre “edebiyat-altı” bir tür olarak görülmesine karşın, bilimkurgu bütün çeşitliliği ve gelişen eğilimleriyle bilim, bilim-doğa, siyaset-bilgi üretimi ilişkisi, bilimin toplumsal denetimi gibi konuları, başka dünyalar, uzay, robotlar vb. den oluşan sibernetik bir dünyada ele alan bir çerçeve sundu.

Bu anlamda, bir “kaçış edebiyatı” olarak eleştirilmesine neden olan ürünlerin (uzayda geçen aşk, macera, kovboy, gangster öyküleri vb.) yanı sıra, sayısı daha az da olsa insanlar ve dünyanın geleceği ile ilgilenen yapıtlar üretildi.

Bilimkurgu kısa öykü türü ile çok uyuşan bir edebiyat türü. Kahramanları özgün karakterler olmaktan çok, belli tiplemelerden oluşan ve öyküsü genellikle tek ve parlak bir fikir, bilgi, bulgu vb. çevresinde dönen bilimkurgu için kısa öykü biçilmiş kaftandı. Giderek roman ve uzun öykü türünde de önemli yapıtlar verildi.

Bilimkurgu yazarlarının çoğunun Anglosakson kültürünün sözcüleri olmasında, hiç kuşkusuz bu türün beslendiği teknolojik gelişme ve bilimci ideolojinin öncülüğünü Amerika’nın yapması rol oynamıştır. SSCB’de, Macaristan’da, Polonya’da ve Çekoslovakya’da (Robot sözcüğünün bir Çek Bilim Kurgu yazarı olan Karel Capek tarafından yaratıldığını anımsayalım) 1920’lerden bu yana bilimkurgu yazılmakla birlikte, diğer ülke yazarları Amerikalılar ve İngilizler’in dil avantajına ve okur kitlesine sahip olmadıklarından seslerini duyuramadılar. Avrupalı bilimkurgu yazarları görece yakın zamanda çeviri seçkileri sayesinde okuyuculara ulaşabildiler. (İngilizce yazan ve bilimkurgunun son dönemdeki en yetkin siması kabul edilen Stanislaw Lem’i ayrı değerlendirmek gerekir.)

Türkiye’de bilimkurgu, bilime olan ilginin azlığına paralel olarak, pek ilgi görmemiştir. Sanayi toplumuna geçişi yeni yeni yaşayan, çok uzun süredir önemli bir savaş yaşamamış ?dolayısıyla da savaşın yıkımından etkilenmemiş? Türkiye’de bilimkurgu yalnızca yüzeysel olarak izlenen ve özellikle sinema aracılığıyla biraz ilgi duyulan bir konu olmuştur.

1970’lerde çeviri yayınların artmasıyla bir canlanma görülen bilimkurgu alanında Orhan Duru’nun ve Selma Mine’nin öyküleri ve çeşitli yazarların daha çok fantazi olarak adlandırılabilecek yapıtları dışında özgün yapıt yok denecek kadar azdır.

1970’lerin sonlarında Antares, X-Bilinmeyen gibi yarı-profesyonel dergiler bilimkurguyu yaygınlaştırma yolunda önemli çabalar vermişlerdir. Özgün bilimkurgu öykülerine yönelik yarışmalar, önemli yazarlardan çeviriler özellikle X-Bilinmeyen’in belli bir düzeyin üstüne çıkmasını sağlamış, ama bu çabalar fazla uzun sürmemiştir.

Bugün Türkiye’de bilimkurgu, Asimov romanlarının çevirileri ve arada bir vizyona giren filmlerle sürebilmektedir.

Geçerken bilimkurgunun sinemadaki örneklerine de değinmek anlamlı olacak. Yıldız Savaşları’nın son yılların en çok gişe yapan filmlerinden olduğu göz önüne alınarak ilginin yüksek olduğu sonucuna varmak mümkün. Televizyonda da pazar sabahının Walt Disney çizgi filmleri yerlerini “gotik” uzay fantazilerine bırakıyor. İngiliz dilinde “uzay operası” olarak tanımlanan bu filmler “gerçek” bilimkurgucuların ilgisini çekmiyor ve daha çok bilimkurgunun ilk yıllarında dergilerde yayınlanan öykülere benziyor. Bunlar bildiğimiz macera öykülerinin uzay mekânına aktarılmışından başka bir şey değil. 2001 Uzay Macerası ya da Alien, New York 1999, Terminator gibi filmler ne yazık ki az. Yelpazenin öteki ucunda Tarkovski’nin Solaris ve Stalker gibi bilimkurgu olarak tanıtılan ve felsefi boyutun bilimkurgusal öyküyü tamamen yuttuğu örnekler var.

Bu yazıda bilimkurguyu irdelemeyi değil, eğilimlerine ve tarihsel gelişimine değinmeyi amaçladık. Elinizde yedi öyküden oluşan bir seçki var. Bütün seçkiler gibi bu da seçenlerin öznel beğenilerini yansıtıyor. Bilimkurgunun kötümser, “sinik” ve okurunu rahatsız etmeyi hedefleyen örneklerini seven okurlar oluşumuz, seçkimize de yansıdı. Bilimkurgunun bu yazının en başında alıntıladığımız tanımına pek uymayan edebiyat örneklerine de yer ayırdık. Bu haliyle bu seçki belli bir tarihsel çizgi izlemekten çok, oldukça geniş bir yelpazeyi kapsama amacıyla hazırlandı. Isaac Asimov, Robert Heinlein gibi klasik bilimkurgucuların yanında J.G. Ballard, Harlan Ellison, Ray Bradbury, Kurt Vonnegut Jr. gibi yenilikçilere yer verdik. Anglosakson dünyanın dışında yer alan en önemli yazar Stanislaw Lem’i de almadan edemedik. Beğeneceğinizi umuyoruz.

Şimdi, girelim bilimkurgunun aykırı, gizemli dünyasına…

Ray Bradbury, “Gülümseme”, s. 23-28, çev. Levent Mollamustafaoğlu
Kasaba meydanında kuyruk, sabahın beşinde, horozlar uzakta, kırağıyla örtülü çayırlarda ötmeye başladığı sırada, henüz hiçbir yerde ocaklar tütmeye başlamadan oluşmuştu. Dört bir yanda, harap yapıların aralarında yer yer hafif sis bulutları asılıydı önceleri, ama şimdi, saat yedide, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte sis yavaş yavaş dağılıyordu. Yolun aşağısında bir sürü insan, ikili üçlü gruplar halinde pazar için, festival günü için toplanmaya başlamıştı.

Küçük çocuk, berrak havada yüksek sesle konuşmakta olan iki adamın hemen arkasında duruyordu; adamların çıkardıkları bütün sesler soğuk nedeniyle iki kat güçlü duyuluyordu. Küçük çocuk ayaklarını yere vurdu, soğuktan kızarmış, çatlamış ellerini nefesiyle ısıtmaya çalıştı; sonra başını kaldırıp adamların toza toprağa bulanmış, çuval gibi giysilerine, önündeki erkekli kadınlı uzun kuyruğa baktı.

“Hey, küçük, bu saatte dışarda ne arıyorsun sen?” dedi arkasındaki adam.

“Kuyrukta yer kaptım işte,” dedi çocuk.

“Hadi sen çek git de yerini bu işten anlayan birine bırak, olmaz mı?”

“Çocuğu rahat bırak,” dedi öndeki adam, birden geriye doğru dönerek.

“Şaka yapıyordum.” Arkadaki adam elini çocuğun başına koydu. Çocuk, soğuk bir tavırla kafasını sallayarak kurtuldu onun elinden. “Bir çocuğun bu kadar erken bir saatte kalkması bana garip geldi de.”

“Bu çocuk bir sanatsever, bilmiş ol,” dedi çocuğun koruyucusu; adı Grigsby’ydi. “Adın ne senin, evlat?”

“Tom.”

“Bizim Tom tükrüğünü tam yerine savuracak, değil mi Tom?”

“Elbette öyle!”

Kuyrukta bir gülüşme oldu.

İleride bir adam çatlak fincanlarda kahve satıyordu. Tom bakınca küçük, kızgın ateşi ve paslı bir kapta kaynayan kahveyi gördü. Gerçek kahve değildi bu. Kasabanın dışındaki çayırlıklarda yetişen bir tür böğürtlenden yapılıyordu; içlerini ısıtmak için satın aldıkları bir fincan kahve bir peniydi; ama çoğu almıyordu, çoğunun alacak parası yoktu.

Tom ön tarafa, kuyruğun başladığı yere, bombalanıp yıkılmış bir taş duvarın ötesine baktı.

“Gülümsüyormuş, öyle diyorlar,” dedi çocuk.

“Ya, gülümsüyor,” dedi Grigsby.

“Yağlıboya ve tuvalden yapıldığını söylüyorlar.”

“Doğru. İşte bu da bana onun özgün olmadığını düşündürüyor. Duyduğuma göre aslı, çok uzun bir süre önce, tahta üzerine boyanarak yapılmış.”

“Dört yüz yıllık olduğunu söylüyorlar.”

“Belki daha da eski. Kimse tam yılını bilmiyor, orası kesin.”

“2061 yılındayız!”

“Bu, onların söylediği, evlat, evet. Yalancılar! 3000 ya da 5000 yılı da olabilir; bir süre her şey çok karışıkmış oralarda. Şimdi elimizde birkaç kırık dökük şey kaldı.”

Sokağın soğuk taşları üzerinde ayaklarını sürüye sürüye ilerliyorlardı.

Tom, “Onu görmek için daha ne kadar bekleyeceğiz?” diye sordu huzursuz bir havayla.

“Yalnızca birkaç dakika daha. İnsanlar yaklaşmasın diye onu dört pirinç direğin ortasına koyup kadife iplerle çevrelemişler, müthiş havalı. Unutma Tom, taş yok; ona taş atılmasına izin vermiyorlar.”

“Peki efendim.”

Güneş iyice yükselmişti; havanın ısınmasıyla adamlar eski püskü ceketlerini, yağlı şapkalarını çıkarmışlardı.

“Niye hepimiz böyle kuyrukta bekliyoruz?” diye sordu Tom en sonunda. “Niye bekliyoruz tükürmek için burada?”

Grigsby dönüp bakmadı ona; güneşi tartmakla meşguldü.

“Bak Tom, bir sürü neden var.” Dalgın bir havayla, artık olmayan cebine, bulunmayan sigarasına el attı. Tom bu hareketi milyonlarca kez görmüştü. “Tom, bunun nedeni nefret. Geçmişteki her şeye karşı duyulan nefret. Sorarım sana Tom, nasıl oldu da böyle bir duruma düştük biz; şehirler yıkıntı halinde, yollar bombalardan delik deşik, mısır tarlalarının yarısı geceleri radyasyonla parlıyor. Berbat bir durum değil mi bu, söylesene?”

“Evet efendim, sanırım öyle.”

“Evet öyle, Tom. Seni tamamen çökerten, harap eden şeyden nefret edersin. İnsanın doğasıdır bu. Düşünmeden yapar belki, ama gene de insanın doğasıdır.”

“Nefret etmediğimiz hiç kimse ya da hiçbir şey yok.”

“Doğru! Geçmişte dünyayı yöneten Allahın cezası kişilerin harika marifeti. Şimdi bak şu halimize, bir perşembe sabahı; bir deri bir kemik kalmışız, üşüyoruz, mağaralarda, inlerde yaşıyoruz, sigara yok, içki yok, festival yapmaktan, festivallerimizden başka işimiz kalmamış, Tom.”

Tom son yıllardaki festivalleri düşündü. Bütün kitapları alana dökerek yırtıp yaktıkları, sonra herkesin sarhoş olup gülüp eğlendiği yılı. Sonra bilim festivalini düşündü; son motorlu arabayı getirip kura çektikleri, şanslıların çekiçle arabayı parçalama hakkı kazandığı festivali.

“Hiç anımsamaz olur muyum onu, Tom? Hem de nasıl anımsıyorum! Ön camı ben kırmıştım, biliyor musun, ön camı? Tanrım, ne güzel bir ses çıkmıştı! Şangır!” Tom, yere düşüp tuzla buz olan camların sesini duyar gibi oluyordu.

“Bill Henderson’a da motoru parçalamak çıkmıştı. Çok iyi becermişti doğrusu, tam ortasına. Güm!”

Ama Grigsby’ye göre hepsinden iyisi, hâlâ uçak yapmaya çalışan fabrikayı parçaladıkları zamandı.

“Tanrım, onu parçalarken kendimizi ne kadar da iyi hissetmiştik!” dedi Grigsby. “Sonra da o gazete matbaasını ve silah deposunu bulmuş, ikisini birlikte havaya uçurmuştuk. Anlıyor musun bunları sen, Tom?”

Tom’un aklı karışmıştı. “Sanırım.”

Tam öğle vaktiydi. Şimdi harap kentin kokuları havada asılı kalıyor, yıkılmış yapılar arasında bir şeyler sürünerek ilerliyordu.

“Bir daha geri gelmeyecek mi, bayım?”

“Ne, uygarlık mı? Kimse istemiyor ki onu. Ben de!”

“Ben birazına katlanabilirdim,” dedi arkalardan biri. “Birkaç güzel yanı vardı.”

“Kafanızı yormayın,” diye bağırdı Grigsby. “O güzelliklere de yer yok artık.”

“Ah!” dedi arkadaki adam. “Bir gün hayal gücü olan biri çıkıp gelecek, yeniden toparlayacak onu. Bu sözümü unutmayın. Yürekli biri.”

“Hayır,” dedi Grigsby.

“Ben evet diyorum. Güzel şeyleri seven biri. Bize kısıtlı bir uygarlığı geri verebilir; huzur içinde yaşamamızı sağlayacak kadarını.”

“Göz açıp kapamadan savaş başlayacaktır!”

“Ama gelecek sefere her şey farklı olur belki.”

En sonunda ana meydana geldiler. Uzaklardan bir atlı kasabaya doğru hızla at sürüyordu. Elinde bir kâğıt vardı. Meydanın ortasında, iplerle çevrilip ayrılmış bir yer hazırlanmıştı. Tom, Grigsby ve diğerleri tükürüklerini biriktiriyor, ilerliyorlardı ? hazır, gözler açık, ileri. Tom yüreğinin heyecandan hızlı hızlı attığını duydu; çıplak ayaklarının altında toprak sıcacıktı.

“Haydi Tom, tükür!”

Dört polis, iple çevrilmiş alanın dört köşesinde duruyorlardı; bileklerinde otorite simgesi olan sarı kordonlar vardı. Taş atılmasını önlemek için oradaydılar.

Grigsby son anda, “Böylelikle,” dedi, “herkes onu aşağılama şansını kullandığını hissetmiş oluyor Tom, anlıyor musun? Haydi, tükür şimdi!”

Tom önünde durup uzun uzun seyretti tabloyu.

“Tom, tükürsene!”

Tom’un ağzı kupkuruydu.

“Haydi Tom! Kımılda!”

“Ama,” dedi Tom alçak sesle, “çok GÜZEL!”

“Öyleyse, senin yerine ben tüküreyim!” Grigsby tükürdü; tükrüğü gün ışığında mermi gibi parlayarak savruldu. Portredeki kadın öylece durmuş, Tom’a gizlice, sükûnetle gülümsüyordu; Tom da ona baktı, yüreği çarpıyor, kulaklarında bir müzik çınlıyordu.

“Çok güzel,” dedi.

Kuyrukta ses kesildi. Bir saniye önce, yürümediği için Tom’u azarlıyorlardı; şimdiyse dikkatleri at sırtındaki adama çevrilmişti.

Tom yavaşça, “Ona ne diyorlar, efendim?” dedi.

“Resme mi? Mona Lisa diyorlar sanırım Tom, Mona Lisa.”

“Bir duyurum var,” dedi atlı adam. “Yetkililer, bugün öğleden itibaren, alandaki portrenin parçalanmak üzere halka verilmesine?”

Tom daha bağırmaya vakit bile bulamadan kalabalık onu ezerek, bağrışa çığrışa portreye saldırdı. Cart diye bir yırtılma sesi duyuldu. Polisler kaçıştılar. Kalabalık çığlık çığlığa bağırıyordu; elleri yırtıcı kuş pençeleri gibi portreyi didikliyordu. Tom neredeyse parçalanmış tablonun içine doğru itildiğini hissetti. Bilmeden diğerlerini taklit ederek elini rasgele uzattı, yağlı tuvalin bir parçasını kaptı, çekti, koptuğunu duydu, sonra yere düştü, itilerek, kalabalığın dışına atıldı. Bir yerleri kanamış, giysileri yırtılmıştı; yaşlı kadınların tuvalin parçalarını çiğnediğini, adamların çerçeveyi parçaladığını, lime lime olan tuvalden konfeti yaptıklarını gördü.

İnsanla çalkalanan alanda yalnızca Tom bir kenara çekilmiş, öylece sessiz duruyordu. Eline baktı. Göğsüne bastırdığı bez parçasını sımsıkı tutuyor, saklıyordu.

“Hey, Tom!” diye seslendi Grigsby.

Tom hiçbir şey söylemeden, hıçkırarak kaçtı. Bombalarla delik deşik edilmiş yoldan aşağıya, bir tarlanın içinden, sığ bir dereden geçerek, hiç geriye bakmadan, eli giysisinin altında sımsıkı yumruk olmuş, koşarak uzaklaştı.

Güneş batarken küçük köye geldi, yürümeye devam ederek öbür ucuna ulaştı. Saat dokuzda yıkık çiftlik evine gelmişti. Hâlâ yıkılmadan ayakta duran tek yer olan arka taraftaki üstü bezle örtülü siloda ailesinin ?annesi, babası ve erkek kardeşinin? uyurken çıkardığı sesleri duydu. Yavaşça küçük kapıdan içeriye süzülerek soluk soluğa yerine yattı.

“Tom?” diye seslendi annesi karanlıkta.

“Evet.”

“Neredeydin?” diye bağırdı babası. “Sabah dayak yiyeceksin.”

Biri onu tekmeledi. Küçücük topraklarında çalışmak için evde kalan, kendisiyle gelemeyen kardeşiydi bu.

“Hadi uyu,” dedi annesi, yavaş bir sesle.

Bir tekme daha.

Tom yatarak soluğunu yatıştırdı. Her yer sessizdi. Eli göğsünün üstünde sımsıkı, sımsıkı kenetlenmişti. Bu durumda, gözleri kapalı, yarım saat öylece yattı.

Sonra bir şey hissetti; soğuk, beyaz bir ışıktı bu. Ay çok yükselmişti; küçük ışık yuvarlağı, silonun içine kayarak yavaşça Tom’un bedeninin üzerine düştü. İşte o zaman, ancak o zaman gevşedi eli. Yavaşça, dikkatlice, etrafında uyuyanları dinleyerek elini göğsünden ayırdı. Durakladı, nefesini tuttu, sonra bekledi, elini açarak küçük tuval parçasını düzeltti.

Ay ışığında bütün dünya uykudaydı.

Ve Gülümseme orada, elinin üstünde duruyordu.

Geceyarısı karanlık gökyüzünden gelen beyaz aydınlıkta ona baktı Tom. Sonra, kendi kendine, sessizce, Gülümseme, o güzelim Gülümseme, diye düşündü.

Bir saat sonra, dikkatle katlayıp sakladıktan sonra bile hâlâ görebiliyordu onu. Gözlerini kapattı; ama Gülümseme karanlıkta, orada duruyordu. Tom uyuduktan, dünya sessizliğe gömüldükten sonra ay, soğuk gökyüzünde önce yukarıya, sonra aşağıya kayarak sabaha doğru ilerlerken Gülümseme tüm sıcaklığı ve yumuşaklığıyla oradaydı hâlâ.

Kitabın Künyesi
Korkunun Bütün Sesleri
Yazarlar
Ray Bradbury,
Harlan Ellison,
James G. Ballard,
Kurt Vonnegut Jr.,
Stanislaw Lem,
Rober A. Heinlein,
Isaac Asimov,
Metis Yaynları

Derleyen ve çeviren: Sedef Öztürk, Levent Mollamustafaoğlu

Yayın Yönetmeni: Müge Gürsoy Sökmen
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen
Kapak Fotoğrafı: İrfan Sayar

Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Şubat 1993
3. Basım: Mayıs 2011
136 sayfa

İÇİNDEKİLER
Korkunun Bütün Sesleri, Harlan Ellison
Gülümseme, Ray Bradbury
Bilinç Eşiğini Atlayan Adam, J. G. Ballard
Güç Duygusu, Isaac Asimov
Harrison Bergeron, Kurt Vonnegut Jr.
Maske, Stanislaw Lem
Dünyanın Yeşil Tepeleri, Robert A. Heinlein

Harlan Ellison

1934 doğumlu. Amerikan bilimkurgu yazarları arasında en çok tartışma yaratan isimdir. Bilimkurguya yenilikçi stiliyle katkıda bulunmuş, birçok Hugo ve Nebula Ödülü almıştır. Editörlüğünü yaptığı 1967 tarihli Dangerous Visions (Tehlikeli Hayaller) antolojisi, İngiliz ve ABD “Yeni Dalga” bilimkurgusunun manifestosu olmuştur. Ellison’un Gendaş Kültür tarafından yayımlanan Çağdaş Korku Öyküleri (1999) ve İthaki tarafından yayımlanan Karanlıkta 33 Yazar (2001) başlıklı derlemelerde öyküleri yer almaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir