Savaş Romanları – Mediha Göbenli

Savaş romanları hakkında bir yazı yazmam söz konusu olduğunda nereden başlamam konusunda düşünmeye başladım. Çünkü başlangıçlar bütünlük açısından önemlidir. Kaldı ki ya doğrudan, ya da ideolojik savaşlarla her şeyin – düşüncelerin, halkların… – parçalandığı, paramparça edildiği bir zamanda bütünlük daha da önemlidir. Bütünlük adına; romanın bir edebi tür olarak çok sonra doğuşunu göz önünde bulundurup bir yana bırakırsak, antik çağdan başlayarak günümüze kadar süren tarih bir savaşlar tarihi olduğuna göre, sanatın konuları arasında savaş sürekli işlenmiştir. Savaş anlatılarının kökenini antik çağda Homerus’un Troia savaşını anlattığı İliada’sı ve Odysseia’sı (MÖ. IX. yy.), Latin edebiyatında Vergilius’un (MÖ. 70-19) Aeneis’i, Fars edebiyatında Firdevsi’nin (934?-1020) İran-Turan savaşını anlattığı Şehname destanlarında bulabiliriz. İstilaları, savaşları anlatan bu destanlar olayları hatırlamamızı sağlayıp tarih bilincimizi pekiştirir. Daha sonra bu geleneği Dante, İlahi Komedya’da, Shakespeare, Henry V’de, Cervantes, Don Kişot’ta sürdürmüştür. Sanatın gücü işte burada geçmişteki savaşımları işleyerek bellek işlevi görmesidir. Brecht’in şu tespiti ne kadar da önemlidir: “Sanatın konusu, dünyanın yoldan çıkmış olduğudur. Dünya yoldan çıkmasaydı bir sanat olmazdı diyemeyeceğimiz gibi, bir sanat olurdu da diyemeyiz.

Çünkü yoldan çıkmamış bir dünya bilmiyoruz. Uyum yanlısı üniversiteler bu konuda ne söylerlerse söylesin, Aischylos’un dünyası savaş ve dehşetle doluydu.
Shakespeare’in, Dante’nin, Cervantes’in, Voltaire’in ve Goethe’nin dünyasının da Aischylos’un dünyasından geri kalır yeri yoktu.” (Brecht, Sanat Üzerine Yazılar, Cem Yay. 1997, s. 182)
Bu yazıda, savaş romanının genel bir tanımlamasını yapıp, dünyada en önemli savaş anlatıları olarak görebileceğimiz eserlerin çizelgesini verdikten sonra, çok yakın zamanda Türkçede yayınlanmış olan Peter Weiss’ın Direnmenin Estetiği’ni (Çev. Çağlar Tanyeri/Turgay Kurultay, YKY, İstanbul 2005) bir savaş romanı olarak ele almaya çalışacağım.
Savaş romanı derken elbette ki burada savaşı, militarizmi, kini, şövenizmi, ırkçılığı yücelten romanları kastetmiyoruz. Aksine, “savaş romanları” derken
ırkçılığı ve şovenizmi içeren savaşları kınayan, bunlara karşı bir duruş sergileyen, emperyalist, yayılmacı savaşlar hakkında bilgilendirici, aydınlatıcı bir tavır koyan romanları göz önünde bulundurmaktayız.
Günümüzde ?savaş romanları? denince kapitalizmin sürekli savaş üreten bir mekanizması olduğu konusunda algı ve sezgi gücümüzü uyaran romanları anlamak gerekiyor.
Şimdi en önemli savaş romanlarına bir göz atalım:
17. yy.’da Avrupa’da romanın yaygınlaştığı bir çağda Hans Jakob Christoffel von Grimmelshausen (1621- 1676) Simplicissimus isimli romanında Otuz Yıl Savaşları’nı anlatmıştır. Bu roman 17.yy.’da Almanya’nın en büyük romanı olarak tarihe geçmiştir.
19. yy.’da yayınlanmış savaş romanları arasında Tolstoy’un Rusya’daki Napolyon savaşını anlattığı Savaş ve Barış isimli romanı vardır. 20. yy.’da, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında birçok yazar bu savaşa eleştirel bakan romanlar üretir, bunlardan ilki ve en etkili olan roman, Fransız yazarı ve 1914-1916 seneleri arasında savaşta askerlik yapan Henri Barbusse’un 1916’da yayımlanan Le Feu (Ateş) isimli romandır.

Diyebiliriz ki Barbusse’n bu romanı edebiyatta emperyalist ve yayılmacı savaş karşıtı hareketin başlangıcı olmuştur. Henri Barbusse 1873’te Fransa’da dünyaya gelir, 1935?te Moskova?da hayata gözlerini yumar. 1923’te Fransız Komünist Partisi’ne üye olan Barbusse, edebiyat tarihine romancı, gazeteci ve aktif bir komünist olarak geçmiştir. Ateş romanı birçok ödüle değer görülmüştür. Bu romanından sonraki romanlarında da Barbusse devrimci bakışını sürdürür, 1921’de yayımlanan romanı Dişler Arasındaki Bıcak, Bolşeviklere ve Ekim Devrimi’ne odaklanmıştır.

Ölümünden önce bitirdiği Stalin biyografisi 1936’da yayımlanır. (bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Henri_Barbusse) Ateş romanının ardından militarizme başkaldıran başka romanlar da gelecektir: Rebecca West’ten Askerin Dönüşü, Romand Rolland’dan Clérambault ve John Dos Passos’tan Üç Asker isimli roman. Ayrıca savaş modernist yazarların da gündemine girecektir.

Bunlar arasında Faulkner, Woolf gibi yazarlar bire bir savaşı anlatmasalar da savaşın doğurduğu şoku ve travmayı roman karakterlerinin psikolojileri üzerinden dile getirirler.
Weimar Cumhuriyeti’nde yazılan ve sekiz milyon tane basılıp otuz dile çevrilen Erich Maria Remarque’ın Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (1929) isimli romanı Türkiye’de ilk kez 1930?da Ahmet Necat çevirisiyle çıkmıştır. Daha sonra aralarında Behçet Necatigil de olmak üzere altı farklı çeviriyle Türkçede yayımlanmıştır. 1920?lerde en yaygın ve popüler roman türü savaş romanları olmuştur. Weimar Cumhuriyeti?nde yazılıp yayımlanan ve ayrı bir başlığı hak eden konu kuşkusuz 1918-1933 yılları arasında sosyalist ve solcu savaş romanların konusudur. Bu yazarlar arasında Remarque’ın dışında Johannes R. Becher, Ernst Glaeser, Ludwig Renn, Arnold Zweig, Egon Erwin Kisch gibi yazarlar vardır.

İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında da Holocaust’u, faşizme karşı direnişi anlatan savaş romanları yayınlanmıştır. Bunlar arasında yüzyılın romanlarından biri olarak adlandırılan Direnmenin Estetiği, İkinci Dünya Savaşı yıllarında faşizme karşı direnişi anlatır.

Avrupa ve Alman solunun 1917-1945 yılları arasındaki siyasi ve toplumsal deneyimlerini kapsayan roman üç -hatta bir ara mekânla dört-yerde geçmektedir: Berlin’de, iç savaşın İspanyası’nda, İspanya’dan sonra bir ara istasyon olarak adlandırabileceğimiz Paris’te ve sürgünlük mekânı olarak Stockholm’de. Romanın ana karakterleri “Rote Kapelle” (Kızıl Orkestra) isimli direniş grubunun üyeleri, genç komünistlerdir. Romanda geçen olaylar gerçek olaylara dayanmakta, otobiyografik öğeler taşıyan Ben-anlatıcının -roman boyunca isimsiz kalacak kahraman- dışında roman karakterlerinin hiçbiri kurgu değildir, hepsi de yaşamış kişilerdir. 1917 senesinde, Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği günde dünyaya gelen ‘Ben’in babası 1919’da Bremen’deki işçi ayaklanmasında yer alan ve Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne üye olan bir işçidir. Ben-anlatıcısı babasının tersine KPD’ye (Almanya Komünist Partisi) yakın durur, ancak resmi üyeliğini romanın sonunda gerçekleştirecektir.
Roman 1937 senesinde Berlin?in göbeğinde, Nazi rejiminin merkezinde başlar. Romanın ana karakterleri, üç arkadaş -Ben-anlatıcı, Coppi ve Heilmann- Berlin müzesinde, Bergama heykellerinin önünde antik toplumdan başlayarak tarih, kültür, siyaset, sanat ve edebiyat hakkında tartışırlar. Buradaki tartışmanın odak noktasını, sosyalist ve anti-faşist mücadele için geçmişteki kültürel mirastan yararlanma düşüncesi oluşturur.

Öncelikle de, işçi olan Ben-anlatıcının ve Coppi’nin anne ve babası ile yapılan konuşmalarda, Alman işçi hareketinin Birinci Dünya Savaşı’yla beraber bölünmesi, Weimar Cumhuriyeti’ndeki işçi hareketi, Nazilerin iktidara gelişinin nedenleri tartışılır. Ben-anlatıcı SPD’de (Almanya Sosyaldemokrat Partisi) örgütlü olan babasıyla tartışmalarında, SPD’nin işçi hareketine karşı ihaneti ve bu bunun sonucu olarak yenilgiyi dile getirir. “Reform ve Devrim arasındaki ikilem” (35) sürekli tartışılan bir konudur.
Romanın birinci cildi iki bölümden oluşmaktadır:
Birinci bölüm Berlin’de geçmekte; İspanya?da geçen ikinci bölüm ise İspanya İç Savaşı’nda en ince ayrıntısına kadar anlatılan nedenlerden dolayı kaybedilen savaşa ayrılmıştır. İspanya’da faşizme karşı cephede, Ben-anlatıcı Max Hodann isimli bir doktorun yanında çalışır.

İkinci cilt Eylül 1938?den sonra Paris?te geçer. Ben-anlatıcı Paris’te kültür biriminde çalışan Willi Münzenberg?le tanışır. Daha sonra İsveç?e giden Ben-anlatıcı burada bir fabrikada ?temizlikçi ve ateşçi? olarak çalışır. Aynı zamanda gizli olarak çalışmalarını sürdüren KP için küçük görevler üstlenir. Ayrıca İsveç?teki yeraltı direniş çalışmaları, İsveç devletinin bir yandan savaşa karşı tarafsız görünmeye çalışırken, öte yandan siyasi sürgünlere mülteci hakkı vermeyişi (bu sürgünlerden bazılarını İsveçli komünist işçiler evlerinde gizlemektedir), bu sürgünleri kapı dışarı ederken onları ölüme teslim etmesi ve böylelikle de ister istemez Nazilerin tarafını tutuşu anlatılır.

Bu bölümde Brecht ve -Ben-anlatıcının da aralarından bulunduğu- arkadaş çevresi, İsveç halk kahramanı Engelbrekt?in yaşamını, 15.yüzyılda onun önderliğinde gerçekleştirilen halk ayaklanması üzerine bir tiyatro eserinin kolektif bir çalışmada kaleme alınışını da anlatır.
Dolayısıyla İsveç tarihi, 11. yüzyıldan İkinci Dünya Savaşı?na kadar ezilen sınıfların (ilk başta köylüler, sonra işçiler/emekçiler) açısından ele alınır. Ben-anlatıcı Brecht?in kılavuzluğunda ilk yazma deneyimlerini de gerçekleştirir. Alman ordusunun 1940?ta Norveç?e saldırmasından sonra, Brecht Finlandiya?ya geçer.

Üçüncü cilt de iki bölümden oluşur: Birinci bölümde hem Berlin?de, hem de sürgünde Nazilere karşı direniş temalaştırılır. Sanat akımlarının tartışılması, edebiyatta kadının konumu, Karin Boye, Krupskaya, Libertas, Bischoff gibi kadınlardan yola çıkarak direnişteki kadınlar; gaz odaları, katliamlar ve Krupp, IG-Farben gibi büyük sanayiinin işlevi de burada ele alınan konular arasındadır.

Üçüncü kitabın ikinci bölümünde ?Kızıl Orkestra?nın 1942?de tuzağa düşürülmesi, karakterlerin hapishanede geçen son günlerine, ardından da idam edilmelerine yer verilir.
Sürgündeki Alman solcularının perspektifiyle kayıpların ve yenilginin nedenleri tartışılırken bunlar olumlu ve olumsuz yanlarıyla, çelişkileri ve yanlışlarıyla, kısacası bütün yönleriyle yansıtılır.
Bu bağlamda Peter Weiss?ın romanında sürgünlük ve sürgünde yaşam ve mücadele üzerine yaptığı tespit önemlidir.

“Sürgünde yaşaması onun için kökünden kopmak anlamına gelmemişti. Almanya’dan atılıp ülkesini geride bırakmıştı, ama nereye savrulduğu belli olmayan bir mülteci olmak üzere değil. Cenevre’de yapacağı görevler bulmuştu, Oslo’da, Paris’te, ya da işte İspanya’da; dostlarla, yoldaşlarla karşılaşabileceği her yerde kendine düşen işler bulurdu. Bir mülteciyle, politik sürgün arasındaki fark var, dedi; biri kendini yabancı bir ortamda boşluğa düşmüş, ülkesinin, alışık olduğu şeylerin eksikliğini hissetmenin acısını yaşar, başına geleni anlamaktan uzak veya anlamaya isteksizdir ve bir taraftan kişisel acılarıyla diğer taraftan yeni ülkeye uyum zorluklarıyla boğuşur; oysa diğeri ülkeden uzaklaştırılmasını hiçbir zaman kabullenmez, atılmasının nedenlerini hep göz önünde tutarak kendisinin günün birinde ülkesine dönmesini sağlayacak değişim için mücadele eder.”
(Weiss, Direnmenin Estetiği, 237)

Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi Direnmenin Estetiği?nde bütün ülkelerde anti-faşist sürgünler direnişe geçmiştir. Başka ülkelerden İspanya?daki cepheye giden gönüllülerin sayısı Direnmenin Estetiği?nde şu şekilde verilmiştir: ?beş bin Alman ve Avusturyalı, on bin Fransız, altı bin İngiliz, Amerikalı, Kanadalı, üç bin İtalyan, bin İskandinav, bin Yugoslavyalı, iki bin Polonyalı. Toplam elli üç ülke taburlarda temsil edilmekteydi.? (276) Birçok ülkeden İspanya?daki halk cephesi saflarında yer alan Ludwig Renn, Bodo Uhse, Erich Weinert, Willi Bredel, Gustav Regler, Ernst Busch, Hans Marchwitza, Anna Seghers, Egon Erwin Kisch, Alfred Neumann, Rafael Alberti, Ernest Hemingway, Joris Ivens, Ilja Ehrenburg, André Malraux, Antoine de Saint-Exupéry, Georg Branting, Ernst Toller, Stephen Spender, John Dos Passos, Pablo Neruda, David Alvaro Siqueiros gibi yazar ve sanatçı kişilerin yanında, birebir cephede yer almayan, ancak dışardan halk cephesini destekleyen Heinrich Mann, Thomas Mann, Arnold Zweig, Lion Feuchtwanger, Bertolt Brecht, Friedrich Wolf, Erwin Piscator, Romain Rolland, Bernard Shaw gibi yazarlar Direnmenin Estetiği?nde onurlandırılmıştır. (196) H. Mann gibi yazarlar sanat üretimleri ve edebiyatlarıyla faşizme karşı mücadele ederler. H. Mann, Klaus Mann, Lion Feuchtwanger, Arnold Zweig gibi antifaşist, sosyalist, komünist aydın ve yazarlar Paris ve Prag?da bir araya gelip Fransa ve İspanya?daki halk cephesine katılırlar. (141)
Sürgünler Almanya dışında Hitler Almanya?sına karşı mücadele verirken, Nazi Almanya?sının Avrupa?da yayılması 1938?de Avusturya?dan başlayarak, Çekoslovakya, Polonya, daha sonra da 1940?ta Fransa?yı ele geçirmesiyle gerçekleşir.
İngiltere ve Fransa ilk başta Almanya?nın bu saldırılarına karşı son derece kayıtsızdır. Bununla ilgili olarak Weiss?ın romanında üzerinde durduğu önemli bir nokta, Fransa ve İngiltere?nin gizliden gizliye Almanya?nın Sovyetler Birliği?ne saldırmasını arzulamalarıdır. Weiss bununla ilgili şöyle bir not düşmüştür:
?1936?da Avrupa kokuşmuş bir leş yiyicisiydi, kayıtsızlığının içinde çürüyen, Batı ve Doğu Avrupa?da faşizmi durdurabilirlerdi, biraz ahlakları olsaydı. Korkaklık ve ihanetten oluşan tek bir orji…? (Weiss, Notizbücher, 1981: 824)
Direnmenin Estetiği?nde de dile getirildiği gibi, Avrupa faşizminin en büyük düşman bellediği ülke şüphesiz en başta Sovyetler Birliği?dir. Romanda bu şu şekilde dile getirilmekte:
?İngiltere?nin, Fransa?nın ve taraf olmama kılıfı altında onları destekleyen ülkelerin Sovyetler Birliği?ni yalnızlaştırma ve boğma isteği faşizm korkusundan daha ağır basıyordu. Batı Avrupa?yı yönetenler barıştan söz ederek kendilerinin temiz olduğunu göstermeye çalışırken barıştan anladıkları sosyalizmin felce uğratılmasıydı, Chamberlain ve Daladier ise uçağa binmelerinden önce barışı kurtarmak için hiçbir bedel ödemekten kaçınmadıklarını beyan ettiklerinde, çatışmanın Almanya?nın ve onun biricik düşmanının birbirlerine düşmesiyle sınırlı kalacağının hesabını yapıyorlardı;
[?] Onlar bu huzurun savaşın, tam teçhizat hazırlanmak için ertelenmesi olduğunu, daha büyük bir yağma için zaman kazanıldığını biliyorlardı. […]
Savaştan nefret edenler savaş için çalışmaya zorlanmıştı. [?] Kâr edenlerin ayakta tuttuğu ve halkları aşağılayan, uşaklaştıran sistemi sonsuza dek ortadan kaldırmak, işte bizi bekleyen görev buydu, bizden bütün gücümüzü kullanmamızı isteyen ve bizi bu yenilgi ve bitkinlik anında düşman karşısındaki biricik silahı, birlik silahını aramaya iten görev.? (345-346)
Burada söz edilen birlik, halk cephesi sayesinde gerçekleştirilecekti. Sovyetler Birliği?nin savunulması Direnmenin Estetiği?nde halk cephesinin ve
sosyalistlerin hedefi olarak ele alınır. Weiss?ın romanında İkinci Dünya Savaşı?nda Sovyetler Birliği?nin konumu, faşizm ve büyük sanayinin ilişkileri, Batılı kapitalist ülkle yöneticilerinin iki yüzlü tavrı üzerine anlatılanlar tarih kitaplarından daha nesnel ve aydınlatıcıdır. Roman, savaşa direnenlerin cephesinden yaklaştığı için de önemli bir savaş ve direniş romanıdır. Şonuç olarak Direnmenin Estetiği?nde antik toplumdan başlayarak resmi tarih yazımında yer almayan savaşlar ve direnişler bütünlüklü bir şekilde işlenerek bu savaşları sınıfsal olarak algılamamız sağlanmaktadır.

Yazan: Mediha Göbenli
Sanat Cephesi, Eylül 2006 sayı 7

Yazıda Kullanılan Tablo Hakkında Bilgi
Masumların Katli
Peter Paul Rubens, 1611-1612
Yağlıboya

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir