Var mı gerçekten? Varsa nerelerde gizlenmiş? Yoksa diğer tüm olgular gibi liberalleşerek özgürleşmiş midir? Hiç bir düşüncenin irdelenmeden/düşünülmeden yadsınması bir özgürlük “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” felsefesine mi bürünmüştür? Ya, ne den “bırakınız batsınlar” denmiyor?

Düşüncenin bağsızlığı/öznelliğinden ayrılmaz. Her düşünce öznel olmak zorundadır ki gerekli olan da budur. Aslında öznel olmayan düşünce ne bağsız ne de bilim etiketlidir. Kütle çekimi öznellikten uzak bir belirlemedir; ancak, bu bir olgu/gerçekliktir; yorum/düşünce/değerlendirme değildir; düşünceden bağsızdır. Her şeyden önce, bağsız olan ve değerlendirilen olguların netleştirilmesi gerekir. Düşünce vardır hiç bir kalıba sığmaz ve düşünce vardır inadına savunulur; bilimsellik adına düşünceleri kim mahkûm edebilir ki? Bu ayrıcalığı kim ve kime karşı kullanma yetkisine/hakkına sahip olabilir? Bir düşüncenin ne kadar aykırı olsa da inadına savunulması ile bir düşüncenin açıklanmasının bir şekilde bastırılıp susturulması için çaba harcanması çok ayrı olgulardır. Çoğunlukla ikinci yöntem seçilir; kolay olanı seçmecilik insan doğasına sonradan eklemlenmiş olsa de sürdürme eğilimini taşır; ancak, payesi yoktur.

Tartışma bir yönüyle karşı-düşünceyi/karşı-tezi ortaya koymak sayılır; karşı düşünce/tez ortaya konulmadan “tez”in apriori/peşinen yanlış olduğunu söylemek bir ön-yargıdır ve tartışma değildir. Ne “tez” in ne de “karşı-tez”in ön-koşulu/sınırlandırılması yapılamaz. Eleştiri bir yönüyle yergiyi içerebilir; ancak, yergi sınırları aşılarak karşı-düşünce geliştirilmeden küçümsenmeye başlanır ise, o zaman artık eleştiriden söz etmek olanaksızdır. Bir düşünceyi tümden red etmek onu eleştirmek sayılmamalıdır; eleştiriden söz edebilmek için red nedenleri kendi içerisinde tutarlı olarak açıklanabilmelidir.

Tartışırken karşı-tavrı dikkate almak psiko-sosyal bir olgudur. Bu tavır dikkate alınmıyorsa orada/o yerde artık tartışma bitmiş ve yerini başka bir olgu almış demektir; kavga mıdır, çatışma mıdır, neyse nedir ama tartışma değildir. Karşı-tavrı dikkate almak onu önemsemektir; ancak, bu durum onun düşüncelerine katılma/katılmama ile karıştırılmamalıdır. Bir düşünceyi önemsemek ayrı katılmak/eleştirmek/katılmamak kesinlikle ayrı olgulardır. Zamanla hoş-görünün küçümsendiği, hor-görünün bir erdem/güç/özgür-birey sayıldığı; tartışmak yerine karşılıklı sataşmaların/kırmaların/dökmelerin egemen olmaya başladığını görmek üzücü olsa gerek. Bir düşüncenin doğruluğu tartışıldıkça ortaya çıkar; tabulaştırılan hiçbir düşünce sırf bu nedenle doğru değildir. Tartışma kültüründe hoş-görünün egemen olabilmesi için hiyerarşik yapılanma yok edilmelidir. Mevcut/sistematik/biçimsel yapılanmalar/düşünceler peşin-kabul olmaktan çıkarılmalıdır. En-aykırı düşüncenin dahi eleştirisi yapılmalıdır ki; aykırı olduğu ve belki de yanlış olduğu onu ileri süren kişi tarafından da benimsenebilsin; bu yapılamıyorsa hiçbir doğrudan söz etmek olanaklı olmayacaktır. Karşı-tavrı dikkate almak bir hassas dengede duran terazi gibidir; denge karşı taraf için/kendi için bozulursa öz-düşünce ilk halde kırılacak ikinci durumda ise hor-görülü olacaktır; her iki halde de gerçek/içtenlikli düşünce açığa çıkamayacaktır.

Düşünce özgür olmadıkça tartışmalar kısır kalmaya mahkûmdur!

Tartışmanın zenginliği farklı ses ve düşüncelere açık olmakla sağlanabilir. Bunun için her şeyden önce dinlemeyi/anlamayı önemsemek gereklidir. Öylesine dinlemek hiçbir zaman anlamak değildir. Anlaşılmayan bir düşünceye karşı/hem-düşünce/eleştiri geliştirilemez; yapılan ise salt/tek-düze aktarım ile yetinmek olur; çoğu kez yapılan da budur.

Düşüncenin bağsızlığı ve özgürlüğü tüm düşünceler için bir teminat/güvencedir. Çünkü, baskılanan hangi düşünce olursa olsun çıkış bulmak için mutlak surette zorlayıcı olacak ve maskelenecektir. Hiçbir düşünce asla yok edilemez. Düşüncenin doğruluk/yanlışlığı tartışıldıkça ortaya çıkar ve yok olmayacak tüm düşünceler bir-diğerlerine eğilerek değişip dönüşürler. Bu da, tartışma ile olanaklıdır.

Bir düşünceye peşinen kapalı olmak, düşüncenin kendi içine çökmesidir. Peşin yanılgıyı benimsemedikten sonra peşin yargı asla var-olamaz. Tartışmak aynı zamanda tüm peşin-yargıların yok olmasını sağlayan tarihsel bir diyalogdur.

Tartışmanın hep zararlı, okumanın hep kötü olduğu öğretilir! “çok bilen çok yanılır” sözü bunun için söylenmemiş olsa da, çok bilmenin sakıncalı olduğuna ilişkin bir uyarı mesajını iletmektedir. Bu mesaj söz dizini içinde gizlenmiştir. ana/atalarımız her-şeye burnunu karıştırma derken bunu kastetmek istemişlerdir; ve yine onlar diyorlar ki; “suya sabuna dokunma” , dokunmayan bin yaşasın yılan gibi.

Tartışmanın zararlı olmadığı açıktır. okumanın da. bilmek ise Konfüçyüs?ün dediği gibi bir güç-tür, buradaki güç erk/iktidar ile aynı değildir. Tartışmaya başlamadan önce konuşmak ve düşünceleri açığa vurmak gerekir; sorun belki de düşüncelerin ne şekilde açığa vurulacağında kilitlidir? olamaz mı? Susarak konuşmak gibi!

Kültür insanın kendisini yaratması, var etmesidir; doğaya yabancılaşma ve onu egemenliği altına almaktır; bu aşamada insan doğayı yok etmek şeklinde kültürel dokusunu yabancılaştırdığını fark etmek durumundadır. Yabancılık tartışılarak giderilebilecek bir olgudur; üretim ilişkilerinden bağsız olmasa da insan düşünen/algılayan/yorumlayan bir özne olmakla, tarihin nesnesi olmaktan çıkmayı başarabilendir. Böyle olunca tartışmak bir yönü ile insanın kendisi ve toplumsal çevresi ile ve geçmiş-gelecek ile kuracağı bir diyalog sayılmalıdır.

Hep susmak!
Bir diyalog yöntemi olmasa gerek!

Tartışmanın temel belirleyenlerinden biri sabırla ve özenle dinlemektir; karşı düşüncenin geliştirilmesi için ?tez? dinlenmeden/önemsenmeden düşünce üretmek, bir yönü ile düşünceyi önemsememektir ve diğer yönüyle de tartışmayıp tek-yönlü düşünce açıklamasında bulunmaktır/buna monolog denebilir. Tartışma kaçınılmaz olarak iki ögeyi ve düşünceyi barındırır; tek-yönlü destek düşünce açıklamaları tartışmaktan öteye düşüncelerin kuvvetlendirilmesi olarak yorumlanabilir. Karşı düşünceyi dinlemek ve önemseyerek değerlendirmek tartışma kültürünün göz-ardı edilemeyecek ögesi olsa gerek.

Susmak, tartışmak değildir.

Tartışmak her şeyden önce bir kavga/kuru-gürültü değildir. Her olgunun bir nedeni olduğuna göre, tartışmanın da bir nedeni vardır; her tartışma kendi özgül-nedenini içinde barındırır. Kültürün çok tanımları var; hepsini tek potada eritmek istediğimizde şu kalır elimizde; kültür bir yabancılaşmadır ki hem de doğada önceden olmayanı yaratan bir yabancılaşma! Evet kültür, özünde ve son düzlemde doğaya bir yabancılaşmadır. Tartışma kavgadan uzaklaşma olduğuna göre doğaya yabancı olan bu çelişki bir açıdan imgesel doğruların/yanlışların/hipotezlerin/aksiyomların vs. zıtlaşmaları ve çelişerek kendi doğrularını kanıtlamalarına yönelik düşün-sel var-olma biçimidir. Tüm imgeler anlamlı bir-bütünü oluşturma/yaratma/değiştirme girişiminden başka bir uğraşı değildir; öylesine bir uğraşıdır ki bu, maddeyi zorlayan tek gücün kaynağı olmayan aday bir uğraşı. Demek ki tartışmak, salt havanda-su-dövmek de değildir; o, maddeden aldığını ona değiştirerek geriye yansımak isteyen düşün-selinin bunu arayışı, sentezleyebilmesi için çelişkisini görme girişimidir.

Tartışılmadan benimsenen düşünce olsa olsa bir tabudur; yıkılır ve asla doğru kabul edilemez. Düşüncenin doğruluğu tartışılması ile doğru, tartışılmaması ile ters orantılıdır.

Kişiyi bir düşünceye doğru sürükleyen/o şekilde düşünmesine neden olan etken ögeler ve etkime dereceleri de tartışma konusu olacağından, karşı düşüncenin temellenmesindeki nedenleri bilmek/önemsemek tartışmanın içeriğini olumlu yönden etkileyecek ve zenginleştirecektir. Ancak ?empati- ile hoş-görme sınırları aşılıp doğru olduğu düşünülen bir yargıdan bu nedenle uzaklaşmak doğru sonuçlar vermeyebilir; öyle düşünceler vardır ki ısrarlı bir şekilde savunulurlar; bunda yadırganacak bir durum göremiyorum; inançlar böylesi düşüncelerdir. Önemli olan düşüncelerin özgürlükleri ne denli çoğaltıp/azalttıkları olsa gerek.

Ön-yargısız olmak için empati yapmadığımızı düşünüyorum; empati yaparken karşımızdaki kişiyi anlamaya çalışıp haklı olduğuna değil, anlaşılabilir/hoş-görülebilir olup olmadığına karar veririz. karşımızdaki kişiyi anlamak her zaman onu ve düşüncelerini/eylemlerini haklı olarak gördüğümüz anlamına gelmez. Sadece yanılmakta anlaşılabilir/benimsenebilir olduğunu söyleriz. karşı-düşüncenin doğru olma olasılığı her zaman vardır- eğer bunu peşin kabul olarak değerlendirirsek işte o zaman bu yargımız tam anlamıyla bir ön-kabul/ön-yargı olacaktır; bundan uzaklaşmak gerekir.

Tartışma bir diğer yönüyle ön-yargılardan arınmayı, ele-mine yapmayı sağlayan bir çaba olsa gerek. Ancak, tartışmanın içinde ön-yargılar ne kadar yer edinmiş olabilirler? bu mümkün müdür? mümkünse, bu durumun farkında olunmadan etkiyen ön-yargılardan kurtulmak, tartışmanın varmak istenilene katkısını beklemek olanaklı mıdır? sanmıyorum!

Ön-yargı/peşin hüküm/tabu koymak sanıldığı kadar kolayca aşılan bir eşik değer değildir. Çoğu kişi bu yargılardan arındığını düşünür ve fakat kendini çevreleyen sosyal/politik çevrenin sürekli etkisinde kaldığından onun dışına çıkarak sabite olarak gördüklerini tartışma/görme olanağını yakalayamaz ve çoğunlukla da bunu yapmak istemez. Ön-yargılar birer kalkan gibi içinde barındırdığı yanılgıyı koruma eğilimindedir; bu nedenle sökülüp atılmaları oldukça zordur; olanaksız/imkânsız değildir. Çoğu kez bir çoğumuzun tanık olduğu bir söylem vardır; ?dünya böyle gelmiş, böyle gider? deniliyor. Bu ön-yargıya coğrafyada tanık olmayan varsa, gerçekten şaşmamak işten değildir. Bu yargı bir teslimiyeti/kaderciliği ifade eder. Hareketsiz kalmak isteyen kadar istemeyeni de etkisi altına alarak yozlaştırır; yok eder. Heraklit bundan iki bin yıl önce ?akan suda iki kez yıkanılamaz? dediğinde bu ön-yargıyı söküp tarihsel çöplüğüne atmıştı; ne ki, süreç onu doğrulasa da inançlar daha güçlüydüler. Güneş?in Dünya etrafında döndüğü ön-yargısının kırılması çok uzuna zamanlar almıştır.

Bir düşüncenin şekillenmesi için onun mutlak surette tek bir odağa kilitlenmesine/yönelmesine gerek yoktur; bu saplantı düşüncenin kendi ön-yargısı ve tabusudur. ?söz uçar, yazı kalır? dense de sözlü edebiyat geleneğine bakıldığında hiç de öyle olmadığı pratikte gözlemlenmektedir; söz bir fısıltı gibi kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa akar ve yazıdan daha etkili bir şekilde varlığını sürdürür; her aktarılış yeni bir şekil, içerik,ton kazanmakla adeta yaşayan ve gelişen,ölen ve dirilen bir canlı dokusu gibi varlığını sürdürür. Yazılı anlatım orijinini korur fakat sözlü anlatım diyalektik bir süreçte yeniden kendini doğurur; bu nedenle daha kalıcıdır.

Orta-doğu, Uzak-doğu gibi tanımlar çokça kullanılır ve yadırganmaz. Her gün güne uyanan insanların selamlaşmaları, bir-değerine günün aydın olsun demesi gibi kanıksanır. Ama bir kişi gün-ortasında Orta ?batı, Uzak-batı gibi bir tanım kullanmaya kalksa ?bu da ne? Ne demek istiyor?? gibi bir şaşkınlık ile karşılanır. Dünya Güneşe, Güneş Yıldızlara, Yıldızlar Galaksilere göre tanımlanırlar; her olgu bir diğerine göre tanımlanır. Demek ki olguyu tanımlamak o kadar sıradan bir değerlendirme değildir. Öyle ise Orta-doğu, Uzak-doğu ve Üçüncü Dünya tanımlamaları birer ön-yargıdırlar; bunlara oryantalist ön-yargılar demek gerekir. Başka Bir Dünya hala bir ütopya değilse yeniyi yaratabilmek için her şeyden önce ön-yargılardan kurtulmak gerekir. Yoksa tartışma kısır bir döngüyü aşamaz; yeniyi doğuramaz; tartışma ön-yargıların tespiti ve arındırılması ile başlamak zorundadır.

Yer-yüzü-cenneti?nin özgür bireyleri kendileri için hiç olmasa bir şey yapmak istiyorlarsa; her şeyden önce ön-yargılarından kurtulmalıdırlar.

Ön-yargılardan kurtulmayan düşünce, gözü-kapalı olarak yalana inanmaktan başka bir şey değildir.
Tartışmak için bir birikimin olması gerektiği kadar onun kullanılma yöntemi kişileri kültürel dokuya yakınlaştıracaktır. Bu nedenledir ki birikimsiz tartışmalar kavga ve gürültüyle sonuçlanırlar. kuru-gürültü ve kavgaların temel nedeni ise birikimsizliği gizlemek ve karşı düşünceyi bastırmaktır. İşte tam da bu noktadaki düşünce açıklamalarının tartışma olmadığını söylemek kaçınılmazdır. bir konuya açıklık getirmek isterim; birikimli olmayı okumuş olmakla eş anlamda kullanmıyorum. dağ-başındaki bir çoban bile bir profesörden daha birikimli olabilir.
Bilgi ve fikir sahibini ayrıştırmak sanıldığı kadar kolay olmasa gerek. Bu söylem, sanki bilgili olmayı bir ön-koşula bağlar, bu koşul ne bileyim bir lisans ya da başka bir şey gibi olabilir ve içinde bilgili olmayan susmalı mesajını içerir. Burada bilgi sahibi olmaktan önce ?bilgi? nin ne olduğu/olmadığının tespiti önem kazanır. Araştırmacı-bilgi vardır, ezberci-bilgi vardır, ön-yargılı bilgi vardır vs. aslında fikirler ve bilgi bir diğerinden ayrıştırılamayan olgulardırlar. Sonuçta tüm fikirler bilgisel düzlemlerinde yeşerecektirler ve düzlemin büyüklüğü fikrin/düşüncenin çapını belirleyecektir. Tartışabilmek için düzlemlerin büyüklüklerinin yakın olması zorunlu değildir. Çünkü hayat ayrıntıda gizlidir. Doğru çözüm bulmak ise olguyu doğru anlamak ile mümkündür ki, bu da iyi bir gözlemle olanaklıdır; eylem düşünceden önce gelir…
Yaşanmışlıkları tartışma kapsamı dışında bırakmak salt öğretisel bilgiye ulaşmayı sağlayamayacaktır. Tüm öğretiler, tüm soyutlamalar yaşanmışlıkların süzgecinden geçerek gelmiş/oluşmuşlardır. Pratiğin zenginliğini tartışma kapsamında bırakmak ne olanakları ne de olması gereken değildir kanısındayım. Tartışmanın içeriği onun sunumu ile doğru etkileşim içerisinde bulunur, yek-diğerinden ayrılamazlar. Yaşam pratiğinden kopan düşünceler kuru-gürültüye neden olurlar; kaynaktan yoksun olmak diyorum…
Kültürün doğaya bir şekilde yabancılaşma olmasında hiçbir sakınca yoktur; tam tersine insanı insan yapan kültürel dokudur. Aşılması gereken ise insanın toplumsal yabancılaşmasını yok ederek kültürel dönüşümü doğal zemine oturtabilmektir. Tartışma bu nedenle önemlidir; diyalektik süreçler ve dönüşümler, tezler-antitezler, sentezler hepsi ama hepsi insan ve doğa için istenenleri yaratabildikleri ölçüde anlam ve değer kazanırlar. Nükleer tepkimelerin keşfedilmesi ne denli önemli ise bu tepkimelerden dolayı canlı doğanın kazancının ne olduğunun da o denli önemli olması gerekir. Atom çekirdeği parçalanırken canlılar kavruluyorsa bunu tartışmaya yatırmak ve bilimsel doymazlığın nelere mal olacağını da bilmek gerekir. Bilimin söylendiği gibi salt pozitif olduğunu düşünmek bir dogmadır/tabudur/ön-yargıdır; aşılmalıdır. Meta-yı zorlayan ide/düşüncenin kendinden meta-fizik olması asla göz-ardı edilmemelidir. Meta-fizikten kurtulmanın çaresi pozitivizmin bataklığına saplanmayı gerektirmez. O zaman, her iki olgu son düzlemde sentezlenmek zorundadır; tartışma bunun için gereklidir. Ancak, tartışmanın kültürel dokusu öz-de yabancılaşmaktan değil, öz-de bütünleşmekten yana bir tavır sergilediği andan itibaren yöntemsel bir farklılaşma içerisinde olacak ve tüm düşüncelerin eğrisi/doğrusu ile ayıklanmalarını sağlayacaktır. Tartışma kültürünün olmadığı yerde dogmatik düşünceler her zaman yıkıcı olmayı sürdüreceklerdir.

Tabulara sığınmak temelde kaybolmasından korkulan olgunun güvence altına alınması düşüncesinden ileri gelmektedir. Tabulanmış olguya dokunmanın dokunana zarar vereceği konusundaki mistik korku temelinde tabu ile korunmak istenenin korunma korkusundan kaynaklanmaktadır. Bir güvencedir. Tartışmaya kapalı olmak korunmak istenen bir değerin peşin benimsenmesi ön-koşuluna dayanır ve onun ne olduğunun aslında bir önemi yoktur; salt korunması istenir. Korkular tartışılmadıkları için aşılamazlar. Tabu kırıldığı andan itibaren korkunun duvarları yıkılır ve korku kendini aşar; tartışmanın tüm tabuları yıkmak adına yürütülebilir olması tüm korkuların aşılabileceğine işarettir ve bu yapılmalıdır; ne zaman mı? İnsan doğal bir tür olduğunu kabul ettiği zaman…
Tartışmanın olması demek bir açıdan bir sorunun var olduğunu tespit etmek demek olacaktır. Hiç bir tartışma bir sorunun/sorunun olmadığı bir yerde soyut olarak ortaya çıkmaz. Bu nedenle her tartışma somut bir olgu/lar zinciri üzerinde cereyan eden fikir çatışmalarından oluşur ve her birinin kendince bu düğümü çözme konusunda bir yaklaşımı vardır. Sorun bir yönü ile bu çözümlerden hangisinin gerçekten o sorunun çözümünü sağladığı/o çözüme yakın olduğu ile ilgilidir. Tartışa kültürü bizi o çözüme yakınlaştıran bir yöntemdir derim.

Tartışma kültürünün bir diğer boyutu da provoke edilmeye engel olmaktır; bu başarılmaz ise tartışan öğeler neyi tartıştıklarını unutup neyi tartışmadıklarını tartışmak zorunda kaldıklarının farkına varamayacaklardır. ön-yargılardan kurtulmak zor olsa da provoke edilmiş düşüncelerden kurtulmak bir o kadar zor olsa gerektir. kışkırtılan duygu ve düşüncelerin tartışmaya etkileri göz-ardı edilecek olduğunda tartışılan olgu kendiliğinden sönen saman alevine benzer; o zaman, tartışma derken provakatif düşüncelerden etkilenmeden tartışmanın odağından uzaklaşmamak bir açıdan tartışma kültürünün önemli bir öğesi olmaktadır derim

Düşüncenin doğru olup/olmadığını denetlemek, pratikte doğuracağı sonuçların neler olduğu ile ilgilidir. Geleceğe yönelik olasılıkların çokluğu/neredeyse sınırsızlığı tartışmanın boyutunu sınırsızlaştırır. Düşüncenin dokunabildiği zaman/eğrisindeki en-ücra köşede yapılan tartışma çok anlamsız gibi duracaktır; oysaki o, tartışmanın zaman/eğrisinde bir sarkaçtır. Pratik zaman/eğrisi ayrıntıları eklemleyerek örter/tabiri caiz ise gizler; tartışmaya zaman kalmaz, bu nedenle pratik yaşam en kısa yoldan çözüme ulaşmayı hedefleyerek ilerleyişini sürdürür; bu aşamada doğru çözümü bulmak tartışmanın içsel yapılmasına ve seri düşünülmesine bağlıdır. Tartışma için birden fazla kişiye gereksinim olduğu bu son durumda da yok olmaz, o diğer kişi, kişinin kendisidir. Sorunun zamana yayıldığı geniş zaman/eğrisi dilimlerinde tartışma çok boyutlu olarak yapılabilir; sonuçlar her zaman görecelidir. Daralan zaman/eğrisinin somut çözümleri, genişleyen zaman/eğrisinin soyut çözümlerinden daha gerçekçidir ve bu nedenle de daha çok önemsenirler. İlkindeki yabancılığın doğal ve sıradan, ikincisindeki yabancılığın karmaşık ve çoğu kez yapay olması bundandır. Tartışma kültürü ikinci durum için gereklidir.

Yazan: Nejdet Evren

23 Kasım 2009/
10 Mart 2010, Batı

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Halepçe’den Gelen Sevgili – Suzan Samancı

Next Story

Şiirin U Dönüşü – Muzaffer İlhan Erdost

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop