Sosyalist gerçekçi ozan Ali Yüce yaşıyor – Ali Ozanemre

ali_yüceAldım tüfeğimi elime
Umut doldurdum sabır doldurdum
İn sırtımtan ulan karanlık
Anam avradım olsun vururum
(Ali Yüce, Boyundan Utan Darağacı, Bilgi y. 1. b 1976)

“Duydumsa da zevk almadım Slav kederinden” dizesi, Yahya Kemal’in “Açık Deniz” adlı şiirinde geçer. Şair; çocukluğunu, ilk gençliğini yaşadığı Rumeli ortamında, bir bakıma içinde yaşayıp yakından tanıdığı bir kültüre -Slav kültürüne- yakınlık duyamadığını dile getirir bu dizeyle. Zevk alamamıştır o kültürden. Isınamamıştır…
Kimileyin kendimi, bu dizedeki Yahya Kemal gibi duyumsarım. Örneğin, “Faust”un büyüklüğünü hiç anlayamadım; Niçe (Nietzsche)’nin derinliğini ya da o derinlikte beni çekecek, çelecek bir şey göremedim; ve de günümüz post-modern sanat anlayışının (özellikle şiirde) üstünlüğünü… Bana ya hiçbir şey söylemeyen ya da zevk almadığım şeyler söyleyen bu anlayışla üretilmiş bir şiirdeki tadı alma, oradaki şiirselliği bulma yeteneğim yok belki de…. Ama suçun tümden bende olmadığını, bu konuda ‘hırsızın da’ suçlu olduğunu biliyorum. Öyle olmasaydı ölümünden (yaklaşık) 40, ortaya çıkışından 90 yıl sonra Nâzım’ı, 400 yıllık Karacoğlan’ı, 500 yıllık Pir Sultanı, (hatta Fuzuli’yi, Baki’yi), 700 yıllık Yunus’u iliklerimde, en kılcal damarlarımda duya duya okumazdım, okuyamazdım.
20. yüzyıl… Toplumsal dönüşümlerin hızına koşut olarak olaylara, varlıklara, insan ilişkilerine bakışın ve bununla birlikte anlayışın, özellikle sanat anlayışının, insanlığın geçmişinde görülmedik boyutta ivme kazandığı dönem… Henüz başlarında bulunduğumuz 21. yüzyıl bu bakımdan, bir öncekine göre on, yüz, belki de bin kat daha üstün. Biraz da küreselleşme modasının rüzgârıyla bireysel ve toplumsal olarak şaşkınlık atının yelesinde uçup gidiyoruz. Birçok şey gibi sanat anlayışı da değişiyor doğal olarak. Ama nereye? Kime? Nasıl?
Türk yazınının şiir dilimi irdelenirken, dönemler belirlenirken yakın geçmişimiz neredeyse 10’ar yıllık bölümler olarak ele alınıyor ve etkin sanat anlayışlarının altı çizilerek, özellikle 1960-70 arasına “Toplumcu gerçekçilik”, 1970-80 arasına “Sosyalist gerçekçilik” deniyor. Bu adlandırmanın anlamsal gerisinde hem toplumsal gerçekçiliğin, hem de sosyalist gerçekçiliğin ‘modasının geçmiş’ olduğu da vurgulanmış oluyor.
Değişme, başkalaşma… Doğanın önlenemez (önlenmesine gerek de olmayan) yasası… Böyle olmasaydı bugünlere gelebilir miydi insanlık? Ne var ki bu başka bir şey; yoksulluğun, sömürünün, açlığın, açıkta kalmışlığın görülmemiş boyutta yoğunlaştığı, imbikleştiği günümüzde ‘artık sosyal ya da toplumsal gerçekçi şiir yazmanın bir değeri ve anlamı yoktur’ demeye gelen sözler etmek, tavırlar koymak başka bir şey. Hani derler ki “halk edebiyatı artık öldü.” Halk öldü mü ki halk edebiyatı ölsün? Sosyalist gerçekçiliğin oturduğu düzlem ortadan kalktı mı ki bu anlayışın ‘modası geçmiş’ olsun?
Ali Yüce, sosyalist gerçekçi bir şair. (Kendisi, “ozan” demeyi yeğler.) Bu, dün (1955’lerde) de böyleydi; bugün (2002) de böyle:
“Biz Asarcıkta otururuz Tanrım / Günlerimiz bir avuç / Gecemiz dedemden kalma / Üstümüzde öfkeli bir gök / Boynumuzun kütüğünde güneş / Kıraç yanar biz yanarız …”
Kırsal kesim insanının zor yaşamının dile getirildiği bu dizeler, 1955’te yazıldı, yayımlandı. Güncel siyasi taşlama niteliğindeki uzun bir şiirinin bölüm sonlarındaki ….Hepim sanıyor hiçin biri …. dörde benziyor üçün biri …. başım sanıyor kıçın biri (Müdafaa-i Hukuk dergisi) gibi dizelerini, 2001’de yazdı, yayımladı. Beğenmeyen almasın…
Bir ‘şiir’i şiir eden olmazsa olmaz öğeler var; imge, özgün buluş(lar) gibi… Konu (tem) da önemli kuşkusuz. Kimi ‘post-modern şiir’lerin sevimsizliği, konusuzluğundan kaynaklanmıyor mu biraz da? Her ne deniyorsa onun apaçık söylenmiş olması şiir için bir anlamda kusurdur. Bu nedenle şiirde iki ucu açık denilen, okuyucuya bir şeyler bırakan bir ‘kapalılık’ aranır. Ama “Hepsi tamam da ne diyorsun?” sorusunu havada bırakan şiir, zamana dayanamaz ki.
Ali Yüce şiirinde, dizeleri geleceğe taşıyacak şiir kılan özellikler bir bütün olarak var.
Günümüzde kimilerinin sandığı gibi bu iş, kendilerinin ‘icat ettiği’ bir şey değil. Ali Yücenin kaleminden 1966’da çıkmış dizeler; imgesiyle, yollamalarıyla, anlaşılırlığıyla, okuyucuya bırakılan boşluklarıyla ve dilin Yunusça kullanılmış olmasıyla, işte örneği:
“Pembenin sarıyı kestiği yerde / Düşlerime tuzak kuran benim / Sen niye çırpınırsın bilmem / Ve anlayamadım gitti / Karıncanın gölgesinden / Dağ niye ürker …” (s. 18)
Parlak sözlerin tutsağı olmadan gerçekten şiirsel söyleyebilme ustalığının bir başka örneği:
“… Şu trenler var ya sana giden / Her durakta yeni bir ülkeyim / Ağzınla türkü söylüyorum şimdi / Sesinle çiçek suluyorum / Saç tarıyorum gülüşünle / Her durakta yeni bir sevdayım …” (s 67)
Bütün kuralları ve ilkeleriyle klasisizm (antik Yunan dahil), coşumculuk dediğimiz romantizm, gerçekçilik denilen ‘realizm’ ve daha başka yazın akımları… hepsi insan ürünü, insan için. Beğenelim, beğenmeyelim her sanat anlayışının varıp değdiği insan(lar) vardır. Çağdaş sanat anlayışları denilen gerçeküstücülük’ten (sürrealizminden) modernizm sonrasına (post-modernizme) dek… İsteyen istediğini alır, taranır. Ancak insana bir şey demeyen, acıtsa bile insanoğlunu dürtmeyen, onu düşünmeye ya da bir eylemde bulunmaya yöneltmeyen, yaşamın gerçeklerini dile getirmeyen bir sanat ürünü belki yalnızca uyutma uyuşturma işlevini üstlenir.
“… Sizin oralarda geceler nasıl / Derin mi dipsiz mi çumçukur mu / Karanlık acı mı çiğnerken / Yapış yapış mı ağzınız / Işığı görseniz tanır mısınız / Evet mi hayır mı inşallan mı / Komşunun radyosu ne söyler akşamları / Dinlerken bir sızı girer mi içinize / Sevdanızı nerenize korsunuz eskidikçe /…/ Bir sabah Atatürk kapınızı vursa / Duymasanız bir daha vursa / Tarihin kulakları çınlar mı …” (s19)
Dostluğu, dayanışmayı, yardımlaşmayı öne çıkaran atasözlerimiz vardır. “Gemisini kurtaran kaptan” türünden olanlar da… İnsanı, yakın akrabaları yabanıl hayvanlardan ayıran özelliklerden biri de başkası adına acı duyabilmektir. Başkasının derdini dert edinmek, her ‘insan’ın sahip olabileceği bir erdem değil. Sosyalistlerdir ki başkalarının derdini kendilerine dert edinirler. Yoksullukta değil, insanca yaşama olanaklarında eşitliğin peşindedir onlar.
Kimilerine göre nasıl da tarih öncesinden konuşuyorum değil mi!
Tüfeğin ucunda ürperen kuşun tüylerini kendi bedeninde, çirkinliği güzelleştirmek kavgasında ağlayanın gözlerini kendi gözlerinde, beton döken işçinin sıktığı dişlerini kendi ağzında duyumsayabilmek için Sosyalist ozan Ali Yüce olmak gerek:
“… Her yokuşta beni gıcırdayan kağnı / Her beşikte beni sallayan ana / Her bayramda beni ağlayan çocuk / Kurtların ışıkları yediği dağlarda / Boyununuz boynum oluveriyor / Bükülünce ….” (s 21)
Günümüz şiir sanatında dizeyi kırmanın yeni bir türüne sıkça yer veriliyor. Bu, Nâzım’ın, Mayakovski’de görüp kendisinin de başarıyla uyguladığı, dizeleri merdiven basamakları gibi oluşturma biçimindeki değil. Buna tümce kırılması demek daha doğru olsa gerek. Bir dize biter, tümce bitmemiştir, ikinci bir dizeye geçilir. Hatta bir tamlamanın tamlayanıyla tamlananı ayrı dizelerde yer alır. Yani en olmayacak yerde sözün arkası alt dizenin başına getirilir. Yazınımızda bunun başarılı ilk örneklerini T. Fikret’in şiirlerinde görürüz. Yeni sanılan bu durumu, Ali Yüce şiirinden kısa bir alıntıyla örnekleyelim:
“… Bıyıklarım terleyiverdi bana bir şeyler / Oluyordu tabancam dolu olarak amma / Baba adamdı muhsin bey güldü sevda / Düşmez başına bana bak mahmut dedi / Seni severim ya nöbetçiyim damarlarımda / Yasa dolaşıyor bu gece nöbetçiyim …” (s. 23, şiirin yazılış tarihi 1966)
Bir yapıtı sanat kılan özelliklerinden biri de özgünlüğüdür. Resimde, müzikte, öyküde, romanda olduğu gibi şiirde de böyledir bu. Bir dize bile bu dizenin kimin dizesi olduğunu anlamamıza yeter kimileyin. Divan şairi Baki, “Benim şiirim mahlas istemez.” sözünü boşuna söylememiştir. Burada söz konusu edilen, genel anlamda özgünlük… Bu olmazsa ürün, sıradan ya da taklit olmaktan öte gidemez. Ancak Ali Yüce şiirinde tipik bir başka özgünlük vardır. Kısa kısa dizeler ya da (gerektiğinde) uzun sayılabilir dizeler kurar. Ama bu dizelerde başı bütün bir tek tümce hatta bir eylem sözcük yer almaz. Çoğu zaman bir tamlama bile bulunmaz. İnsanı şaşırtacak boyutta ad türünden sözcükler sıralanmıştır. Okuyucu o sözcüklerle isterse yüzlerce tümce kurabilir. Bu nedenle olsa gerek, onun şiirlerine “boncuk şiir” deniyor. Ali Yüce özgünlüğü, boncuk şiirlerinde de eksiksiz yansır:
“… Tahra göbek tuz çakı kundak heybe / Tarla diken firez çekirge kenger / Alıç böğürtlen harar çuval sap / Kendir beşik sıcak süt meme bebe / Ayran ekmek tarhana biber bulgur / Keçi inek oğlak buzağı Bekir çoban / Ayak çarık diken soğuk sıcak dana / Öküz böğelek iniş yokuş çakrak ova / Bir de kendini yuvarlak sanan dünya …”
Bizde mizahın güçlü bir duygu ve sanatçılarımız elinde önemli bir araç olduğu bilinir. Nasrettin Hocaların, İncili Çavuşların, Bekri Mustafaların ve Neyzenlerin ve de Temellerin, Tursunların, Fadimelerin ülkesinde mizah elbette duyguları taşımada önemli bir araç olur. Bu aracı sosyalist sanatçılar da çok iyi kullanmışlar, bu nedenle de başları beladan kurtulmamış. Ali Yüce’nin şiirlerinde bunun örneklerini de görürüz. Yine sosyalist bir bakış açısıyla, yine toplumsal çelişkilerin altını çizerek ama şiir sanatından uzaklaşmadan.. Sorularla… Tam da sahibine sorulan:
“… Avrupa’da ameliyat edilen sivilce / Cilve Hanımın sayın bacağına / Ne zaman onur verdiniz / Kahvaltısı Amerika’dan gelen köpek / Bu şiiri nasıl buldunuz” (s 33)
12 Eylül Faşizminin yarattığı ülkede geleneklerin, göreneklerin değiştiğini; toplumsal ilişkilerin gevşeyip aile içi dayanışmanın bile çözüldüğünü; zenginlerin zenginliklerini sergilemede şımarık bir tavır sergiler olduklarını toplumbilim uzmanları söylüyor. Yoksulluğun da rengi değişti. Yoksulluk yine o yoksulluk ama daha derin. İnsanlık onuru ayaklar altında cirit atıyor. Yakın zamanlarda çöplükleri önce çocuklar ‘temizle’di; sonra bunlara yaşlı başlı kadınlar, erkekler katıldı.
Bir tansık (mucize) olsa, insanların çöplüklerden bir şeyler toplamadığı yaşam içinde bulsak kendimizi, sanırım yadırgarız.
Ali Yüce, 1969’da şöyle yazmış yüzlerce yıldır süren, giderek derinleşen yoksulluğu:
“… Bu çocuğun ağzı nerde Memedali / Ayakları niçin yarım yarım / Nerden bulmuş bunca sabrı / Bunca sessizliği kimden almış /… / … Bu kadın senin neyin gelir Memedali / Çamaşır leğeninde tükenir elleri / Saçları ağarır gizleri derinleşir / Bir tren kalkar Mersin garından / En yorgun mendilimdir bu benim / Yüzyıllarca sallanır” (s 41-42)
Onun şiirinde salt bir sergileme yok, ne yapmak gerektiği de var. Örneğin bir sanatçı olarak direnmek gibi; dosta örnek, düşmana inat:
“… Dilimin uygarlığıdır şiir / Sevmek gönlümün uygarlığı / Nice öldürseniz ağlamam / Yağmurlu ve çiçekli bir havada / Toprağa kahkaha dolmuşum” (s 44)
Kişi sanatçıysa, çağına tanık olmak zorunda. Bu tanıklığın boyutu;
Herkesin Antakya’sı kendine göre / Bizim Recep’inki kerpiçten / Anası onu Bağrıyanık’ta doğurur hep / Babası çorba ile rakı içerken (s 53) dizelerinde olduğu gibi yerelliğin en küçük ayrıntısından “Sanatçı”yı anlattığı;
“Ayak değmemiş yollarda / Tek başına yürüdü / Öyle yalnız öyle küçüktü ki / Yok gibiydi aramızda / Öldükten sonra büyüdü” (s 57) dizelerindeki gibi evrenselliğin en geniş boyutuna dek uzanır.
“Ozan” adlı şiirinin bir bölümü, onun şair’e nasıl baktığının fotoğrafını verir:
“… Her akşam / Kirli bir tüfekle / Vurulur halk çiçekleri / Her sabah açar yeniden / Kendi kendinden bile / Erken uyanır ozan / Ozansa eğer …” (s 122)
Sanatçı, halkının sanatçısı ise tanık olduğu durumları saptamalarla sunar. Çıkış yolları gösterir. Böyle yapar ki gelecek kuşaklar, geldikleri noktaya nasıl gelmişler bir iyice biline:
“… Trenlere yüklüyorlar bizi / Tarihimiz coğrafyamızla birlikte / Almanya’da ne işimiz mi var / Neyimiz mi gelir Amerika / Zatınız bilir beyim / Zatınız bilir…” (s 59)
Ali Yüce, genel algıların yanı sıra çok özel noktaları da resmeder. “Albüm” adlı şiirinde aile fotoğraflarına bakar, bizimle paylaşır duygularını: “… Yoksulluğu hiç sevmezdi nedense / Öldü de kurtuldu” dediği halası Cavlak Dudu’yu; karısı öldükten sonra oduna kendisi gitmeye başlayan ve dağlara “kuyuya bakar gibi” bakan dayısı Göbüt Hasan’ı; “Kök sökerek taş çekerek / Tükrüğünü ekmeğine katık ederek” para biriktirip çuvalı, hararı, tarlayı, tavuğu, yarım keçiyi, çeyrek danayı” satan ve hac yolunda ölen amcası Topal Durmuş’u anlatır ki “Yürürken görseniz bilemezsiniz / Hangisi sağlam ayağı hangisi topal ayağı.”
Bu şiirin bir son bölümü var; onu döne döne okumalı:
“Şu anam Kâamile şu babam Nuru / Alınyazısı bellemişler yoksulluğu / Amcam gibi kazandılar hac parasını / Din tüccarı açtı tanrı ile onların arasını / İyi biliyorum iyi biliyorum ki / Dikiş yüksüğünü doldurmaz günahları / Bir katır bile ürkütmediler inanın / Tanrı ile hesaplaşsalar teker teker / Kör olayım alacaklı çıkmazlarsa eğer” (s 49)
12 Mart faşizminin balyozladığı halk çocuklarının ayağa kalkışını anlatan ve eski bir anıyı çağrıştıran şu dizeler, aynı yüreklere benzer korkuyu bugün de düşürmekte. Bu korkuyla değil midir, AB kapılarında bükülen boyun, ovuşturulan el; IMF’ye teslimiyet, küresellikte erime?
“… Biz halkın yürek oğulları / Yiğit kızları Anadolu’nun / Başımızda bin yıllık sevda / Ayağımızda bin yıllık yol / Sana geliyoruz güzel halkım / Hazır ol” (s 64)
Ama uluslararası gericilik ve sömürücülük, yerli işbirlikçileriyle el ele verip en katısından karanlığı, en alçağından açlığı ve yoksulluğu dayattılar “güzel halk”ıma. Her yerde her faşist uygulamada yapılan bir şeyin saptamasını yapmak da ozana düştü:
“…Önde kitap / Arkada sayın faşizm / Top tüfek balyoz bomba / Kan çağlayanları sokaklarda / Kesilmiş kitap kelleleri / Karada havada denizde / Roman ve şiir ölüleri…”(s 142)
“Mayalı, başı sevdaya dayalı dağlar”ın “Yıldız vurulur tepesinde / Eteğinde ışık ağlar”; “yaralı, başı sevdaya dayalı dağlar”ın “Ay vurulur tepesinde / Eteğinde güneş ağlar” ve bölüm sonlarında ozanın sesi duyulur: “Tüfekçiiii / Yapma bu tüfekleri”. Ama bu yakarma sürüp gitmez. Başı öfkeye dayalı dağlar, aşsız ekmeksiz eder de tüfeksiz edemez: “Tüfekçiiii / Yap bana da bir tüfek” (s 145-146).
“PAZAR” adlı şiirinin son bölümünde, elde etmek istediği tüfeğin niteliğini anlarız. Anlarız ki o tüfeğin mermisi yıldızdır, güneştir:
“… Yıldız doldur tüfeğini / Güneş doldur oğul / Boşalt körler üstüne / Çoğaldıkça suçlular / Azalır cezaevleri” (s 179).
İyiyle kötüyü aynı dirhemle tartmayan ozan, emeğin tahta çıktığı, özgürlüğün atına bindiği ve herkesin tüfeğini kırdığı bir düşlemin ardından;
“ … Selam söyle nar ağacına / Korkmasın artık / Kendi açtığı çiçeklerden …” (s 173) derken “nar ağacı”nın kapsamına hepimizi, herkesi alır. Çünkü, “anlayacak sevda nedir, daha önce hiç sevmemiş olan bile.”
“… Alır saklar gözyaşlarımı / Kahkaha yapar nar ağacı / Ölüm minnacık gölgesinde / Yaşamak kocaman” (s 100)
Ali Yüce’nin boncuk şiirlerinde, çocuk yazınına bol örnek var. Bunlarda mani, tekerleme, ağıt gibi geleneksel şiir olanaklarından, ayrıca masal öğelerinden bolca yararlanılmıştır:
“… Ben çiçek olsaydım eğer / Hiç saksı giymezdim ayağıma / Ödünç kanat alırdım güvercin teyzemden / Üstünüze barış uçardım …” (s 92)
“… Söyle şu kedilere anne / Girmesinler düşlerime / Miyavlamasınlar eğri büğrü / Anne söyle şunlara / Kuşlarımı yemesinler / Oynamasınlar oyuncaklarımla …” (s 135)
“… El ele yürek yüreğe / Verdi karınca halkı /… / Çelikten köprü oldular / Okyanus üstüne / Sırtlarda buğday peh peh / Ağızlarda türkü şeh şeh / Geçtiler öte geçeye / Cih ceh cih ceh cih ceh” (s 154)
“… Uyana halkım uyana / Varıp gerçeğe dayana / Irgalaya Kafdağını / Bir o yana bir bu yana …” (s 190)
Gerçekçi sanatçı, sosyalist gerçekçi değilse tatlısu gerçekçisidir ki gerçeğin yarısını söylemek yanlışa ya da yalana vardırır yolu. İnsancıllıkla (hümanizmle) sosyalist gerçekçiliğin ortak paydası insan sevgisi. Ancak bu iki yaklaşımın ayrıldığı yer de yine burası. Birinde, ayrımsız bir sevgi sarmalı varken öbüründe iyi ile kötüyü, zulmedenle zulmedileni, sömürenle sömürüleni kesinlikle ayrı tutmak vardır. Sosyalist gerçekçi, insanın çirkin yüzündeki pisliği açıkça adlandırır:
“… Bir sabah uyandım baktım / Çürük bulutların altında / Takla atıyor kirli sular / Işığa sövüyor üç beş kişi / Kimlikleri yüzlerine yapışık” (s 94)
Hümanizmden ayrılan bu bakış açısı sosyalist gerçekçi olmayan öbür anlayışlardan da ayrıdır. Şair bunun en güzel örneğini “50. YILDA ATATÜRKLERİMİZ” adlı şiirinde veriyor.
Atatürk… Adamına göre, kimininki bronzdan, bakırdan, mermerden, buğday sapından; kimininki kırmızı, külrengi, kumral, kömür rengi, yedi renkli, renksiz; hatta mini giyer, çarşafa bürünür, sarıklıdır, kasketlidir, üçkağıtçı, tefeci, badanacı boyacı, uyku mühendisidir; kimininki cellat, cambaz, ölüm uzmanı; örneğin İsmet’inki eli sopalı, Nihat’ınki balyozlu; birininki demokrasi cambazı, bir başkasınınki sömürge bekçisi…. Ya ozanın Atatürk’ü? Onunki Dağlarca’nın Atatürküne benzer biraz:
“… Halktır / Benim bildiğim Atatürk / Bir sevgidir sonsuz / Camdan çerçeveden uzak / Bir devrim ki durmaz / Bir anlam ki kocamaz / Alçıya mermere sığmaz” (s 131)
Ali Yüce, bugünlerde üçüncü çeyreğini tamamlamak üzere. Yılların yorgunluğu var daha çocuk yaşlarda yakasına yapışmış çilenin derinleştirdiği yüz çizgilerinde. Bedeni sağlık açısından ara sıra teklese de bilinci hiç teklemedi. Dileğimiz, daha uzun süre yaşaması… Ama o da bilir ki asıl yaşamak, öldükten sonraki. Ali Yüce bu orunu çoktan kazanmış bir şair. O, yaşıyor ve daha yüzlerce yıl yaşayacak. Onun bıraktığı yerden bir başkası (ardılları) seslenecek: “Boyundan Utan Darağacı!”
“…Yeni bir şiir zonklar şuramda / Ne zaman yazmaya başlasam / Karıncalar buğday çeker yarama…”

aliozanemre@gmail.com (12.08.2002, ADANA)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here