Nabokov: “Bir çocuğa asla ve asla ‘çabuk ol’ demeyin.”

“Zira,” diyor Nabokov çocukluğundaki ilk anıyı hatırlarken, “dünya yüzünde zamanın varlığını fark eden ilk yaratıklar, aynı zamanda, tebessüm edebilen ilk yaratıklardı.” Fakat ben, “Tasavvur edilebilecek en mutlu çocukluğu” geçirdiğini iddia eden Nabokov’a inanmıyorum yine de. Çünkü, zekâmın yetmediği oyunlarla aklımı karman çorman eden Vladimir Nabokov’un, Yunan mitolojisinde “hafıza tanrıçası” anlamına gelen “Nimozini”nin yardımıyla çocukluğunu anlatırken satırlarına sinen huzursuzluğu hissedebiliyorum.

Dostoyevski ve Çehov’a nazaran sahip olduğu olanaklar açısından, şanslı bir çocukmuş Nabokov. Petro ve Pavel Kalesini’nin kumandanlarından olan büyük dedesi, Dostoyevski burada tutuklu olduğu zamanlarda, kitaplarını ödünç verirmiş ona. Ayrıca bu dede, Puşkin’in en yakın arkadaşlarından İvan Puşçin’in kız kardeşiyle evliymiş. Nabokov’un babası da annesi de iyi eğitimli, çocuklarına düşkün kimselermiş. Adaleti her şeyden üstün tutan aktivist bir adammış babası. Kelebeklere çok düşkünmüş; adının verileceği kelebek türlerini keşfedecek kadar tutkun olacağı bu sevda, babasından geçmiş Vladimir’e. Vladimir’in kardeşi Sergey’e de opera tutkusunu miras bırakmış baba.

Sergey, Vladimir’den bir yaş küçükmüş. Kekemeymiş ve gözleri iyi görmediği için kocaman gözlük takmak zorundaymış. Vladimir ise karizmatik, dışa dönük bir çocukmuş. Kardeşi Sergey’i hiçbir zaman dostu olarak görmemiş; aksine onu her zaman ezebileceği, kendi istekleri için kullanabileceği bir “şey” gibi görmüş. Bir Almanya seyahatlerinde örneğin, Vladimir, Sergey’i kandırmış ve birlikte mürebbiyelerini atlatıp Wiesbaden’den demir alarak Ren Nehri boyunca yol alan buharlı bir gemiye binmişler. Zavallı Sergey, Vladimir’in her dediğini yaptığı yetmezmiş gibi, evde de rahat yüzü göremezmiş. Canı sıkılan Vladimir, piyano çalan kardeşinin arkasından sessizce gelip onu korkuturmuş. Ya da buz pateni yaptıkları sırada sürekli kardeşinin etrafında döner ve ona rahat vermezmiş. Bilmem, belki erkek çocuklar arasında mümkün olabilecek mücadelelerdir bunlar. Fakat Vladimir, kardeşine karşı biraz fazla acımasızmış. İlk gençlik yıllarında kardeşinin günlüğünü karıştırmış ve onun eşcinsel olduğunu anlayınca da günlüğü öğretmenlerine vermekten çekinmemiş. Öğretmenler de durumu aileye bildirmiş ve Sergey okul değiştirmek zorunda bırakılmış.

Vladimir Nabokov, keşfettiği ilk hayal dünyasına, annesinin attığı okları takip ettiğinde ulaşmış. Hayal kırıklığının verdiği acıyı iyi bilen anne, yanlarındaki yaşlı kâhyanın ya da baba tarafından dedenin hayallerini bozmamak için evin düzenini onların hayallerindekine göre dizayn edecek denli titizmiş bu konuda.

Zaten çok zeki bir çocuk olan Vladimir’in hayal dünyasını annesinin yanı sıra, babasından öğrendiği kelebek avcılığı da etkilemiş olmalı. Çünkü nadir bulunan kuyruklu kelebekleri eterle öldürüp gövdelerine iğne batırarak sergiler, sınıflandırır ve bütün özelliklerini incelermiş. Sadece kelebekleri değil tabii, olur olmadık her an, herhangi bir yerdeki bir deseni izleme ihtiyacı hissedebilirmiş Nabokov. Bu, muşambadaki bir desen de olabilir, bir kelebeğin kanatları da. Oralarda çeşitli yüzler görürmüş çünkü. Anne- babalardan bir ricası var Nabokov’un: “Bir çocuğa asla ve asla ‘çabuk ol’ demeyin.”

Nabokov’un hayal dünyasındaki esas etkiyi sihirbazlık yapan birkaç tanıdık gerçekleştirmiş olsa gerek. Vladimir bu sihirbazlık oyunlarıyla gerçeğin yanılsamalı bir şey olduğunu keşfetmiş. Çünkü, sonuna kadar şımarabileceği bir hayat yaşarken, gerçeğin yanılsamalı bir şey olduğu bilgisine ihtiyaç duymuş. Ona bu ihtiyacı yaşatan ise eşcinsel dayısı Ruka’ymış. İlginç bir adammış Ruka dayı. Çok iyi eğitim almış, Rusçayı pek iyi bilmezmiş, şiir yazarmış ve genellikle yurt dışında yaşarmış. Nabokovlara geldiğinde, uşaklar yemek odasındaki masayı temizlerken Ruka dayı Vladimir’i kucağına oturtur, mırıltılar ve süslü sözlerle severmiş. Vladimir, dayısının uşakların önünde böyle davranmasından utanır ve babası gelmeleri için seslendiğinde rahatlarmış. Daha fazla detay vermiyor Nabokov bu konuda. Sanırım gerek de yok. Elli hizmetçinin çalıştığı bir evde büyüyen, banyo suyu termometreyle ölçülen, Çehov’un köpeğinin yavrusuna sahip olan, çok sayıda özel öğretmenden eğitim alan, babasının muhteşem kütüphanesinde dilediğince okuyabilen bir çocuk yazmış Lolita’yı. Tesadüf mü bu yani? Yoksa Ruka dayının bir etkisi olduğunu düşünelim mi?

ELİF TÜRKER
02 Mart 2017 http://t24.com.tr
Not: Yukarıdaki bölüm yazarın “Yüzyıllık çocukluk” adlı yazısından bir bölümdür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir