(*) Camus denilince, edebiyat alanında ilk akla gelen yapıt, 1942 yılında yayınlanan “Yabancı”dır. Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz (burada Kafka etkisinden söz edilebilir). Camus’nün yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (…) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.?
Kişi yaşama ve eylemlerine yabancılaşmıştır. Ancak buradaki yabancılaşmanın Camus için Marksist bir yabancılaşma öğretisi ile bir ilişkisi olmadığını vurgulamak gerekiyor. Buradaki yabancılaşma Camus’nün ünlü ‘absürd’ (saçma) felsefi kategorisinden çıkar. Yine kahramanına söylettiği ‘herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 yada 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir (…) İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nezaman olacağının önemi yoktur? sözleri, çağdaş nihilizmin saçma kavramı altında irdelenmesidir.
Bu saçma/absürd kavramı o dönem Varoluşçularının önemli bir tezi. Daha sonra Sartre, Marksizmle Varoluşçuluğu buluşturma çabasıyla, saçma’yı ile daha anlamlı bir biçimde, eylemsel zorunluluğun altını çizmek adına kullanmaya çalıştı. Ama Camus’nün saçması daima metafizik öğeler taşıdı ve nihilizmin yerine ahlaki bir eylemlilikten söz etti.
Özetle söylersek, dünya boş ve manasız, her şey, insan, hayat, toplum saçmadır. Evrensel bir saçmalıktır bu. Bunu düşünmek çok yorucu, hayattan bezdiricidir. Yaşamın tekdüzeliği altında, makinalaşmış bir dünyada makinalaşmış insan , ölümü bile rahatlıkla kabul eder. Hayat yaşamaya değmez. Yabancı’yı okurken, bütün olağan dışılığına rağmen öykünün doğallığı, kahramanın ölümü kabullenişindeki doğallık bizi rahatsız eder, dünyanın saçmalığı vurgusunu kuvvetlendirir. Mersault’un yaşama sıkıntısını paralel bir sıkıntı okuyucuda da uyanır. Bütün kişilerin yaşamları ve eylemleri de boş ve anlamsız gelir size.
Bir felsefi/ideolojik görüşün bir edebiyat yapıtına yedirilişinin en iyi örneklerinden birisidir ‘Yabancı’. Ancak ‘Sisyphos Söylemi’ adlı denemesinde Camus, savlı edebiyatı şiddetle reddederek kendisiyle çelişir. Ardından, öykü anlatıcılarını değil filozofları büyük romancılar sayar ve onları Balzac, Sade, Melville, Dostoyevski, Proust, Malraux, Kafka gibi adlarla örnekler. Herhalde Camus’nün kastettiği sav, açık bir politik görüş anlamındadır ama kullanılışı pek de açık değil.
Camus’nün felsefesi
Bir önemli roman ve bir önemli felsefi denemenin artarda gelişini Camus?nün yaşamında iki kez gözleriz. ‘Yabancı’ ve ‘Sisyphos Söylemi’ bu çiftlerden ilkidir. Daha sonra ‘Veba? ve ?Başkaldıran İnsan’ çifti gelir. İlk çiftte saçma kavramı ve intihar, ikincisinde başkaldırı ve cinayet temaları işlenmiştir. Birincisi bireysel ikincisi toplumsal alanlarda geçer. Hepsindeki ortak nokta saçma yaşantıyı öne çıkaran ölüm olgusudur. Çocukluğunda babasının ölümü ile başlayan, yaşlı ve hastalıklı insanlarla aynı ortamı teneffüs eden ve o yıllar için yaşamı tehdit eden verem hastalığına yakalan ve son olarak da 20. yüzyılın ilk yarısındaki büyük savaş felaketlerini yaşayan yazar için ölüm duygusu her an yanı başında giden bir düşünce biçimi olmuştur.
Sisyphos Söylemi Camus’ü ve onun tarzı Varoluşçuluğu anlamak için önemli. Dünyanın saçmalığı ve yaşamın anlamsızlığını tarih ve edebiyat içerisinden belirli kişilikler aracılığıyla ele alır. Sisyphos ise bunlara alternatiftir. Çünkü o cezasını bilinçli olarak kabul etmiştir. Cezasına yol açan bütün yaşamını evetlemekle kendi kaderine egemen olur. Taş kendi taşıdır.
Kitap bir soruya verilen yanıtla başlar; ‘önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak felsefenin temel sorununa bir yanıt vermektir.’ Bir felsefecinin saygıdeğer olabilmesi için, başkalarına öğütlediğini önce kendisi yapması gerektiği düşünülürse, Camus’nün kitap boyu bu olgu ile nasıl baş edeceği önem kazanır. Camus bu sorudan bir felsefe oyunu ile kurtuluverir; yaşam saçma olduğu için intiharı seçmek, yaşamı anlamlı bulmak gibi saçmalığa düşmektir, yani intihar da saçmadır. ?Dünyanın saçmalığını sürdürmekte metafizik bir mutluluk vardır? diyen yazar, Grek düşüncesinden Hıristiyan felsefesine, oradan Nietzche’ye giden bir çizginin 20.yüzyıl aydınındaki devamıdır.
Dostoyevski, Kafka ve Camus
Camus kendisini çok etkileyen Dostoyevski ve özellikle Kafka ile karşılaştırılarak okunduğunda daha iyi anlaşılacaktır. Yabancı’nın girişinde kahramanına annesinin ölüm haberi verildiğinde, onun hissettiği sıkıntı, Kafka’nın ‘Değişim’ inde Bay Samsa’nın böcek olduğunda hissettiği sıkıntı gibidir, her iki karakter de patronlarının keyfinin kaçacağı düşüncesi ile tedirgin olurlar.
Yabancı “Dava”daki Joseph K.’ya benzer. Birini öldürmüştür ama mahkemede bu olay değil hayatının başka yönleri tartışma konusu edilir. Bu anlamda savunma yapmak ister ama söyleyecek bir şeyi de yoktur. Yargılanır ama mahkemeden bir şey anlamaz. Mahkum olduğu kesindir ama cezası ile pek ilgilenmez. İkisinde de sonuç ölümle biter. İki yazar da ruhsal trajedilerini düşünce ile somuta dökerler. “Dava” ve “Yabancı”daki trajedi, Yunan trajedilerini andırır. Oidipus’ta da yazgı daha baştan açıklanmıştır. Yazgı mantığın ve doğalın akışı içerisinde hep vardır. Yabancı’da da cinayet işlendiğinde, ilk sorgu yapıldığında sonuç bellidir. Ama okuyucuya gerçek gibi gelmez. Öykü yavaş yavaş işler ve bize kahramanın sonunu getirecek mantıksal çerçeveyi kurar. Camus bu örgüyü Yunan trajedisinin büyüklüğünün gizi olarak açıklıyor. İnsan yalnızca kendisini ezeni yazgı olarak görür. Ama mutluluk da kaçınılmaz olduğuna göre aynı şekilde akılsal dayanaktan yoksundur, ama çağdaş insan mutluluğu kendi yapıtı olarak görme eğilimindedir.
Kafka ve Camus’de öykünün başarısı ayrıntılardadır. Gerçekliği ve saçmayı bu ayrıntılarda yakalarız. Mesela Kafka’nın ‘Değişim’indeki Samsa, elbette ki vücudundaki farklılaşmaya şaşar ama vurguyu yaptığı ayrıntıdır saçma kavramının altını çizen; ‘hafif bir sıkıntı’ vermiştir bu değişim. Yabancı’ya dönersek, Marie’nin evlenme teklifine ‘valla bence hepsi bir? yanıtını veren kahramanın ruh durumunu en iyi böylesi ayrıntılardan anlarız.
Kolay bir yazar değildir Camus. Yapıtları simgeseldir ve çok katmanlıdır; yani iki ya da daha fazla okuması yapılabilir. Üstelik her tür okumasının da ayrı bir çekiciliği var. Dili için , bu kitapları Türkçe çevirisinden okumuş bir kişi olarak bir şey söylemem ‘saçma’ olur. Ama öyküsü, kurgusu, olay örgüsü ve zamanın kullanımı yönlerinden romanları ve öyküleri son derece başarılıdır ve yaşadığı dönemi hem edebi hem de felsefi olarak etkilemişlerdir.’ (*) A. Ömer Türkeş
Kitabın Künyesi
Yabancı (L’Etranger)
Albert Camus
Can Yayınları
Çeviren: Vedat Günyol
120 sayfa
Baskı Tarihi: 1981
Tanıtım Yazısı
Albert Camus’nün ( 1913-1960) en tanınmış, en çok yabancı dile çevrilmiş, en çok incelenmiş kitabı olan ve hâlâ en çok satan kitaplar arasında yer alan Yabancı, aynı zamanda yazarın en gizemli yapıtı. Ölümün egemen olduğu bir varlıkın en anlamsız olgularını saçma bir düzensizlik içinde yaşayan bu romanın başkişisi Meursault, bir simge kahraman değildir, adı olmayan bir Yabancı’dır; bu eksik kimlik, gerçeklikten algıladığı şeyi yapılandıramayan, yeniden örgütleyemeyen, ama gerçekliğin yankılarını yakalamaya çalışan bir boş bilincin imgesidir. Onun kayıtsızlığı ve edilgenliği, işte bu boş bilincin ürünüdür. Yabancı, büyüleyici gücünü, içinde barındırdığı trajedi duygusuna borçlu: Bir türlü ele geçirilemeyen anlamın sürekli aranması, bilinç ile toplumsal dünya arasındaki çatışma… Camus’yle buluşanların hiçbiri, onunla karşılaşınca hayal kırıklığına uğramamıştır. Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir, der Camus. Giderek daha çok sevilen bir yazar olması, onun bu sevgisinin yansımasından başka bir şey değildir.
Albert Camus’un Hayatı
1913’te Cezayir’in Mondovi kasabasında dünyaya geldi. Babası Fransız, annesi İspanyoldu. Fakir bir ailenin çocuğu olan Camus, küçük yaşta babasını kaybetti.
Bağımsız bir hayat sürebilmek amacıyla küçük yaşta evden ayrıldı. Geçimini sağlamak için birçok işe girip çıktı, vereme yakalandı. Felsefe eğitimini yarıda bırakarak, bir süre tiyatro ile uğraştı. Alman işgali boyunca ‘Combat’ gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı.
1937 ve 1938’de yayımlanan iki denemesiyle edebiyata giren Camus, bu kitaplarında bir şair ve üslupçu görünüşüyle karşımıza çıkar. 1942’de yayımladığı ‘Yabancı’ (L’Etranger) ona çabucak şöhretin kapılarını açar.
‘Yabancı’, saçmalığın elinde oyuncak olan, etrafında olup bitenleri anlayamayan, anlamak için de bir çaba harcamayan kayıtsız, vurdumduymaz bir kişinin durumunu nesnel bir görüşle gözler önüne serer.
Aynı yıl yazdığı ‘Sisifos Söyleni’nde (Le Mythe de Sisyphe), mutsuzluğa düşen çağımız insanının trajedisini ele alarak, saçmanın felsefesi diye tanımlanan bir dünya görüşü ve Jean Paul Sartre’ın varoluşçuluğu ile yepyeni bir düşünce ve duyuş biçimi getirir.
‘Yabancı’ ve ‘Sisifos Söyleni’ adlı yapıtlarında Camus, hem güçlü bir romancı hem de bir filozof olarak kendini gösterir. Saçmanın felsefesinin varoluşçulukla ortak yönleri olduğu su götürmez bir gerçektir, ama yine de birbirlerine karışmazlar.
Saçmanın felsefesinin başlıca temsilcisi olan Camus, ‘Yabancı’da ana hatlarıyla verdiği bu felsefeyi, ‘Sisifos Söyleni’de daha yoğun bir biçimde işler ve bu dünyada mutlu olmak imkansızlığı üzerinde durur.
Aslında ‘Sisifos Söyleni’, evrenin anlamsızlığı ve insanın saçma kaderine baş kaldırma ihtiyacı üzerine yazılmış bir denemedir. Camus, 1951’de yayımladığı ‘Başkaldıran İnsan’da (L’Homme revolte) bu konuları yeniden ele alır ve derinliğine işler.
1947’de yayımlanan ‘Veba’ (La Peste) büyük etki yaratır ve yazara ‘Prix des Eritiques’ ödülü kazandırır. Bundan sonraki kitaplarında Camus, bir filozoftan çok bir ahlakçı ve edebiyatçı kimliğiyle kendini gösterir. Bu durumu oyunlarında görmek daha kolaydır.
En son romanı olan ‘Düşüş’ü (La Clute) 1956’da yayımlar. 1957’de en güzel hikayelerinin bulunduğu ‘Sürgün ve Krallık’ (L’Exil et le royaume) ile yaratıcı sanatın en güzel örneklerini verir. En güzel hikayeleri, şüphesiz, Cezayir’de geçenlerdir.
Eserlerinde çok az yazar ve düşünürde görünen sıklıkta ölüm, anlamsızlık ve nihilizm temalarını işleyen ve 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Camus, 1960’da bir trafik kazasında, gerçekten saçma bir ölümle hayata gözlerini kapattı.
En tanınmış eseri olan ‘Yabancı’yı 1942’de yayımladı. ‘Yabancı’da açık, sade, süssüz ve hareketli üslubu ile Hemingway’den etkilenmiş izlenimi verir.
Camus ‘Yabancı’da, kayıtsız, hayatın anlamsızlığına karşı mücadele etmekten yorulmuş, etrafında olup biten olayları anlamayan, anlamak için de hiçbir çaba harcamayan, unutulmaz bir insan tipini canlandırır.
Önemli eserleri
‘Amerika Günlükleri’, ‘Başkaldıran İnsan’, ‘Büyüyen Taş’, ‘Caligula’, ‘Denemeler’, ‘Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar’, ‘Düşüş’, ‘Ecinniler’, ‘İlk Adam’, ‘Mutlu Ölüm’, ‘Sıkıyönetim’, ‘Sisifos Söyleni’, ‘Sürgün ve Krallık’, ‘Tersi ve Yüzü’, ‘Veba’, ‘Yabancı’, ‘Yolculuk Günlükleri’.”
Yabancı, saçmalığın elinde oyuncak olan, etrafında olup biteni anlamayan, anlamak için de hiç bir çaba harcamayan kayıtsız, vurdumduymaz bir kişinin durumunu nesnel bir görüşle gözlerimizin önüne sermektedir. Günümüzde bu tür insana ne kadar da çok rastlıyoruz. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyen ve olaylara tepkisiz sadece kendini düşünenler arttı mı yoksa….Camus ‘nün kitapları evrenin imkansızlığı ve insanoğlunun haksız olarak mahkum edildiği saçma kaderine bir başkaldırı niteliğinde..Aslında kendisinin de 1960 yılında , bir trafik kazasında 47 yaşında gerçekten saçma bir nedenle ölmesi ise çok ironik.
Yabancı ‘da Camus unutulmaz bir insan tipini canlandırmaktadır. Romanın kahramanı Mersault, kavurucu güneş yüzünden bir Arabı öldürür. Bu cinayeti sanki kendi iradesi dışında işler, tutuklanır. Mahkemede , sanki yargılanan, hayatı söz konusu olan kendisi değil de , bir başkasıymış gibi olan bitenleri, anlamıyan, kayıtsız bir gözle seyreder; hareketinin saçmalığına bir açıklama şekli bulmaya uğraşanlara, ona mantıklı bir anlam bulmaya çalışanlara şaşar. O sanki içinde yaşadığı hayata uygun bir şekilde yaratılmamış gibidir ve çevresine uyamamaktadır, o adeta bir YABANCI’dır. İnsanların ahlak anlayışları da ona yabancı gelmektedir.
Etrafımızı çevreleyen evren de, toplum da anlamsızdır, saçmadır. Mersault’un bir hiç yüzünden bir insan öldürmesi de göstermektedir ki, bu boş ve anlamsız evrende herşey insanoğlunun iradesi dışında gerçekleşmektedir. Onun için de, bu anlamsız dünyaya bir anlam katmaya çalışılmamalıdır. Kişinin dünyaya gelişi gibi gidişinin de bir anlamı yoktur. Gelişini dünya ne kadar kayıtsızlıkla karşılamışsa , gidişine de o kadar kayıtsız görünmektedir.
Bu anlamsız evrende kişinin , özlemini duyduğu mutluluğu araması da boşunadır. Mutluluğa erişmeye olanak yoktur. Aslında mutluluk, aldatıcı bir görünüşten başka bir şey değildir, hayat da öyle…. Hayat zaten ölümcül bir hastalıktır… ?( insanoğ???) ölüme mahkum edilmiştir ve bu düşünce ona bunalım vermektedir. Akıp giden zamanın kendisini sürükleyip götürdüğü ölüme karşı güçsüzlüğünün farkına varmaktadır. Kendisini sımsıkı bir çember gibi kavrayan her günkü hayatın bunaltıcı yeksenaklığı içinde , bir otomat gibi , hergün aynı işi aynı şekilde yapmak zorunda oluşu, onu hayatın gerçekten bir anlamı olup olmadığı sorusuyla karşı karşıya bırakır. Ve kendisine bu soruyu sormaya başladığı anda da, kaderine karşı başkaldırıyor demektir. Ama etrafını çevreleyen hayatın ve evrenin saçmalığından üzüntüye kapılıp onu sona erdirmek de bir çözüm değildir. Tam tersine, bu hayata bir anlam katmak yerine onu gururla yaşamak , taşımak ve dünya nimetlerinden yararlanmak , anın kıymetini bilmek gereklidir. Bu hayatı yaşamak kişiyi daha da yüceltecek , ona soyluluk verecektir. Bu da , evrenin anlamsızlığına karşı onun ( insanlığın) zaferi olacaktır.
geçen hafta 16 yasinda lise ogrecisi kizima aldim bu kitabi O istedi.Ben de yarin okumaya baslayacagim. çunku kizim Alp lere yakin La Cluzas ya kayak yapmaya gitti kitabida goturdu beraberinde Fransizca dan okuduktan sonra Turkçe çevirisini de okuyacagim Au revoir
Tamam okudum Bu oyku kahramaninin umursamaz tas yurekli tavirlarini biz yabanci uyruklular her gun her an goruyoruz bu fransizlarin içinde yasayarak O odul aldigi donemde bu esere odul veren toplum o zamanlar insandi da simdimi tas yurekli oldular.Ha! eser konusuna degilde esere odul verildi diyorsaniz sanat sanat için yapilmali diyorsaniz (katiliyorum) ama her kitap okuyanin sanatçi kimligi vardir mi diyorsunuz Neyse ben bu fransizlar ve portekizler sol taraflarinda bir tas parçasiyla yasayan bireylerdir diyerek BU kitapta kahramanin eline geçen bir yirtik gazete parçasindaki hikayeyi hatirlamasi kismina takildim Hani! çekoslavakyada geçen bir olay ;Adam zengin olmak için kasabadan ayriliyor 25 yil sonra bir kari bir cocuk ve paralarla o kasabaya geri donuyor Annesi ve kizkardesinin islettigi otele…. devamini kitabtan okuyun Ben fransizcasini orijnalini okudum Ha buarada geç cevap yaziyorum çunku bu arada is kazasi yaptim. iYI okumalar
Merhabalar, Yabancı nın en iyi Türkçe çevirisini kimden okuyabilirim..?
Fransızca aslından çeviren Vedat Günyol olabilir.