Seyran Destanı üzerine – Sadık Güvenç

gülten4 Kasım 2015 günü kaybettiğimiz Gülten Akın, 23 Ocak 1933 Yozgat doğumludur. Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitiren şair, eşinin görevi nedeniyle yurdun değişik yerlerinde bulundu. Gittiği yerlerde avukatlık ve yardımcı öğretmenlik yaptı.

İlk şiirlerinde doğa, ayrılık, aşk, özlem gibi konuları ele alan Gülten Akın daha sonra toplumsal sorunlara yöneldi.

Yaşadığı yerlerden edindiği izlenimlerle zenginleşen ve coşkulu bir insan sevgisiyle yoğrulan şiirlerinde, toplumsal sorunları, yaşam-halk ilişkisini öne çıkardı. Şiirleri pek çok dile çevrildi ve kırktan fazla şiiri bestelendi. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ölümünden sonra Milliyet gazetesinin yaptığı yaşayan en büyük şair araştırmasında en çok oyu aldı (2008).
Gülten Akın, Beni Sorarsan adlı şiir kitabını 2013’te yayımladı ve bu kitabı ile Metin Altıok Şiir Ödülü’ne layık görüldü.
Yedi adet kısa oyun yazdı. Tiyatro metinlerinde kadın, evlilik, düzene yönelik eleştiriler, yoksulluk, yalnızlık, yaşlılık ve yabancılaşma gibi konular üzerinde durdu.
Akın’ın şiir kitaplarından bazıları : Rüzgar Saati (1956), Kestim Kara Saçlarımı (1960), Sığda (1964), Kırmızı Karanfil (1971), Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı (1972), Ağıtlar ve Türküler (1976), Seyran Destanı (1979), İlahiler (1983), Sevda Kalıcıdır (1991), Sonra İşte Yaşlandım (1995), Sessiz Arka Bahçeler (1998), Uzak Bir Kıyıda (2003), Beni Sorarsan (2013).

“Bizim ülkemiz, bizim halkımız kendi uygarlık dönüşümünü gerçekleştirme sancıları içinde bir halktır. Bu ülkenin ozanı, eğer egemen kesitten değilse, suda balık gibi, Behrengi’nin “Küçük Kara Balık”ı gibi gündelik yaşamın, halkın yaşamının içindeyse, neyi yazmalı bile demiyorum, neyi yazacak? Yaşadığını elbette. Elbet dolup taşacak şiirleri gerçeğin yansımasıyla. Elbet dolup taşacak şiirleri yaşanası bir dünyanın özlemiyle, umuduyla.” (Gülten Akın, Şiiri Düzde Kuşatmak, s.41)

İlk baskısı 1979’da yapılan Seyran Destanı’nda 1970’lerin Ankara’sından yola çıkan Gülten Akın yukarıda söylediği memleket gerçeklerini anlatır. Kullandığı dil şiirlerinde ele aldığı kişilerin dilidir. Onlardan kopuk yapay bir şiir dilinin yeri olamaz onun şiirlerinde.
“Halkın sindiremediği, ona yabancı biçimler içinde, yadırgı dil yapısı, sözcükler içinde öz kaynar gider. Türk şiirinin elli yıllık serüveninin altında yatan trajik durum bu yabancılaşmadan, özellikle otuz otuz beş yıldır Batı kültürünün, eğitim dizgesinin Batı edebiyatının baskınına, baskısına uğramaktan kaynaklanmaktadır. Yayılmacılığın kendisidir bu.” (Gülten Akın, Şiiri Düzde Kuşatmak, s.42)

Sanat kaygısı taşımadan, biçim kaygısının verilmek istenen özü bastırmasına engel olarak oluşturuyor yapıtını. “Sağlam bir dünya görüşüne , devrimci bir bilince sahip olmadıkça ozan, hem kendi şiirinin gelecek aydınlığını, hem halkının geleceğini birlikte sağlamak için yürekli davranmadıkça bir kısır döngü sürer gider.” Yaşanılası bir dünyanın özlemidir onu bunları söylemeye iten şey.

“Ağıtla başlarız yaşamaya
Konuşmadan önce sövmeyi biliriz
Yarısı alkışsa sözlüğümüzün
Gerisi ilenç
Bizim kadar çabuk hangi desti dolar
Akar hangi böğet
En gergin tel biziz
Amma
Kaç Eyüp şaşkına döner sabrımızdan
Dağları tutmuşuz boylarımızla
Ayakta bir halkız
Kentlerde simgemiz kondularımız
Bin duran uygarlık eskittik
“Göçtür göç”ü vuran davulumuz
Eskimemiştir.”
(Seyran Destanı s.8)

Gecekondu insanının bitmeyen çilesi, göçün nedenleri, kent yaşamına uyum sağlama adına yaşanan sömürü, rant kavgaları, sürüp giden gündelik ekmeğinin peşindeki insanın yaşam kavgası destanlaştırılır.
Seyran Destanı’nın Sunuş’unda şunları söylüyor şair:
“… 1940’lardan bu yana, göç nedenleri oldukça değişmiş de olsa, yoğunluğu artarak süren yeni bir göç dönemini yaşıyoruz.
Göçenler, köylerin eli iş tutan genç insanlarıdır. Bu diri iş gücü, önceleri kentler içine, çevresindeki sanayi kollarına gerekmiştir. Bir yandan köy iterken, öte yandan kent, daha çok para, daha uygarca yaşama özlemlerini kullanarak, çekmiştir.
Ata yurdundan, baba ocağından ıralacak kadar gözüpek, diri, atak olanlar sular gibi yürümüşler. Tarihimizdeki kaleler, palankalar yerine gecekondular kurmuşlardır.

Kentlerin eski oturanlarının yakınmaları, bu kıyılardan doğru iri iri soluyan dev için, bir karıncanın soluğu gibi gelmektedir artık. Türkiye’nin toplumsal gelişmesi, ekonomik sıçraması, demokratikleşmesi, bu devin ellerindedir. Ve dev, ellerinin bilincindedir.

Diliyoruz ki, bu “Seyran”, “Büyük Halk Destanı”mızın bir girişi sayılsın.”
Seyran Destanı, şairin yukarıda sözünü ettiği göçe mecbur kalmış, gecekonduda yaşama tutunmaya çalışan, gittikçe gücünün farkına varan insanın destanıdır. Destan olmak, destanlaşmak kolay mı öyle? Bu işin içinde kan var, kavga var, mahpusluk var, ölüm var…
Şair, Seyran Destanı’nda folklorik öğelerden yararlanıyor. Şiirine halk türkülerinden, ata sözlerinden esintiler katıyor. İyi de ediyor, şiire bir derinlik bir başka akıcılık, bir başka anlam geliyor. Dahası okuyucu memleketin seyranına çıkıyor:

“Çekirgeyi hayladılar yazıya
Ot kalmadı koyununan kuzuya
Şeytan dakneşti işimize
Veriyoruz yine, azalsa da
Alıyoruz yine
Ama bizde bir şeyler çoğalıyor
Dipsiz kuyulara dönüyoruz, masal devlerine
Ne versen aç, ne giydirsen çıplak” (s.16.)

Kitabın birinci bölümünde Çorum’dan, Yozgat’tan, Kars’tan, Kırşehir’den, Sivas’tan, Hakkari’den, Van’dan Ankara’ya göçüp gelen insanların göç maceraları dile getirilmektedir. Anılan yerlerin halklarının bitip tükenmeyen memleket özlemleri, oralara özgü yaşam esintileri, memleket güzellemeleri, hepsinde kaçınılmaz aynı sonuç kahrolası bırakıp gelme nedenleri anlatılır.
“Çorum’dan Gelirik” başlıklı bölümde Çorum’un türküleri, efsaneleri, oyunları sıralanmaktadır.
“Koyunbaba’ya sığınır, Kızılırmak’a
Taş çekerek köprü kuran geyiklerine
Ateşe sığınır, leblebicidir
Halay kurar, Dillala’ya durur
İğdeli geline divane olur
Destinin kulpuna şahin kondurur
Çorum’dan gelirik.” (s.21)

“Yozgat’tan Gelirik” başlıklı bölümde Kuvva-yı Milliye’ye, Çerkez Ethem’e , Kurtuluş Savaşı’na atıfta bulunur şair. Şive taklidi yapar, yerel sözcüklere yer verir. Almanya’ya göçten söz eder:

“Bin dokuz yüz altmış beşte
Sen ne belliyon ağabey
Bilakis sen bizi
Karayağız ufarak
Gördün de beğenmedin mi?
Avradımız bile avradımız
Yiğittir
Pes etmez tez varaya
Hamur yoğurur
Oğlan doğurur tekne başında
Sırtında çıtırgı yazıda yabanda
Burçak tarlasında er kişi niyetine
Bilakis
Ellerine koyduk namusumuzu
Anamızı oğlumuzu kızımızı
Alamandaydık.” (s.28)

Birinci bölümde göç dalgasına kapılan halkın geldikleri yerleri ve onların ortak yönlerini tanıyoruz. Kitabın ikinci bölümünde yurdun dört bir yanından kopup gelen bu göçmenlerin giderek ortaklaşan yazgıları ve dayanışmaları, birlikte verdikleri var olma, yaşama tutunma mücadeleleri anlatılır. İşe giden kadınlar, yorulup yığılan kadınlar, temizlikçi, gündelikçi kadınlar… Başkalarının çocuklarına göz kulak olan, kendi çocuklarına ayıracak zaman bulamayan kadınlar…

“Vurgun yemiş serilmiş bir köşeye
Bir ölse, diyor anası, bir ölse
Hangi bir ülkenin
Hangi bir yerinde
Hangi bir ana
Bebeğini ölsüne tutuyorsa
Batmıştır o ülke
Ölüm girmiştir temeline.” (s.91)

Bir yanda lüks içinde “ipeğin ve elmasın pırıltısında sabahlara kadar dans eden, sarışın şarkıların ayakları altına saçılan yüz bin kilo pirinç paraları,” bir yanda ölsüne tutulan Telli Bebek için bir parça pirinç, bir parça elma, bir yudumcuk bulunamayan çay…” Uzun yolların işçisi babanın kesesi yetmiyorsa geçinmeye “batmıştır o ülke/ Ölüm girmiştir temeline.” (s.93)

“Küreğinin sapı gürgen ağacı
Alişan’ın kum içinde ilacı
Ölümle sınandı Ladiger bacı
Düşer gelir bir kardaşın üstüne.” (s. 96)

İzmir Karabağlar’da kum ocağında çalışırken kamyonun altında kalarak can veren bir işçinin ardından söylenen ağıttan alınmıştır bu dörtlük. Bitmiyor göç. Bitmiyor Ankara’ya gelmekle çile. Göç devam ediyor. Yozgat’tan Ankara’ya gelen Ladiger’in kocası Alişan İzmir’e gitmiştir. İzmir’de bulmuştur ecel onu.

“İbrahim’im ben öleydim
Uğruna köle olaydım
Uzanmış da Ankara2nın orta yerine
Gövdesi dünyayı sarsıp durdurmuş
Nen eyle diyor anası
On altı yaşında ufacık öyle
Yavrum nen eyle, dalım nen eyle” (s.103)

İbrahim’i ıssız bir yerde pusuya düşürmüşlerdir. Suçu: “İbrahim’in suçu büyük/ İbrahim halkını seviyor/ Dalıyor umutlar içinde/ Gelecek aydınlığı düşlüyor.” (s. 100)

“Gökte bulut yan yan gider
Yaralarından kan gider
Töresi batası dünya
Kahpe kalır, şahan gider.” (s.109)

Ertuğrul’u Ortadoğu Üniversitesi’nin kapısında arkasından vururlar. Ertuğrul’a yakılan ağıt tüm yurtta yankılandı.
Benzer ölümler ve pusular, direnişler anlatılır. Bu böyle sürüp gitmedeyken “derlenip anaparanın şeyleri/ meşveret kurdular/ Hay hay hay/ Hani bizim dağlarımız dağlarımız/ Mor çubuklu da gök yapraklı bağlarımız/ Derelerimiz beyliğimiz derebeyliğimiz/” (s.121) diyenlerle karşılaşırız. Gecekonduları dar edilmek istenir Seyran halkının. Anaparanın şeyleri, birkaç komşuyu birkaç kuruşa satın alınca bozulur mahallenin birliği. Dirlik düzenlik azalır. Ama bir yandan da bölük bölük bölünen akıl derlenip toparlanmaya başlar.
“Birikmişiz on bin kez on bin kişi
İncirli’den, Tuzluçayır’dan, Çinçin’den
Zulüm ve yokluğu yargılayacağız
Belleyip belletiyoruz iyice
Zam, zulüm işkence
Faşizm bu işte” (s. 125)
On binler mitinglerde buluşur. Buluşur ama iti köpeği ortalıkta kol gezen bu faşizmin sahibi kimdir bilemezler.
“Ama bilmiyoruz daha
Faşizmin sahabı kim
Faşizmin sahabı görünmüyor
İti köpeği ortalıkta.” (s. 125)

Kızıldere’de öldürülen gençleri anımsatır , her parçası bir dağda kalan ölümleri, kurşunlanan kahvehaneleri, göğ ekin gibi biçilen gençlere üzüntüsünü dile getirir destanını bitirirken.
Aslında bitmiş midir destan? Ne diyordu kitabın sunuş yazısında şair: “Diliyoruz ki, bu “Seyran”, “Büyük Halk Destanı”mızın bir girişi sayılsın.”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here