Mucizevi Göstergeler / Edebi Biçimlerin Sosyolojisi Üzerine – Franco Moretti

Bir yandan trajediler, Ulysses, Çorak Ülke ve Balzac romanları gibi “yüksek edebiyat” klasiklerini, bir yandan da Dracula ve Frankenstein gibi kült korku romanları, Sherlock Holmes öyküleri ve “acıklı” çocuk edebiyatının ünlü örnekleri Çocuk Kalbi ve Pal Sokağı Çocukları gibi “kitle kültürü” ürünlerini aynı esprili üslupla yorumlayabilen denemeler… Yazarın temel meselesi bu edebi eserlerde yazıldıkları dönemin toplumsal endişelerinin nasıl özgül ifadeler kazandığını çözümlemek. Edebiyat tarihçisi ve sosyoloğu Moretti, bir klasik haline gelmiş bu kitabında eleştiriyi pırıltılı ama içi boş spekülasyonlardan kurtarıp, “yanlışlanabilir argümanlar” üreten bir disiplin haline getirecek özgün bir metodoloji geliştiriyor.
Kitabının bir yerinde şöyle diyor Moretti: “Fazla kolay ağlayabilen insanlardan şüphelenmek gerekir. Ama hiç ağlamayan bir insan daha da kötüdür çünkü ağlamakla insan en azından dünyayla barışırken önemli bir şeyleri de yitirdiğini ?yani bunun barışmadan çok yenilgi olduğunu? kabul etmiş olur. Ve yenildiği gerçeğini ?sırf gözyaşlarıyla bile olsa? kabul eden bir kimsenin, içindeki intikam ateşinin tamamen sönmediğini, günün birinde sakatlanmış bir insanlık durumuna teslim olmamaya karar vereceğini umabiliriz.” Bilgilenme tutkumuzun kökenini, değerlerimizle halihazırdaki gerçeklik arasındaki can yakıcı gerilimde gören bu kitabı severek okuyacaksınız ? salt edebiyat eleştirisi olarak değil, yaşadığımız hayatın da eleştirisi olarak.

Korkunun Diyalektiği, s. 105-107
1. Modern Canavarın Sosyolojisine Doğru

Burjuva uygarlığının korkuları iki isimle özetlenebilir: Frankenstein ve Drakula. Canavar ile vampir, 1816’da bir gece vakti, Cenevre yakınlarındaki Villa Chapuis’nin salonunda, bir grup arkadaşın yağmurlu geçen yaz mevsiminde kendilerini oyalamak için uydurdukları oyundan doğarlar. Sanayi devriminin doruk noktasında doğan bu ikili, on dokuzuncu yüzyılın sonundaki buhranlı yıllarda, bu sefer Hyde ve Drakula isimleriyle, geri dönerler.(1) Yirminci yüzyılda ise sinemayı fethederler: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alman Dışavurumculuğunda; 1929 buhranından sonra Amerika’da dev RKO prodüksiyonlarında; ve nihayet 1956-57’de Peter Cushing ile Christopher Lee, Terence Fisher’ın yönetmenliğinde, bir kez daha, bu çift yüzlü kâbusu canlandırdıklarında.
Frankenstein ile Drakula’nın hayatları paralel ilerler. Bu ikisi, birbirini tamamlayan, dolayısıyla bölünmez figürlerdir, tek bir toplumun iki korkunç yüzü, o toplumun uçları’dırlar: zavallı hilkat garibesi ile servetini fütursuzca genişleten mülk sahibi. İşçi ile sermaye: “toplumun tamamı, bir yanda mülk sahipleri diğer yanda mülksüz işçiler olmak üzere iki sınıfa ayrılmak zorundadır.”(2) Marx için geleceğe dair bilimsel bir öngörüyü (ve gelecekte yeni bir toplum düzeni kurulacağının garantisini) ifade eden bu “zorundadır” ibaresi, on dokuzuncu yüzyıl burjuva kültürünün sonunu haber verir. İşte korku edebiyatı toplumun bölünmüşlüğünün yarattığı dehşetten ve bu bölünmüşlüğü giderme arzusundan doğmuştur. Tam da bu yüzden Drakula ile Frankenstein, çok istisnai bazı durumlar hariç, beraber görünmezler. Çünkü o zaman tehdit fazla büyük olurdu: Oysa bu edebiyat korku uyandırmalı ama sonra bu korkuyu yatıştırmalı ve huzuru yeniden tesis etmelidir. Bozulan dengeyi yeniden kurarak, tarihi durdurabildiği yanılsamasını yaratmalıdır. Çünkü canavar geleceğin de kendisi gibi korkunç olacağı endişesinin ifadesidir. Buna mukabil, karşısındaki karakter ?yani canavarın düşmanı? milliyetçiliği, aptallığı, hurafeciliği, cahilliği, iktidarsızlığı ve kendinden memnuniyetiyle şimdiki zamanın temsilcisi, on dokuzuncu yüzyılın kendini beğenmiş vasatlığının ta kendisidir hep. Ama bu hiç fark edilmez. Canavarın saçtığı dehşetle büyülenen okur kitlesi, onu yok edenin kötülüklerini gıkını çıkarmadan kabullenir,(3) tıpkı bu kurtarıcının edebi betimlenişini, meçhulle her karşı karşıya gelişte yeniden güç ve tazelik bulan o yeknesak, banal tipolojiyi kabullendiği gibi. Demek ki canavar, toplumun içindeki çatışmaları ve dehşeti toplumun dışına kaydırmaya yarar. Frankenstein’da mücadele, “bir iblisler ırkı” ile “insan soyu” arasındadır. Canavarla savaşmayı her kim göze alırsa, insan soyunun, toplumun tamamının temsilcisi oluverir. Canavar, o meçhul, artık kendi başına hiçbir inandırıcılığı kalmamış bir toplumsal bütünlüğü, bir evrenselliği yeniden kurmaya yarar.
Frankenstein’ın canavarı ile vampir Drakula, daha önceki canavarlardan farklı olarak, dinamik, bütünselci canavarlardır. Onları korkutucu yapan budur. Eskiden durum farklıydı. Sade’da kötüler, işlerini kulelerinde saklanarak toplumun kenarlarında görmeyi kabullenirler. Justine modern dünyayı, şehrin, mübadelenin dünyasını ve metaya dönüşmeyi reddettiği için onların kurbanı olur. Kendini feodal dünyanın o eski dehşetine, tek bir efendinin iradesine teslim eder. Üstelik Sade’da kötülüğün asla aşılamayacak “doğal” bir sınırı vardır ki o da efendinin arzusunun tatminidir. Efendi tatmin olduğunda işkence biter. Oysa Drakula bir dehşet sofusudur. Onun şahsında “sahip olma arzusunun zevk alma arzusu karşısındaki” zaferi kutlanır.(4) Sahip olma da, tüketmekle ilgilenmeyen doğası gereği doyumsuz ve sınırsızdır. Polidori’de vampir, hayatta kalmak gibi pek zavallı bir amaç uğruna Avrupa’da dolaşıp genç kadınları boğazlamak zorunda kalan küçük bir feodal lorddur hâlâ. Zaman ona ve muhafazakâr arzularına karşı işlemektedir. Buna mukabil Stoker’ın Drakula’sı altınını egemenlik alanını genişletmek, yani Londra Şehri’ni ele geçirmek için harcayan rasyonel bir girişimcidir. Frankenstein’ın canavarı da Alpler’den İskoçya’ya, Doğu Avrupa’dan Kutup’a, tüm dünyayı yıkıp geçmektedir bile. Onun yanında Otranto Kalesi’nin dev hayaleti cüce gibi kalır. Bu hayalet, kendini tek bir kez gösterebilir; geçmişten kalan bir antikadır o. Düzen yeniden tesis edildiği anda sonsuza dek susar. Oysa modern canavarların sonsuza dek yaşamaları ve tüm dünyayı ele geçirmeleri tehlikesi vardır. Bu yüzden öldürülmeleri şarttır.(5)

Notlar
(1) Mary Wollstonecraft Shelley, Frankenstein (1817), Londra 1977 (Türkçesi: Frankenstein, çev. E. Özsayar, Arion, İstanbul 1996); John Polidori, The Vampyre (1819), Gothic Tales of Terror, Baltimore 1973 içinde; Robert Louis Stevenson, The Strange Case of Doctor Jekyll and Mr Hyde (1885), Londra 1924 (Türkçesi: Doktor Jekyll ve Mr. Hyde, çev. E. Türay, Oğlak, İstanbul 2004); Bram Stoker, Dracula (1897), Londra 1974 (Türkçesi: Drakula, çev. P. Güncan, Bordo-Siyah, İstanbul 2005).
(2) Marx, “Economic and Philosophical Manuscripts” (1844), Early Writings, Harmondsworth 1975 içinde, s. 322 (Türkçesi: 1844 Elyazmaları, çev. M. Belge, Birikim, İstanbul 2000).
(3) “Klasik” dedektif romanının da benzer bir işlevi vardır. Ortadaki suç, tüm kahramanları zan altında bırakır. Bütün davranışları ikircikli, idealleri karanlık, amaçları gizemli görünmeye başlar. Ama gerçek suçlu bulunduğu anda şüphe bulutu kayboluverir ve herkes eski sorunsuz konumuna kavuşur. “Belli bir kimsenin cinayet suçlusu olarak itham edilmesi gerekir çünkü geri kalan karakterleri mantığımızı tamamen tatmin edecek şekilde temize çıkarmanın tek yolu budur. Ama aslında hikâyenin psikolojik amacı tam da bu aklanma ile özetlenebilir. Dedektiflik miti suçluluk duygusunu körüklemek değil, gidermek için vardır. Vakanın çözülmesiyle genel aklanma gerçekleşir.” Brigid Brophy, “Detective Fiction: A Modern Myth”, Hudson Review 1965, no. 1, s. 29. Genel aklanma, toplumun dayandığı genel yasaların içgüdüsel olarak onaylanmasından başka bir şey değildir; tekil ihlal, yani istisnai suç “vakası”, bu yasaların ne kadar iyi ve adil olduğunu ilan etmek için yeni bir fırsat sağlar.
(4) Marx, “Economic and Philosophical Manuscripts”.
(5) Fisher’ın filmlerinde canavar da vampir de son derece cansızdırlar. Bu filmlerin hiçbirinde ilk saldıran canavar değildir (bıraksalar evinde memnun mesut oturacaktır), olayları başlatan “insan”ın bir hatası, aptalca bir işidir. Filmlerde insana açıkça oturduğu yerde oturması, hiçbir şeye elini sürmemesi çağrısı yapılmaktadır. Canavar artık canavar olduğu için değil, nüfuz alanı ihlal edildiği, insanlar antlaşmaya uymadığı için korkutucudur. Bu, barış içinde bir arada yaşama çağına uygun, refah devleti tarzı bir dehşettir.

KİTABIN KÜNYESİ
Mucizevi Göstergeler / Edebi Biçimlerin Sosyolojisi Üzerine
Franco Moretti
Çeviri: Zeynep Altok
Metis Yayıncılık
Yayına Hazırlayan: Tuncay Birkan
Kapak Resmi: Wilhelm Kaulbach
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen, Emine Bora
Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Aralık 2005
328 sayfa

İÇİNDEKİLER
Açıklamalar
Ruh ile Harpya
Edebiyat Tarihçiliğinin Amaçları ve Yöntemleri Üzerine Düşünceler
Büyük Tutulma
Egemenliğin Kutsallığının Bozuluşu Olarak Trajik Biçim
Korkunun Diyalektiği
Homo Palpitans
Balzac’ın Romanları ve Kentli Şahsiyet İpuçları
Çocuk Bahçesi
Uzun Veda: Ulysses ve Liberal Kapitalizmin Sonu
Çorak Ülke’den Yapay Cennete
Kararsızlığın Büyüsü
Hakikat Ânı
Edebiyatın Evrimi Üstüne

Franco Moretti ‘nin Hayatı
İtalyan edebiyat kuramcısı ve eleştirmen. İngilizcede 1983 yılında yayımlanan Mucizevi Göstergeler kitabında edebiyat ile toplumsal yapılar arasındaki ilişki sorununa getirdiği özgün ve çarpıcı yorumlarla uluslararası edebiyat kuramı camiasının önemli isimlerinden biri haline geldi. Bu kitaptan sonra yayımlanan The Way of the World (1987), Modern Epik (1995; Agora 2004), Atlas of the European Novel 1800-1900 (1998) ve Graphs, Maps, Trees (2005) adlı kitaplarında da ilk kitabındaki esprili ama belagatten uzak, açık seçik üslubunu ve bilimsel metodoloji konusundaki özel hassasiyetini, bilimsel modellerden özgün biçimlerde yararlanma eğilimini sürdürdü. Roman tarihi hakkındaki 5 ciltlik Il romanzo (Torino 2001-3) adlı çalışmanın editörlüğünü yaptı. Wissenschaftskolleg zu Berlin kurumunun üyesi ve Fransız Araştırma Bakanlığı?nın danışmanlarındandır. Yazıları sık sık New Left Review?da yayımlanan ve eserleri birçok dile çevrilmiş olan Moretti, 2000 yılından beri Stanford Üniversitesi Roman Çalışmaları Merkezi?nin yöneticiliğini yapmakta ve Karşılaştırmalı Edebiyat dersleri vermektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir