Palomar – İtalo Calvino ?Bir adam, adım adım bilgeliğe ulaşmak için yürüyüşe çıkıyor. Hâlâ varamadı…?

İtalyan edebiyatının ünlü kalemlerinden Italo Calvino?nun ölümünden üç sene önce yayımladığı Palomar adlı bu kitabı, yazarın daha önce Corriere della Sera ve Repubblica adlı gazetelerde yayımladığı yazıları üzerinden şekillenmiş. Adını Kaliforniya?daki ünlü bir gözlemevinden alan suskun karakter Bay Palomar, yaşamdaki yanlış anlamalar, kararsızlıklar, uzlaşmalar ve yarım kalmış işler kargaşasında ne yapacağını şaşırıyor. Sonunda tek bir çıkar yol buluyor: Kendini tanımak, iç coğrafyasını keşfetmek, ruhunun devinimlerinin diyagramını çizmek… Bütün bunları yapabilmek için evreni bir ayna olarak kullanması gerektiğine karar veriyor. Calvino Palomar?ı şöyle anlatıyor; ?Hepsini yeniden okuyunca, Palomar?ın hikâyesinin iki cümleyle şöyle özetlenebileceğini görüyorum: ?Bir adam, adım adım bilgeliğe ulaşmak için yürüyüşe çıkıyor. Hâlâ varamadı…? ?

Kitaptan Bir Bölümler
Palomar Kumsalda / Bir Dalganın Okunuşu
Deniz, belli belirsiz çalkantılı, küçük dalgalar kumlu kıyıyı dövüyorlar. Bay Palomar, kıyıda ayakta duruyor ve bir dalgaya bakıyor. Kendini dalgaları hayranlıkla seyretmeye kaptırmış değil. Kaptırmış değil, çünkü ne yaptığını çok iyi biliyor: Bir dalgaya bakmak istiyor ve bakıyor. Hayranlıkla seyretmiyor, çünkü hayranlıkla seyretmek için, elverişli bir yapı, elverişli bir ruhsal durum ve elverişli dış koşulların bir araya gelmesi gerekli: Ve Bay Palomar, ilke olarak hayranlıkla seyretmeye karşı olmasa da, bu üç koşuldan hiçbiri yok kendisinde. Kısacası, bakmayı amaçladığı ?dalgalar? değil, tek bir dalga, hepsi bu: Belirsiz duyumlardan kaçınmak istediğinden, her eylemi için sınırlı ve kesin bir amaç belirliyor. Bay Palomar, uzakta bir dalganın yükseldiğini, büyüdüğünü, yaklaştığını, biçim ve renk değiştirdiğini, kendi üzerine dolandığını, kırıldığını, yok olduğunu, geriye döndüğünü görüyor. Bu noktada, tasarladığı çalışmayı sonuçlandırdığı kanısına vararak, oradan ayrılıp gidebilirdi.

Ama, bir dalgayı, kendisinin hemen peşinden gelen ve onu itiyormuş gibi görünen ve kimi kez de yetişerek onu alıp götüren dalgadan ayırmak öyle zor ki: Tıpkı, kendisinden önce gelen ve onu peşinden kıyıya sürüklüyormuş gibi görünen, kimi kez de sanki önünü kesmek için ona doğru dönen dalgadan ayırmanın zor olması gibi. Üstelik, her dalga hareketi, gelişme yönünde, kıyıya koşut olarak ele alınınca, ilerleyen cephenin nereye dek kesintisiz uzandığını, nerede ayrılıp hızları, biçimleri, güçleri, yönleri ayrı, bağımsız dalgalara bölündüğünü belirlemek zorlaşıyor.

Sonuç olarak, kendisini biçemlendirmeye katkıda bulunan karmaşık öğelerle, kendisinin yol açtığı bir o kadar karmaşık öğe dikkate alınmaksızın, bir dalga gözlemlenemiyor. Bu öğeler sürekli değişiyorlar, bu nedenle bir dalga, hep, bir başka dalgadan değişik; ama her dalganın, hemen yanıbaşındakine ya da ardındakine olmasa bile, bir başka dalgaya benzer olduğu da doğru; kısacası, uzamda ve zamanda düzensiz bir biçimde dağılmış olsalar da, yinelenen biçimler ve bölümler var. Bay Palomar?ın şu sırada yapmayı düşündüğü, yalnızca bir dalgayı görmek, yani hiçbirini gözardı etmeksizin bütün bileşenlerini derlemek olduğu için, daha önce derleyememiş olduğu öğeleri belirleyinceye dek, kıyıya vuran dalgaların devinimi üzerinde olacak bakışı; görüntülerin yinelendiklerini fark eder etmez, görmek istediği her şeyi gördüğünü anlayacak ve duracak. Çılgın ve boğucu bir dünyada yaşayan sinirli bir insan olan Bay Palomar, dış dünya ile ilişkilerini azaltma eğiliminde ve kendini genel sinir zayıflığından korumak için, duyumlarını elinden geldiğince denetim altında tutmaya çalışıyor. Öne doğru gelen dalganın kamburu bir noktada, başka yerlerden daha fazla yükseliyor ve buradan sonra beyazlaşmaya başlıyor.

Eğer bu, kıyıdan belirli bir uzaklıkta gerçekleşecek olursa, köpük, kendi üzerine dolanıp sanki yutulmuş gibi, yeniden yok olacak zamanı buluyor ve aynı anda, ama bu kez alttan çıkarak, gelen dalgayı karşılamak için, kıyıya serilen beyaz bir halı gibi her yeri kaplamaya başlıyor. Fakat dalganın, halının üstünde yuvarlanması beklendiğinde, artık dalganın değil yalnızca halının var olduğu, bunun da hızla yok olduğu, kıvrımlı sınırını genişleten kuru ve donuk kumun yayılması kendisini itiyormuş gibi, ıslak bir kum pırıltısına dönüştüğü görülüyor. Aynı zamanda, cephenin girintilerini de dikkate almak gerekiyor; burada dalga, biri kıyıya sağdan sola doğru, öbürü soldan sağa doğru yönelen iki kanada ayrılıyor; bunların ayrılmalarının ya da birleşmelerinin başlangıç ya da bitiş noktası, düğümü kopartarak çözen daha güçlü bir dalga tarafından yakalanıncaya dek hep arkada tutulan ve kanatların üst üste binmelerine bağımlı, eksi tepecik. Dalgaların çizimini örnek alarak biçimlenen kumsal, her deniz kabarmasında akıntıların yapıp bozdukları kum yığınlarını andırarak uzanan, belli belirsiz tepecikler yerleştiriyor suyun içine. Bay Palomar, gözlem noktası olarak, bu alçak kum dillerinden birini seçiyor, çünkü dalgalar buraya, her iki taraftan da yanlamasına vuruyor ve yarı batık yüzeyin üzerinden aşarak, öbür taraftan gelenlerle karşılaşıyorlar.

Demek ki, bir dalganın yapısını anlamak için, bir anlamda birbirlerini dengeleyen ve bir ölçüde birbirlerine eklenen ve köpüğün olağan taşmasında, bütün itmelerin ve karşı itmelerin genel kırılımına yol açan, karşıt yönlerdeki itmeleri de dikkate almak gerekiyor. Bay Palomar şimdi gözlem alanını sınırlamaya çalışıyor; on metresi kıyı, on metresi deniz olan bir dörtgeni ele alacak olursa, belirli bir zaman diliminde değişik aralarla yinelenen bütün dalga devinimlerinin dökümünü yapabilecek. Zorluk, bu dörtgenin sınırlarını belirlemede: Çünkü, sözgelimi uzak kenar olarak, ilerleyen bir dalganın üst çizgisini alacak olsa, bu çizgi kendisine yaklaştıkça ve yükseldikçe, gerisindeki her şeyi gözlerinden gizleyecek; böylece, incelenecek uzam ters dönecek ve aynı zamanda ezilecek. Yine de Bay Palomar umutsuzluğa düşmüyor ve her an, gözlem noktasından görebileceğinin tümünü görmeyi başardığını sanıyor, ama sonra hep, hesaba katmadığı bir şey ortaya çıkıyor. Görsel işlemini eksiksiz ve kesin bir sonuca ulaştırma sabırsızlığı olmasa, dalgalara bakmak çok dinlendirici bir çalışma olacak ve kendisini sinir zayıflığından, enfarktüsten ve mide ülserinden kurtarabilecek.

Ve belki de, en yalın biçimine indirgeyerek, dünyanın karmaşıklığına egemen olmanın anahtarı olabilecek. Ama, bu modeli her tanımlama girişimi, kesintisiz ve yüzeyi ancak yalayan tepesini sürüyerek, kör kayalara dikey yönde ve kıyıya koşut olarak çıkagelen bir dalgayı da hesaba katmak zorunda. Kıyıya doğru düzensizleşen dalgaların sıçramaları, dalgaları dik açı yaparak kesen ve ne nereden geldiği, ne de nereye gittiği bilinen bu tıkız tepenin tekdüze hızını kesmiyor. Denizin yüzeyini, açıktaki su kütlelerinden gelen derin itmenin enlemesine devindiren, belki de bir doğu esintisi; ama havanın doğurduğu bu dalga, geçerken, suyun doğurduğu eğik itmeleri de topluyor ve saptırıyor ve birlikte götürüyor. Böylece, karşılaşacağı karşıt dalgalarca yavaş yavaş söndürülüp yok edilinceye ya da çok sayıdaki eğik dalga sürülerinden birine karışacak gibi bükülüp onlarla birlikte kıyıya vuruncaya dek büyümeyi ve güç kazanmayı sürdürüyor. Dikkati bir ayrıntıya yöneltmek, onun ön plana sıçrayıp çerçeveyi kaplamasına yol açıyor, tıpkı kimi resimlerde perspektifin değişmesi için, gözleri yumup tekrar açmanın yeterli olması gibi. Şimdi değişik yönelimlerdeki tepelerin bu kesişmesinde, toplu resim, aynı düzleme gelen ve yok olan dörtgenlere bölünmüş oluyor. Her dalganın çekilmesinin, sonraki dalgaları engelleyen bir güce sahip olduğunu da eklemek gerek.

Ve eğer dikkat bu geriye itmeler üzerine yoğunlaştırılacak olursa, gerçek devinimin, kıyıdan kalkıp açığa doğru giden devinim olduğu sanılıyor. Bay Palomar?ın ulaşmak üzere olduğu sonuç, yoksa, dalgaları karşıt yönlerde koşturmak, zamanı tersyüz etmek, dünyanın gerçek tözünü duyumsal ve zihinsel alışkanlıkların ötesinde kavramak mı? Hayır, hafif bir başdönmesinden başka bir şey duyumsamayı başaramıyor. Dalgaları kıyıya iten diretme, davayı kazanıyor: gerçekten de bayağı irileşiyorlar. Rüzgâr değişiyor mu? Bay Palomar?ın titizlikle bir araya getirmeyi başardığı görüntü altüst olur ve parçalanır ve dağılırsa çok yazık olacak. Ancak bütün görünüşleri birlikte dikkate almayı başarırsa, çalışmasının ikinci evresine geçebilecek: bu bilgiyi evrenin tümüne yayacak. Sabrının tükenmemesi yeterli olacak, ama çok geçmeden tükeniyor. Bay Palomar, geldiğinde olduğu gibi sinirleri gergin ve her şeyden daha kuşkulu, kumsal boyunca uzaklaşıyor.

Ölü Olmak Nasıl Öğrenilir ?
Dünyanın kendisi olmaksızın nasıl olacağını görmek için, bundan böyle sanki ölmüş gibi davranmaya karar veriyor Bay Palomar. Bir süredir, kendisiyle dünya arasındaki ilişkilerin eskisi gibi olmadığının farkında; eskiden, kendisinin de dünyanın da birbirlerinden birşeyler beklediklerini sanırken, şimdi, iyi ya da kötü, neyin beklendiğini, ya da bu beklentinin kendisini sürekli olarak korkulu bir sıkıntı içine sokan gerekçesini ansımıyor.

Artık kendi kendine, dünyanın ona neler hazırlamakta olduğu sorusunu sormadığı için, Bay Palomar’ın şimdi bir rahatlama duygusu duyması ve ayrıca artık kendisiyle ilgilenmeyecek olan dünyanın rahatlamasını da farketmesi gerekiyor. Ama işte bu dinginliğin tadına varma beklentisi, Bay Palomar’ı sıkıntıya sokmaya yetiyor.

Kısacası, ölü olmak, sanıldığı kadar kolay değil. Her şeyden önce, ölü olmakla, burada olmamayı birbirine karıştırmamak gerekiyor; burada olmamak, doğumdan önceki sınırsız zaman bölümünü kapsadığı gibi, ölümü izleyecek yine sınırsız zamanın görünürde karşılığı.

Gerçekten de, doğmadan önce, gerçekleşmesi söz konusu olacak ya da olmayacak sonsuz sayıda olasılık arasında bulunuyoruz, oysa bir kez ölünce, ne (artık tümüyle malı olduğumuz ama üzerinde hiçbir etkimizin kalmadığı) geçmişte, ne de (üzerinde etkimiz olsa da, bize yasaklanan) gelecekte gerçekleşebiliyoruz. Bir şeyi ya da bir kişiyi etkileme yeteneği oldum olası sınırlı olduğu için, aslında Bay Palomar’ın durumu daha kolay; dünya pekala onsuz edebilir, o da kendini rahat rahat alışkanlıklarını bile değiştirmeksizin, ölmüş sayabilir.

Sorun, yaptığının değişmesinde değil, var oluşunun ve özellikle de dünyaya oranla var oluşunun değişmesinde. Eskiden onun için dünya, dünya artı o demekti; şimdi, o, artı onsuz dünya söz konusu. Onsuz dünya, sıkıntıların sonu anlamına mı gelecek? Olayların, onun varlığından ve tepkilerinden bağımsız olarak, onu ilgilendirmeyen bir yasaya ya da bir gereksinmeye ya da özel bir nedene göre gerçekleştikleri bir dünya?

Dalga, su yüzeyine yakın kayalara vuruvor ve kavayı ovuvor, bir başka dalga çıkageliyor, bir başkası, bir başkası daha; o, orada olsa da, olmasa da her şey gerçekleşmeyi sürdürüyor. Ölü olmanın rahatlığı şu olmalı: Var oluşumuz demek olan o kaygı lekesi silindikten sonra, önem taşıyan tek şey, nesnelerin serinkanlı bir dinginlikle güneşin altında yayılmaları, birbirlerini izlemeleri.

Her şey dingin ya da dingin olma eğiliminde, kasırgalar, depremler, yanardağ püskürmeleri bile. Ama o da oradayken, dünya zaten böyle değil miydi? Her fırtına, daha sonranın sessizliğini içinde taşırken, bütün dalgaların kıyıya vuracakları ve rüzgarın gücünü yitireceği zamanı hazırlarken? Ölü olmak belki de, sonsuzluğa dek dalga olarak kalacak dalgaların okyanusuna geçmek; öyleyse denizin yatışmasını beklemek boşuna.

Ölülerin bakışı hep biraz küçümseyicidir. Yerler, durumlar, fırsatlar, aşağı yukarı, insanın daha önce bildikleri gibidir, bunları tanımak her zaman belirli bir doyum sağlar, ama aynı zamanda, tutarlı bir mantık gelişmesinin karşılığı olmaları durumunda, oldukları gibi kabul edilebilecek, irili ufaklı bir sürü değişiklik görülür. Ne var ki, bu değişiklikler rastgele ve düzensizdir, bu da rahatsızlık verir, çünkü gerekli olduğu sanılan bir düzeltme yapmaya kalkışılır hep, ama ölü olunduğu için yapılamaz.

Bunun sonucunda, önemli olanın kendi geçmiş deneyimi olduğunu ve bunun dışında kalana fazla ağırlık verilmemesi gerektiğini bilen bir kişininkine benzer bir suskunluk, neredeyse bir sıkkınlık durumu takınılır. Çok geçmeden, egemen bir duygu ortaya çıkarak, her düşünceye kendini kabul ettirir: Bütün sorunların başkalarının sorunları, onların işleri olduğunu bilmenin rahatlatıcılığıdır bu. Artık hiçbir şey düşünmedikleri için, hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin ölüleri ilgilendirmemesi gerekir; ahlaka aykırı gibi gelse de, ölüler bu sorumsuzlukta bulurlar neşelerini.

Bay Palomar’ın ruhsal durumu, burada anlatılanlara ne kadar yaklaşırsa, ölü olmak düşüncesi ona o denli doğal geliyor. Gerçi, henüz ölülere özgü olduğunu sandığı soylu ilgisizliği, ne her türlü açıklamanın ötesine varan bir gerekçeyi, ne de kendi sınırlarının, başka boyutlara açılan bir tünelinkine benzer ağzını bulabilmiş değil. Zaman zaman, bütün yaşamı boyunca, başkalarının yaptıkları her işte yanıldıklarını gördüğünde, onların yerinde olsaydı, kendisinin de daha az yanılmayacağını, ama bunun farkına varacağını düşündüğünde, hep kendisine eşlik etmiş olan sabırsızlıktan kurtulmuş olduğu yanılsamasına düşüyor.

Oysa hiç de kurtulmuş değil; anlıyor ki, kendisinin ve başkalarının yanlışlarına karşı hoşgörüsüzlük, hiçbir ölümün silemeyeceği yanlışların kendileriyle birlikte yinelenecek. Öyleyse, en iyisi buna alışmak: Ölü olmak, Palomar için, artık değiştirmeyi umamayacağı kesin bir durumdaki kendisine eşit olma düşkırıklığına alışmak demek.

Palomar, tehlikelerin hep çok fazla oldukları, yararların ise kısa süreli olabildikleri gelecek yönünde değil de, öz geçmişin biçimini düzeltmek yönünde, dirinin durumunun, ölününküne oranla üstünlüğünü küçümsemiyor. (Meğer ki, insan kendi geçmişinden tümüyle hoşnut olsun; böyle bir durum ele alınmaya değecek ilginçlikte değildir.) Bir insanın yaşamı bir olaylar bütününden oluşur ve bunların sonuncusu bütünün tümünün yönünü değiştirebilir hala, öncekilerden daha önemli olduğu için değil, ama bir kez bir yaşama katılınca, olaylar tarih sırasına göre dizilmeyip, bir iç mimariye karşılık verdikleri için.

Sözgelimi, insan olgunluk çağında kendisi için önemli bir kitap okuyup, “Bunu okumadan, nasıl yaşayabilirdim,” ya da “Gençliğimde okumamış olmam, ne yazık,” diyebilir, işte bu söylenenlerin fazla bir anlamı yoktur, özellikle de ikincinin, çünkü o kitabı okuduğu andan başlayarak, o kişinin yaşamı, o kitabı okumuş bir kişinin yaşamı olur ve kitabı erken ya da geç okumuş olmak bir önem taşımaz, çünkü okumadan önceki yaşam da, şimdi bu okumanın belirlediği bir biçimi almıştır.

Ölü olmayı öğrenmek isteyen biri için en zor adım budur: Öz yaşamının, tümüyle geçmişte, kapalı bir bütün olduğuna, artık hiçbir şey eklenemeyeceğine, ne de çeşitli öğeler arasındaki ilişkilere görünge değişikliği getirilebileceğine inanmak. Kuşkusuz, yaşamayı sürdürenler, yaşadıkları değişikliklere dayanarak, ölülerin yaşamına da değişiklikler getirebilirler, biçimi olmayana ya da bir başka biçimi olduğu izlenimini verene biçim verebilirler:

Sözgelimi, yasalara karşı eylemleri nedeniyle kınanmış birinin başkaldırışını haklı bulabilirler, kendini sinir hastalığının ya da taşkınlığın kurbanı sanmış olan birini, ozanlığa, peygamberliğe yükseltebilirler. Ama bu değişiklikler özellikle diriler için önem taşırlar. Ölülerin bunlardan yarar sağlamaları çok zordur. Herkes, yaşadığından ve bunu yaşayış biçiminden oluşmuştur, kimse elinden alamaz bunu. Acı çekerek yaşamış olan biri, acısından oluşmuş olarak kalır; acısını almaya kalkışacak olurlarsa, artık o olmaz.

Bu nedenle Palomar, olduğu gibi kalma cezasına katlanamayan, ama ağırlık da etse, hiçbir şeyinden vazgeçmeye razı olmayan, hırçın bir ölü olmaya hazırlanıyor. Kuşkusuz, benliğin hiç olmazsa bir bölümünün gelecekte yaşamasını sürdürmesini sağlayan düzenekler de dikkate alınabilirler; bunlar özellikle iki takımda sınıflandırılabilirler: Benliğin kalıtımsal mal varlığı adını taşıyan bölümünü ardıllarına aktarmayı sağlayan biyolojik düzenekle, yaşamayı sürdürenin belleğine ve diline, en donanımsız bir insanın bile derlediği ve biriktirdiği o az ya da çok deneyimi aktarmayı sağlayan tarihsel düzenek.

Kuşakların birbirlerini izlemeleri, yüzlerce, binlerce yıl boyunca yaşamayı sürdüren tek bir kişinin yaşamının evreleri olarak ele alınacak olursa, bu düzenekler tek bir bütün de sayılabilirler: Ama böylelikle, bireysel ölüm sorunu, insan soyunun, ne kadar geç gerçekleşirse gerçekleşsin, tükenmesine ertelenmiş olur.

Palomar kendi ölümünü düşünürken, daha şimdiden, insan türünün ya da türevlerinin ya da mirasçılarının son yaşayanlarının ölümünü de düşünüyor: Yakılıp, yıkılmış ve ıssız yerküreye, bir başka gezegenden gelen araştırmacılar ayak basıyorlar, piramitlerin hiyerogliflerinde ve elektronik bilgisayarların delikli fişlerinde saptadıkları izleri çözüyorlar; insan türünün belleği bu küllerden yeniden doğuyor ve evrenin oturulan bölgelerine doğru savruluyor. Böylece erteleye erteleye, yaşam betleğinin son somut dayanağı bir ısı dalgası düzeyine indiğinde, ya da atomlarım devinimsiz bir düzenin donmasında billurlaştırdığında, zamanın kendisinin de eskiyip, söneceği ana geliniyor.

“Eğer zaman tükenecekse, anı anına anlatılabilir bu -diye düşünüyor Palomar- ve her an, anlatılınca, öylesine genleşiyor ki, sonu görülmez oluyor.” Yaşamının her anını anlatmaya koyulmaya ve hepsini anlatmadıkça da ölü olmayı düşünmemeye karar veriyor. O anda, ölüyor.
Çeviri: Rekin Teksoy

Kitabın Künyesi
Kitabın Adı: Palomar
Yazar: Italo Calvino
Çevirmen: Rekin Teksoy
YKY, Sayfa: 100

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir