Sizin hiç gözünüze kıymık battığı oldu mu? Adorna’ya göre bazen göze batan kıymık en iyi büyüteçmiş. Ben onun yalancısıyım. Ya da şöyle sorayım: Gördükleriniz, duyduklarınız karşısında ‘’ bu kadarı da olmaz!’’ deyip dehşete kapıldığınızda ne yaparsınız? Ben öyle anlarda bundan birkaç yıl önce tanıştığım Dostoyevski’nin ‘’yeraltı adamı’’nı düşünüyorum. Zira gözüme kıymığı batıran muhterem zat oluyorlar kendileri.

Onunla nasıl mı tanıştım? Bir gün bolca mağaza, kafe, lokantanın yanı sıra ışıltılı koridorlarında bir tutam sinema ve kitapçı dükkânına da yer veren mabetlerden birinin içinde gezinirken, ense kökümden ceketime yapışmış ufak tefek bir adam, o yakınlardaki loş bir kafenin köşesindeki koltuklardan birine fırlatıverdi beni. Sarsılmanın etkisiyle midir nedir, koltuğuma yerleşmek, asansörle ‘’sıfırdan onuncu kata’’ çıkmak kadar vakit aldı neredeyse. O yerleşme anında benliğim de sarsılmış olmalı ki, yerinde yeller esiyordu. Belki de benliğimin hacmi, ağırlığı, bakışı, duruşu değişmişti, başkalaşmıştı da bunu henüz anlayamadığımdan bana öyle geliyordu.

Oysa durum göründüğünden daha karışıktı. Bir kere ‘’yeraltı adamı’’ndan bana ilk kez bahseden Dostoyevski değil, Dostoyevski hayranı Amerikalı yazar Marshall Berman’dı. Berman’ın ‘’Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’’uyla tanışmamın üzerinden yıllar geçmiş fakat onun yeraltı adamına dair anlattıkları hiç aklımdan çıkmamıştı. O günden bu yana onu tanıma isteğim zaman zaman depreşiyor, tam arayacakken aklımın köşeciğinde kayboluveriyor, sonra kilit yeniden açılıyor, fakat ben onu yine zihin odacığımın karanlık köşelerinde unutuşa terk ediyordum. Günlerden bir gün, bir radyo konuşmasında adı anılıp, olur da görmek isteyenler çıkar diye adresi de verilince kulaklarıma inanamadım. Meğerse evimizin burnunun dibindeymiş: hani o dev güneş gözlüğü camlarından yapılmış dört köşeli blokların, iki adam boyunda elektrikli tellerle çevrelendiği oto parklardaki kitapçı dükkânlarından birinin içinde… ‘’tamam’’ dedim kendi kendime ’’artık beni bir şeycikler durduramaz, gidiyorum!’’ İşin aslı, devlerin homurtusunu dinlemekten bunaldığımdan mıdır nedir merkezlerine de yaklaşmıyordum pek. Gelgelelim daha tanışmadan dost bildiğim bu kaçağa ulaşmanın başka yolunu bulamayınca, cam yarması dostlarımızın çöplüğünde buldum kendimi. Sitenin kitapçısına girdim, bilgisayarda ‘’yeraltı adamı’’na bakıldı, numarası anında bulundu. Eeee, samanlıkta iğne olsanız yine de internetin elinden kurtulamazsınız. İşte benim iğnem de parmaklarımın arasındaydı; yoksa kıymık mı desem, bunu –henüz- o anda bilmiyordum.

Şimdi bir duralım ve kendisine ulaşmamın heyecanını yaşarken kahramanımızın ceketimden tutup beni bir koltuğa fırlattığı ana yeniden dönelim. Koltuğa yerleştiğim sırada mırıldanıp duruyordu. ‘’Ben hasta bir adamım’’ diye başladı söze. Bir insanın hem hasta hem de nasıl bu kadar aceleci olabileceğini anlayamamıştım ve cevabı yapıştırıverdim;‘’Ooo!’’ dedim ‘’birçoğumuz öyleyiz. Hasta olmayanlarımız da içgüveysinden hallicedir, sana ne oluyor ki!’’. Sanki beni hiç duymuyor, umursamazlıkla devam ediyordu sözlerine. ‘’gösterişsizim de, hınçlıyım da’’ diyordu, ‘’ karaciğerimden hastayım’’ diyordu, ‘’bir böcek bile değilim ben’’ diyordu.

‘’Değişmek için zamanım olsa da inancım olsa da değişmeyi istemediğimi anlamanın tadına doyum olmuyor. Onuruna çok düşkün bir adamım ben. Bir kambur, bir cüce kadar da kuruntulu, alınganım. Kendimi her davranışımda suçlu bulurum dahası suçsuzken bile kendimde bir suç ararım. Keşke boş duruşum aylaklığım yüzünden olsaydı. Tanrım, kendime ne büyük bir saygı duyardım! Hiç olmazsa tembelliğim, güvenebileceğim belirli bir özelliğim var diye kendime en büyük saygıyı beslerdim. Birisi benim için ‘’Kim bu adam?’’ diye sorunca ‘’Tembelin biri!’’ karşılığını verirlerdi. Böyle bir söz duymayı çok isterdim. Şaka değil, bu bir unvandır, bir mevkidir, kusursuz bir meslektir!’’

‘’Bir dakika’’, dedim ona, ‘’çok hızlı gidiyorsun’’, ‘’tembellik sana göre bir meslek anladım, fakat gerçekte ne iş yaparsın, nasıl geçinirsin?’’

‘’Bir zamanlar memurdum,’’ dedi

‘’Aaaa’’, dedim, ‘’ne tesadüf, ben de memuriyet yaptım!’’

‘’Ama ben o zamanlar bile kimseyle görüşmeyen, kabuğuna çekilmiş, yabanilik derecesinde yalnız bir yaşamı olan biriydim. İş arkadaşlarım bana yalnızca garip bir adam gözüyle değil aynı zamanda tiksintiyle bakıyorlardı. Göreve her gelişimde bayağılımı görmesinler diye kendimi büyük sıkıntılara sokarak, elimden geldiğince rahat bir havaya bürünüyor, yüzüme soylu bir anlatım vermeye çalışıyordum. Gülünç duruma düşmekten de son derece korkuyor, göreneklere körü körüne uyarak adımlarımı herkese göre ayarlamaya çalışıyordum. Davranışlarımda bir başkalık görecekler diye ödüm patlıyordu. Dairedeki görevimi bütün benliğimle küçümsüyordum, ama ne yaparsınız, orada çalıştığım, ekmek parası kazandığım için yaptığım işi açıktan açığa kötüleyemiyordum.’’

‘’Çıkılacak basamak azaldıkça aşağıdakilere yönelen bakışlar daha da horlayıcı oluyor,’’ dedim

‘’Uzun uzadıya gevezeliklerle kendimi temize çıkarmaya çalıştığımı mı sanıyorsunuz?’’ diye cevap verdi bana. ‘’Yok öyle bir şey! Yalnız yukarıdakiler aşağıdakiler meselesine gelince size o günlerde başımdan geçen bir olayı anlatayım,’’ dedi belli belirsiz gülümseyerek ve devam etti: ’’Bir gece kötü bir meyhanenin önünden geçerken bilardo masası çevresinde adamların istekalarla dövüştüklerini gördüm. Sonra birini pencereden dışarı attılar. O andaki ruhsal durumumun etkisiyle dışarı atılan adamı kıskanmaya başladım, ‘’belki ben de birisiyle kavga ederim, beni de dışarı atarlar’’ düşüncesiyle bilardo odasına daldım. Ama ne yazık ki beklediğim çıkmadı, pencereden atılacak bir adam olmadığım anlaşıldı, kimseyle dövüşmeden oradan uzaklaştım. Oysa meyhaneye girer girmez bir subay ağzımın payını vermişti. Ben nereden bileyim, bilardo masasının önünde dururken yolu kapıyormuşum; o sırada subay da geçmek istemiş. İnsan ne istediğini söyler değil mi? Yok, beni omzumdan yakalamasıyla bulunduğum yerden başka bir yere itelemesi bir oldu. Kendisi de ne yaptığının farkında değilmiş gibi geçip gitti. Dayağı bağışlayabilirdim, ama beni adam yerine bile koymadan itip kakmalarına kesinlikle göz yumamazdım. Karşılarındaki bir sinekti sanki. Subayın boyu on verşok vardı, oysa ben ufak tefek cılız bir adamım. Meyhaneden şaşkın, heyecan içinde çıkarak doğruca eve yollandım. Subaya daha sonra sokakta sık sık rastladığım için iyi tanıdım. Onu nefretle, kin dolu gözlerle süzüyordum; bu durum böylece birkaç yıl sürdü. Yıllar geçtikçe ona karşı duyduğum kin çoğalıyor, her geçen gün içime kök salıyordu. Önce subay hakkında gizli gizli bilgi toplamaya başladım. Bir gün uzaktan uzaktan gölge gibi peşine takılıp giderken birinin ona soyadıyla seslendiğini işittim, böylece soyadını öğrendim. Başka bir seferinde onu evine dek izledim. Bir sabah, hiç edebiyatla uğraşmadığım halde, bu adamın foyasını çıkaracak biçimde bir öykü yazmak, onu biraz da karikatürize etmek geldi aklıma. Öyküyü zevkle yazdım, ‘’Yurt Notları’’na gönderdim, öykümü basmadılar. Öfkeden boğulacak gibi oluyordum. Ve birdenbire, evet birdenbire öcümü aldım; hem de pek kolay, pek dâhice bir yolla! Aklıma parlak bir fikir geldi. Bazen tatil günleri Nevski’ye çıkar, caddenin güneşli yanında gezinirdim. Gelip geçenlerin ayakları arasında, utanıp sıkılmadan, fıldır fıldır dolaşır, adım başına ya bir generale ya da bir süvari ya da hassa subayına ya da bir hanımefendiye yol verirdim. Subayla aramızda geçen olaydan sonra Nevski’ye gitmeden duramaz oldum, çünkü onu en çok orada görebiliyor, orada izliyordum. Gerçi o da generallere, kodamanlara yol veriyor, aralarında kuyruğunu kıvırarak dolaşıyordu, ama bizim gibileri, hatta daha kelli fellileri tepeleyip geçiyordu. Önünde kimse yokmuş gibi insanın üzerine üzerine yürüyor, yol vermek nedir düşünmüyordu. Ona baktıkça öfkemden kendi kendimi yiyor, ama onunla karşı karşıya gelince nefretle yana çekiliyordum. Bazen gecenin üçünde uyanıp büyük bir bunalım içinde kendi kendimi paylıyordum. ‘’neden ilk olarak hep sen yol veriyorsun? Neden o değil de sen? Bunun bir kuralı, ‘’şöyle olacaktır’’ diye yazılı bir yasası var mı? Kibar insanların karşı karşıya gelişlerinde yaptıkları gibi, her şey eşit koşullarda yürütülmelidir, bir adım sen bir adım o geri çekilmeli, birbirinize saygı göstererek yürüyüp gitmelisiniz.’’ Ama hiç de öyle olmuyordu, her seferinde ben yana çekiliyordum, subay ise benim farkıma varmadan basıp gidiyordu. ‘’

‘’Yeraltı adamı’’ anlatıp durdukça ben de, az önce gördüğü rüyanın resimlerinden geriye kalan bölük pörçük görüntüleri yakalamaya çalışan birine dönüşüyordum. Kulağımda epeydir çınlamakta olan sesi yavaş yavaş benden uzaklaşmıştı. Eski anılar önce beni Dover’a götürdü: limana varmaya yakın durdurulan otobüsümüzden inişimizi, içimizden bazılarının – mesela siyahilerin ya da çulsuzların- bir kenara çekilip Fransız polisince didik didik aranmasına, ardından alıkonmasına sesimizi çıkarmayışımızı; politikacıların hep o aynı azarlayan gözlerle televizyonlardan seslenişini; mendilci çocukların ellerini; parktaki cip kullanıcısının tozu dumana katan gürültüsünü; işyerlerindeki yarı tanrıların memurlara kükreyişini ve daha bir dolu görüntüyü belleğimin kayıt deposundan çıkarıp şöyle bir yokluyor, tekrar yerine yerleştiriyordum. Zihnim bir kaç saniye içinde yolculuğunu tamamlayıp geri dönmüştü. Heyecanla ‘’yeraltı adamı’’na ‘’pekâlâ, dâhiyane planın neydi, öcünü nasıl aldın o subaydan?’’ diye soracaktım ki, bir de ne göreyim, beni kafede bırakmış, çekip gitmişti. Bir ‘’hoşça kal’’ bile demeden. Belki demişti de ben duymamıştım. Orada öylece, gözüme batırdığı kıymığın sancısıyla kalakalmıştım.

Eğer yanımda olsaydı ona sezgilerinin çok güçlü olduğunu söyleyip beni arada sırada ziyarete gelmesini isteyecektim. Hâlbuki onu tanıdığım için dehşete kapılmıştım. İnsanların kendinde gördüğünde kabullenmeyi reddedeceği, hatta tiksineceği bir dolu alışkanlığı vardı. Üstelik karakterini olduğu gibi seriyordu önüme. Acımasızca, daha doğrusu duyduğu acıdan zevk alırcasına. Bunun nedenini bilmek istiyordum, onu anlayamamıştım, tekrar görmeliydim, hatta birbirimizi unutmamalıydık. Eğer onun acılarının kabuğunun altında, kendiminkileri de görebilirsem, kendi sezgilerime daha çok güvenebilirdim. Ve sezgilerim bana kararlarımda danışmanlık edebilirdi. Aklımdan türlü türlü düşünceler geçiyordu. Bu düşünceler içinde bir ara, yüzeyinde gözle görülmeyen canlıların yaşadığı araziden borularla çekilerken şebeke suyuna karışan bir yaprağa dönüşmüştüm.., Ardından, her yanı ilaç kokularının sardığı bir deponun havuzunda gezindim. Sonra havuza akan damlalara karıştım, suya yayılan kloru kokladım…

‘’Yeraltı adamı’’ile tekrar karşılaşmadık. Olur da yine buluşursak, onun parmaklarıyla benimkilerin birbirine çatacağını ve saç saça baş başa didişeceğimizi görebiliyorum. Ama elden ne gelir ki; kıymıksız büyüteç olmuyor. Yoksa kıymığı da büyüteçi de kaldırmalı mı, olmadı fırlatıp atmalı mı? Siz ne dersiniz?

Hatice Balcı

(*) Yazıda italikle belirtilen bütün cümleler Dostoyevski’nin adı geçen kitabının Türkçe çevirisinden alınmıştır. Bkn: Dostoyevski, Yeraltından Notlar, Çev. Mehmet Özgül, İletişim Yay.,2006, 13.baskı

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

“Unutursak Yüreğimiz Kurusun!”

Next Story

Burjuvanın Edebi Yolculuğu

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ