Son Ada, doğal zenginliklerle dolu bir küçük adada geçiyor. Adayı yıllar önce çok varlıklı bir adam satın almış, daha sonra sevdiği birkaç dostunu da burada ev yapmaya teşvik etmiş ve böylece kırk evden oluşan bir topluluk oluşmuş. Birbirleriyle anlaşan, azla yetinen bu insanlar, elektrik ve telefon olmadan, kendi kaynaklarıyla ısınarak ve beslenerek geçiniyorlar. Tek gelir kaynakları yılda bir ürün aldıkları, o adaya özgü, çam fıstıkları. Bütün adalılar senede bir fıstık toplamayı da bir şölen haline getirmişlerdir. Derken, darbeci bir başkan, emeklilik yıllarını geçirmek üzere, herkesin her şeyiyle hoşnut olduğu cennet bir adaya yerleşir. Başkan, ruhuna dek işlemiş olan yıkıcılık potansiyelini, geçmiş politik gücünden de yararlanarak kullanmaya kararlıdır…
Zülfü Livaneli romanı Son Ada?da *” (…) bir düşünceyi netleştirmek isteği roman boyunca hissediliyor. Başka bir düşünceye yer vermeyerek, romanı saptırmadan ve karmaşıklaştırmadan, hep aynı düşünce etrafında olayları geliştirerek anlatıyor. Son Ada, doğal zenginliklerle dolu bir küçük adada geçiyor. Adayı yıllar önce çok varlıklı bir adam satın almış, daha sonra sevdiği birkaç dostunu da burada ev yapmaya teşvik etmiş ve böylece kırk evden oluşan bir topluluk oluşmuş. Birbirleriyle anlaşan, azla yetinen bu insanlar, elektrik ve telefon olmadan, kendi kaynaklarıyla ısınarak ve beslenerek geçiniyorlar. Tek gelir kaynakları yılda bir ürün aldıkları, o adaya özgü, çam fıstıkları. Bütün adalılar senede bir fıstık toplamayı da bir şölen haline getirmişler.
Adalıların büyük bir çoğunluğunun yetişkin olduğunu anlıyoruz, emekliler ve geçmişlerini silmek isteyen orta yaşlılardan oluşuyor ada nüfusu; kırk evin içinde, ne bebek ne de çocuktan bahsediliyor. Ada yaşamının bir nevi huzurevi temposunda olduğunu söylemek yanlış olmaz. Adanın bir ilginç özelliği burada kimseye adıyla hitap edilmemesi. Herkes oturduğu evin numarasıyla çağırılıyor. Burada yöneten ya da yönetilen olmadığı gibi, birey ve toplum yaşamında bencilliğin nedeni olan mülkiyet de yok.
36 numarada oturan adam
Livaneli?nin son adası akla tabii Thomas More?un Ütopya?sını getiriyor. Ütopya?da da halk toprak sahibi değildir, sadece toprak işçisi ve emekçidir. More, kitabında insanın doğuştan günahkâr sayıldığı ortaçağ inancına karşı çıkarak insanın özünde iyi yaratılmış ama mülkiyet ve güç dengeleri yüzünden sonradan kötü davranışlara girdiğini savunur. Ütopya?da yaşayan insanlar iyidir. Aynı, son adada yaşayanlar gibi. Onlar da özlerinde iyi ve saflardır; ancak saflıkları ve politik oyunlar karşısında edilgen davranmaları, ellerindeki mutluluğu sonsuza dek kaybetme tehlikesini doğurur.
Adadaki kusursuz düzen ve huzur, emekliye ayrılan darbeci devlet başkanının adaya yerleşmesi ile bozulur. Fakat asıl kötülükler, doğadaki dengelerin bozulmasıyla gerçekleşecektir. Darbeci başkan, adanın en güzel koylarına el koymuş martılardan kurtulmak fikrini ortaya atar. Buralara beş yıldızlı oteller yapıldığı takdirde, herkes zenginleşir ve etrafı kirleten martılardan da böylece kurtulur adalılar. Karşı çıkan bir iki ses, devlet başkanının gücü karşısında cılız kalır ve martı katliamına karar verilir. Bu noktadan sonra okur da artık hiçbir şeyin adayı ve ada halkını kurtaramayacağını anlar.
Roman, 36 numaralı evde oturan kişi tarafından anlatılır. Yazmaya hevesli fakat yeteneksiz bir yazardır. Bunu ona yakın dostu Yazar da sıklıkla söyler. Romanın başında anlatısını affettirmek adına birkaç kez okurdan özür diler: ?Adada benim yıllarca en yakın arkadaşım olan Yazar, bütün bunları kimbilir hangi yazı hüneriyle, eğretilemeyle, metnin içine yedirerek verebilirdi size. Ne yazık ki, adanın ve sevgili arkadaşımın başına gelen korkunç olayları sadece benden öğrenmek durumundasınız. Bu yüzden de postmodern, anti-roman, yeni roman vs. gibi karmaşık anlatım tekniklerini bilmeyen benim gibi sıradan bir yazıcıya katlanmak zorundasınız.? Roman boyunca çok kereler bu görüşlerini tekrarlıyor. ?Basit bir anlatıcıyım ben.? ?Elbette bütün bunları size çok daha usta bir biçimde, edebi cümleler kurarak aktarabilmeyi isterdim.? Fakat sonunda, ?Benim amacım size ustalığımı kanıtlamak değil, hikâyemizi anlatmak? diye asıl amacını dile getirir.
Baştaki özür diler hava, aslında anlatıcının kişiliğini anlamamız için de yardım eder. Çekingen, kendine güvenmeyen, içe dönük yapıda biridir. Gücünü yakın dostu Yazar ve sevgilisi Lara?dan alır. Sevdiklerine güç gerektiğinde ise, bunu göstermekten aciz biri olarak görünür, sevdiklerine doğru zamanda destek olamaz.
?Biliyorsun ama…?
Genelde romanlarda alegorik formu, konunun sadece bir bölümüyle ilgili olarak görürüz. Bazen bir rüya şeklinde, bazen de minyatür bir dünya kurarak bunu yapar yazar. Livaneli ise Son Ada?nın tamamını alegori şeklinde kurgulamış. Ada halkının başına gelenler, genel olarak halkın iktidar karşısındaki tutumunu ifade eder. Bunu, roman kahramanı Yazar dile getirir: ?siyasetle ilgin olmadığını biliyorum ama yaşadığın dünyaya gözlerini bu kadar kapatmaya hakkın yok. (…) Aralarına nefret tohumları ekilen etnik, dini ne kadar grup varsa, bunların durmadan birbirini öldürdüğünü, kan davasının giderek azgınlaştığını da biliyorsun!? Bu sözlerde dile getirildiği gibi, alegoriyi roman boyunca bire bir politik mesajlarla birlikte vermiş Livaneli. Politik paralellik kadar bence romandaki çevreci düşünceler de önemliydi. Çevreye duyarlılık ile insana duyarlılık bu romanda birbirinden ayrılmamış. Roman boyunca da dikkati ada halkının özelliklerine çekmemeye çalışmış, böylece genel halk kavramı ada halkı ile hep örtüşmüş. Adanın kırk evinde oturan insanların hiçbirini tanıtmadan, belli bir durumda yaptıkları bir iş ya da eylemle anmış sadece. Bu durum, ünlü çizer Peyo?nun Şirinler çizgi romanını getiriyor akla. Şirinler gibi, ada halkının da sadece bir tanesi kadın, başka deyişle bir tek kişi kadın rolüne çıkıyor. Bir tanesi doktor, bir tanesi bilge (emekli noter), bir tanesi yazar, vb. ve bunların hepsi bir tek gerekli role çıkıyorlar. Gerçek dinamikleri olan bir toplum hissi uyandırmıyorlar fakat bunu yazarın bilinçli yaptığı söylenebilir. Kişiler yerine davranışlar dikkate alınmış. Son Ada özellikle genç okurların severek okuyacakları bir roman. * ASUMAN KAFAOĞLU
HALUK ŞAHİN, Radikal Gazetesi, 13/12/2008, Son Ada?yı yitirdik mi?
?Son Ada?yı yitirişimizin hikâyesini anlattım.? Zülfü Livaneli?nin ?Son Ada? adlı romanı bu cümleyle bitiyor.
Kitabı kapatırken sordum kendi kendime:
?Son Ada?yı gerçekten yitirdik mi? Tümden elden çıkardık mı? Bitti mi o rüya?
?Son Ada neresi?? diyeceksiniz.
Nereden baktığınıza göre değişir.
Son Ada bir alegori. Anlattığı öyküden başka öyküler de anlatmak için yazılmış bir metin.
Son Ada?yı, 12 Eylül dönemi Türkiyesi?nin temsili öyküsü olarak okuyabilirsiniz.
Son Ada?yı dinsel ya da seküler bir çeşit faşizmin Türkiye?yi ya da bir ülkeyi ele geçirip bitirişinin öyküsü olarak da okuyabilirsiniz.
Son Ada?yı, nihayet, narin ekolojik dengelere dayanan yerküreyi, insanlığın mahvetmesinin öyküsü olarak da okuyabilirsiniz. Son Ada, tamahkâr ahlakın, yok oluşun sınırlarına
getirilen Mavi Gezegen?dir.
Niçin böyle oluyor? Bu bitirişin, yok edişin sorumluları ve suçluları kimlerdir?
Bu soruyu sorduğumuzda karşımıza kötülük kavramı çıkıyor.
Livaneli?nin karakterleri de tartışıyorlar kötülüğü. Kötülük kalıtımsal mıdır, yoksa toplumsal mıdır? Bunu kendi aralarında uzun uzun tartışıyor ama kötülüğün adım adım kazanışını önleyemiyorlar.
Gençliğimde ?kötü insan? genellemesine karşı çıkar, sorumluluğun toplumsal ortam olduğunu savunurdum.
Sonra kötü insanlar çıktı karşıma. Kötülük yapmak için yaşayan insanlar. (Kötülük
yapmadan yaşayamayan insanlar…) Onları anlamaya çalışırken çocukluğumda yaşadığım
bir olay geldi aklıma.
Bir gün Bursa?da mahallemizde güzel güzel oynarken, adının Şenel olduğunu hatırladığım bir çocuk, birden sırtıma feci bir yumruk indirip kaçıp gitmişti. O güne kadar iyi arkadaştık, o gün de aramızda tatsız bir şey olmamıştı.
Bir daha konuşmadık! Bana durup dururken niçin yumruk vurup kaçtığını hiçbir zaman anlayamadım… Meğer başkalarına da yapmış böyle şeyler.
Ama niçin? Kötü bir insan olduğu için mi? Ruhunun bir bölümü, onu sürekli dürten kötülüğe tutsak düştüğü için mi? Kötülük etmeden rahat edemediği için mi?
Yoksa yaptığı kötülükler toplumdan gereken tepkiyi görmediği, hatta prim yaptığı için mi?
Son Ada?yı okurken bir kez daha düşündüm bunları. Kara kara düşündüm.
Hayatta olduğu gibi romanda da, kötülük iyilikten daha kolay örgütleniyor. İyilerin çıkışları, çoğu kez cılız, zayıf ve yetersiz kalıyor.
12 Eylül?de böyle olmuştu, günümüz Türkiyesi?nde böyle oluyor, narin gezegenimizde böyle oluyor…
Gene de, ?Son Ada?yı tümden yitirdiğimize inanmak istemiyor insan. Belki de tek umut o: İçimizden ?Hayır? diyen o minik ses…
Zuhal Adalı, Remzi Kitapevi Kitap Gazetesi
?Bir gün alıp başımı gideceğim ve bir sahil kasabasına yerleşeceğim.? Şehrin koşuşturmacasından, çirkinliklerden, çıkar kavgalarından, modern dünyanın çoğumuzda vertigo etkisi yaratan ?fazla modern? kaygan zemininde, ayakta kalmaya çalışmaktan ne zaman sıkılsam, ?çoğu kimse gibi ben de? hep bu cümleyi söylerim. Huzurlu, sahici ilişkilerin yaşandığı kurtarılmış bir bölge bulmak ister ve orada, arkamı kollama paranoyasından kurtulup, her geçen gün değişik kanallarla üzerime boca edilen kirden arınmayı hayal ederim. Zülfü Livaneli?nin yeni romanı ?Son Ada?da tam da hayalimdeki gibi bir vahanın anlatımıyla karşılaştım.
Doğal bir akvaryumu andıran koyları, yasemin ve lavanta kokan sokaklarıyla tasvir edilen ada, âdeta bir cennet parçası. Burayı cennete dönüştüren yalnızca doğal güzellikleri değil; ?ülke?nin, çıldırmış dünyanın çığlıklarına çok uzakta olması da. Televizyon yok, telefon yok, sadece gazeteler var ve neyse ki onlar da haftada bir kez adaya ulaşıyor. Burada, bir avuç insan, gerçek hayatın kaygılarını çoktan unutup doğayla uyum içinde yaşıyorlar. Öğle uykularından kalktıktan sonra, güzel bahçelerine kurulup edebiyattan, müzikten konuşmaya zaman ayırabiliyorlar. Başlarında bir yöneticileri, uymak zorunda oldukları kanunları, asayişi sağlayan kolluk kuvvetleri yok. ?Medeniyet?le birlikte, mülkiyet kavramının da uzağındalar; hep beraber üretiyor, ürettiklerinin getirisini eşitçe paylaşıyorlar. Ancak bir gün, açıklara bir gemi yanaşıyor. Darbeci bir başkan emeklilik günlerini geçirmek için adayı seçmiş! İşte bu noktadan sonra roman, asıl meselesini ortaya koymaya başlıyor. Adalılar yeni komşularının da kendileriyle birlikte adanın dingin dünyasına karışıp gideceğini sanıyorlar. Ancak öyle olmuyor ve iktidar hırsı iliklerine dek işlemiş yeni komşu, bir süre sonra adanın Başkan?ı oluyor.
Romanın ilgi çekici sahnelerden biri, Başkan?ın yalnızca kırk haneden oluşan ada halkını, bir yönetime ihtiyaçları olduğuna inandırışı. Bir vodvili anımsatan bölümde Başkan, adalıları etrafına topluyor ve kurnazca bir soru-cevap oyunuyla onları bu ?anarşist? düzenden kurtulmaları gerektiğine ikna ediyor:
? Başkan akıcı konuşmasıyla bize önemli şeyler söyledi. Önce medeniyetin ne olduğu, insan topluluklarının nasıl yaşaması gerektiği, nizam intizam gibi genel konulardaki düşüncelerini açıkladı, sonra, ?Geçen gün ağaçların budanması konusunu görüşürken bazı arkadaşlarınız bu uygulamayı doğru bulmadıklarını belirttiler,? dedi. (?) ?Doğru mu??
?Doğru!?
?Güzel,? dedi. ?Demek ki bu adada nasıl yaşanması, adanın nasıl idare edilmesi konusunda fikir ayrılıkları var. Doğru mu arkadaşlar??
(?) Hep bir ağızdan ?Doğru!? dedik.
(?)
?Her kafadan bir ses çıktığı, değişik fikirlerin düzene sokulamadığı sisteme ne ad verilir arkadaşlar??
(?)
?Ben söyleyeyim, anarşi, anarşi! Her kafadan bir sesin çıktığı sistemin adı anarşidir! Doğru mu??
?Doğru!?
(?) ?sözü fazla uzatmayalım. Hiçbir insan topluluğunun istemediği gibi bu ada sakinleri de anarşi içinde yaşamak istemez, değil mi??
?İstemez!?
?Güzel! Bu durum beni düşünceye sevk etti.
Mademki adamızda temel konularda düşünce ayrılıkları var, o zaman bunları gidermenin yolu adayı bir yönetime kavuşturmaktır diye düşündüm. Değerli komşumdan öğrendiğime göre ?bu arada başıyla 1 Numara?yı işaret ediyordu? bu adada şimdiye kadar bir yönetim kurulu olmamış. Her şey başıboş bir biçimde sürüp gitmiş. Doğru mu??
?Doğru!?
(?)
?Bu adaya bir yönetim kurulu gerekli arkadaşlar,? ? ?Gerektiğinde adayla ilgili kararlar alacak, yaşamın daha huzurlu ve kimseyi rahatsız etmeyecek biçimde sürüp gitmesini sağlayacak, fikir ayrılıklarının önüne geçecek bir yönetim kurulu. Böyle bir kurulu oluşturmanın da yöntemleri var. Bu yöntem elbette demokratik olacak, demokrasi en yüce değerdir, öyle mi arkadaşlar??
?Öyle!?
O güne dek hallerinden hoşnut yaşayan adalılar, böyle bir söylevden sonra, ?pek demokratik bir seçimle?, yeni komşularını Başkan seçiyorlar ve her şey çığrından çıkıyor. Martılar katlediliyor; muhalif sesler susturulurken, ada silah sesleri ve hapishaneyle tanışıyor; vakitsiz ölenler için mezarlıkta yeni çukurlar açılıyor. Adanın masum insanları da, sözüm ona bir anarşiyle yine sözüm ona bir demokrasi arasında kalıyor, canavarlaşıyor. Tam da burada, roman kahramanlarından biri olan Lara, ?Demek ki o kötü dünya bizden o kadar da uzak değilmiş? deyiveriyor ve ben, kaçıp gideceğim bir yerin hayalini yitirme acısıyla kalakalıyorum.
Livaneli hikâyeyi sıradan birinin ağzından anlatıyor. Anlatıcı sık sık ?iyilik? ve ?kötülük? kavramlarına takılıp kalıyor. En yakın arkadaşının (Yazar) ilk günden Başkan?a muhalefet etmesinin ?önyargı? olduğunu düşünüyor, öte yandan martıları katleden Başkan’ın ?nasıl bu kadar kötü? olduğuna anlam veremiyor. İş işten geçtikten sonra da Yazar?a ?Ne yapayım sevgili dostum, ben hiçbir zaman senin kadar kararlı, senin kadar tutarlı olamadım. Topluluktan bu kadar ayrı düşünmeye, bu kadar tek başına kalmaya cesaretim yoktu. Her zamanki gibi haklıydın, doğruları cesaretle savunmak, ileride daha az zarar görmek için başvurulması gereken en önemli yoldu? diyor?
Livaneli güçlü bir alegoriyle, önce bir cennet kurup sonra onu yıkıyor. Sayfalar ilerledikçe, yakın geçmişimizden tanıdık yüzler beliriyor karşınızda. Livaneli de ?o kötü dünya aslında o kadar da uzağımızda/geçmişte değil? sözlerine katılıyor böylece. Neyse ki, her zaman el değmemiş bir son ada vardır diyerek gönlümü alıyor?
“Livaneli’den alegorik ve sarsıcı bir roman… Darbeci bir başkan, emeklilik yıllarını geçirmek üzere, herkesin her şeyiyle hoşnut olduğu cennet bir adaya yerleşir. Başkan, ruhuna dek işlemiş olan yıkıcılık potansiyelini, geçmiş politik gücünden de yararlanarak kullanmaya kararlıdır. Bu doğrultuda tüm adayı etkileyecek müdahalelere girişir.
Önceleri sıradan görünen bu müdahaleler, sonunda düşmanı düşmana kırdırmaya dek varacaktır. Başta martılar olmak üzere, ada halkı dahil tüm canlılar Başkan’ın acımasızlığından payını alacaktır. Bu arada durdurulamaz görünen bu gidişe direnen bazı sesler de vardır… Livaneli Son Ada’da, düşsel bir ülkede yaşanan aslında hepimizin aşina olduğu olayları alegorik bir anlatımla verirken, politik ve kişisel ihtiraslarla topluma ve doğaya müdahalelerin sonuçlarını da gözler önüne seriyor.” Tanıtım Yazısı
SON ADA, Zülfü Livaneli, Remzi Kitabevi, 2008, 184 sayfa