YILMAZ ZENGER:“Heykellerim, üst perdeden çığlığım”
Tasarım dünyasının duayenlerinden, mimar, heykeltıraş ve eğitmen kimlikleriyle farklı alanlarda üretim yapan Yılmaz Zenger, politikadan, sanattan, çevre sorunlarına kadar yaşamın her alanından yüklendiği negatif elektriği, eserleriyle dışa vuruyor. Sanatın karşı duruşu olması gerektiğinin altı çizen Zenger, “Heykellerim, üst perdeden çığlığım” diyor. Şimdilerde “Agresif” isimli bir sergiyle izleyicisiyle buluşan Zenger ile bu serginin hikâyesini ve ayrıntılarını konuştuk. Zenger, “Agresif”te yaşadığımız dünyanın, siyasi ve sosyal kurumlarıyla içimizde yarattığı korkunç yığıntıları, heykelleriyle yeniden yapılandırıyor…
SÖYLEŞİ: Elif Şahin Hamidi
“Heykeller, kafamdaki hikâyeler” diyorsunuz. “Agresif” adlı serginizdeki heykeller, hangi hikâyelerden doğdu? Sergideki eserlerinizin ortaya çıkış sürecini öğrenebilir miyiz?
Politikadan, sanattan, çevre sorunlarına hemen her olaydan yüklendiğim negatif elektrikler, hikâyelerimi de esir alıyor. Üretim sürecim bir anlamda da, içimde biriken bu zehrin dışa vurumudur.
Sanat/sanatçı muhaliftir, bozuk düzene karşı bir isyandır, bir karşı duruştur diyebiliriz. “Agresif” ismi de bir karşı duruşu simgeliyor sanırım? Gezi direnişinin de etkileri var mı acaba bu heykellerin oluşum sürecinde?
Tartışmasız, gerektiğinde sanatın karşı duruşu olmalıdır. 11 Şubat gecesi Okay Temiz, Cemal Reşit Rey salonundaki konserinde, bu isyanı müziğiyle haykırdı. Gezi’de Okay’ın orkestrasında ben de tava tencere çalarak tepki verdim. Müzikle dışa vurmak ara bir tepkim. Heykellerim ise üst perdeden çığlığım.
Matematiksel yüzeylerden oluşuyor heykelleriniz, binlerce geometrik formla karşı karşıya geliyoruz… Abraham Lubelski, sizin hakkınızda şunları söylüyor: “Zenger’in çalışmaları dolambaçsız, okunaklı ve nettir. Matematik, felsefe, tasarım, mühendislik ve sanata ilişkindir.” Heykellerinizin matematiksel boyutuyla ilgili neler söylemek istersiniz?
Çocukluğumun erken döneminde el becerilerime ve biçim verme tutkuma, ortaokulda matematik katıldı. Lisede adını unutamadığım hocam Hayrünnisa Köni’nin felsefe ve mantık dersleriyle akıl yürütmemin bilimsel temelleri yapılandı. Heykellerimin her bir yüzeyi, geometrik olarak tanımlanabilsin isterim. Önce bu yüzeylerin ara kesitleri olan eğrileri gerçek ölçeğinde ve fiziksel olarak yerleştiririm. Ardından, sıra yüzeylerime gelir. Bu ara kesitler, heykelin iskeletini kurgular; heykeli ete kemiği büründüren ise yüzeylerdir.
Kaligrafik çalışmalar görüyoruz eserlerinizde. Osmanlıca ve Arap harfleri ile olan ilişkiniz ve heykelleriniz üzerindeki izdüşümü üzerine konuşabilir miyiz biraz?
Ben okumayı altı yaşımda, henüz okula gitmeden 1939 yılında, önce Beyazıt’ta sahaflar çarşısında, resim altları okumakla başlayarak öğrendim. Nedeni de en yakın arkadaşımın babası olan aile dostumuzun, Beyazıt Camii baş müezzini ve ünlü bir hattat oluşudur. Kendisinin sahaflar çarşısında çok saygı duyulan bir kişi oluşu, günlerimizi istediğimiz her kitabı karıştırarak orada geçirebilmemizi sağladı. Kısacası o yaşta dost olduğum kaligrafinin heykellerime yansımaması beklenemezdi.
Kullandığınız malzemeler ve malzeme seçiminizi belirleyen unsurlarla birlikte malzeme, tasarım ve üretim yöntemleriniz arasındaki ilişki üzerine neler söylemek istersiniz?
Hep tekrarladığım ve dudak bükülen bir söylemim var. Tasarlamak biçimle kısıtlanamaz diyorum ısrarla. Malzemeyi ve üretim yöntemini de kapsar. Biçim, oluşumu boyunca malzemesini ve üretim yöntemini fısıldar, tabii duyabilen kulaklara.
Yılmaz Zenger’in heykelleri neler fısıldar insanlara/izleyicilere; nasıl okunmalı Zenger’in yapıtları? Agresif’teki çok yüzeyli heykelleriniz, küçük bir açı değişikliğiyle çok farklı şekillerde okunmaya açık…
Algılama kapasitemizi birikimimizin çerçevesi sınırlar. Sanat yapıtlarını anlamak, sadece duygularımızı adlandırmaktır. Yoğun içerikli bir yapıt bir kerede nadiren kavranabilir. Genelde ise, insan ilişkilerinde de olduğu gibi, zamanı, hatta bir arada yaşamayı gerekli kılar. Her açı değişiminde farklılaşmaya gelince, nedeni üç boyutla yetinmiyor olmamdır. Heykellerimde olabildiğince çok boyuta koşarım.
Bugün sanat-sanatçı yeterince muhalif mi sizce? Kitapların yasaklandığı, heykellerin ‘ucube’ olarak nitelendirilip yıkıldığı bu düzende sanatın muhalif duruşu nasıl korunabilir, sürdürülebilir?
Sanatçı ve sanat, önce kendi kirlerinden arınmalıdır. İzleyici her sunulanı başkalarının sözüyle değil, sadece kendi gözüyle tartmalı, kral çıplak demeye alışmalıdır. Muhalif duruş için önce birey olarak kendi duruşumuzda direnmemiz gerekir. Kendi kendimiz olabildiğimiz ölçüde, tepkilerimiz işe yarar.
2011 yılında ‘İstanbul’un Kültür Katmanları’ adlı bir sergi açmıştınız. İstanbul’u katmanlara ayırdığınız bu sergide 1950-2010 arasını ‘Deform Kültürü’ olarak adlandırmıştınız. Durmaksızın değiştirilip dönüştürülen, betonlaşan, tarihi yok edilen İstanbul’u nasıl bir gelecek bekliyor sizce? Neler öngörüyorsunuz?
Hiçbir şeyden çekmedi İstanbul, çılgın projelerden çektiği kadar, diye özetleyebilirim 50’den buyana İstanbul’un başına gelenleri. “Kişi noksanını bilmek kadar irfan olmaz” sözü, yönetim binalarının alınlarına kazınmalı da karar vericiler üstlerine alınırlar mı bilemem. Nitekim adalet saraylarının üzerinde de, bütün olup bitenlere karşın hala, “Adalet mülkün temelidir yazıyor”.
Sanatla uğraşmanın hayli zor olduğu bir memlekette yaşıyoruz. Hele bu sanat dalı heykel ise iş biraz daha mı zor oluyor? Ki bu alanda bir şeyler yapmak isteyen insan daha ailede kösteklenmeye başlıyor…
Bu ülkede heykelle paylaşılmış bir mekânın tadına alışık değil insanlarımız. En önemli nedeni bunu deneme fırsatı bulamamış olmaları olabilir. Ayça Dinçkök hanımefendinin Kemerburgaz’daki villasının bahçesi için çok büyük bir heykel tasarladım. Yerleştirmemden uzunca bir süre sonra bir kokteylde karşılaştık. Biliyor musunuz dedi, “heykel benim yaşamımı değiştirdi”. Duvarlarımız ise, dini içerikli duvar halılarına kadar resmin hemen her türlüsüne alışık.
Bir söyleşinizde, “Gençlerin üretmeye, ellerini kullanmaya alışmaları lazım. Ellerini sadece ‘mouse’ tutmak ya da klavyede kullanmak için değil, çekiç, zımpara ya da başka aparatları tutmak için de kullanmaları lazım” diyorsunuz. Teknoloji bağımlısı gençler için ellerini kullanmalarının tasarım açısından artıları neler olacaktır?
‘No Computer’ başlıklı bir workshop yaptım birkaç yıl önce. Önlerine kartonlar ve kesme aletleri koydum. Sadece kesip katlayarak yapabildiklerine kendileri de şaşırdılar. Üç boyutlu modelleme evreninde objektifin yansız diye sunulması, merceğin, göz ardı edilmiş göz önü gerçekliğini dışlaması, tasarım sürecinin teoride önemli bir açmazıdır. Gördük dediklerimiz, gözümüzün sürekli gönderdiği dataların, beyinde işlenmiş birikimleridir. Dolayısıyla da görüntü olarak sunulup değerlendirileceklerin gerçekliği, örneğin sinemada ekranın, fotoğrafta baskının gerçekliğidir. Oysa tasarım nesnelerinin, kullanıcının gözü önünde sürdürülecek üretim aşamalarında, göz önü değerlendirmelerine, iyileştirmelerine kısaca el becerilerimize gereksinme olacaktır. Teorideki bu kesinlik, ‘foto gerçekçi render’ların gerçekliğinin altını boşaltır. İlginç bir örnek de, araba prototip üretim videolarında görülür. Gerçek boyutlu CNC çıktısı modeller üzerinde, ek yontular ya da eklemelerle, gerektiğinde tasarımcının da, gözü önündeki modele fiziksel müdahaleleriyle, son biçime ulaşılır.
Yeni projeleriniz neler; yeni bir sergi var mı yakın gelecekte?
New York’tan, beni yakın zamana kadar bağlı olduğum galeriden, çok yakından tanıyan bir küratörden ısrarlı bir talep var. 80 yaşımı aştım ve keyif ya da toplantı gezisi dışında, değil yurtdışında, İstanbul dışında sergilere bile pek sıcak bakmıyorum. Enerjimi olabildiğince üretmeyle tüketmekten yanayım. Ayrıca ben, bu galerilere sığmayacak büyük formlar üretmekteyim. Dolayısıyla bu yapıtlarıma uygun ve de İstanbul’da yerleşik, boyutlu bir galeriyle anlaşmaya hazırlanıyorum.
NOT: Bu söyleşi, YAPI dergisi Mart 2014 sayısında yayımlanmıştır.