Şeyh Bedreddin ve Varidat – Esat Korkmaz “Ne ah edin dostlar, ne ağlayın! Dünü bugüne, bugünü yarına bağlayın!” Nazım Hikmet
*Esat Korkmaz “Şeyh Bedreddin ve Varidat” adlı yapıtında, Anadolu kültürünün önemli köşe taşlarından birinin üstündeki örtüyü kaldırıyor. (…) Esat Korkmaz’ın “Şeyh Bedreddin ve Varidat” incelemesini okuduğumuzda Anadolu’nun yaratılmak istenen yapay kültürleri kabullenemeyecek denli büyük bir kültür birikimine sahip olduğunu bir kez daha anlıyoruz. (…) Ülkemizde hep bir yasaklı, örtülü yön olduğu bilinen bir gerçektir. İnsanımızdan kendi geçmişi ve kültürünü saklamak bir marifet sayılır. Resmi bir hat çizilir, bu hattın dışına çıkan dışlanır, görmezden gelinir. Bizler Şeyh Bedreddin’i Nâzım Hikmet’in “Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı”ndan (1936) öğrendik. Daha sonra Ruhi Su’nun usta yorumuyla ete kemiğe büründürdük. Ancak bir destan boyutundaki yüzeysel bilgilerle yetinmek zorunda kaldık. Oysa, çağdaş bir ülkede, yüz binlerce insanı etkilemiş bir inanç ve düşünce adamı hakkında binlerce kitap yazılır, tezler hazırlanır.
TERSTEN BAKMAK…
Esat Korkmaz, “Şeyh Bedreddin ve Vâridât”ının (…) ilk bölümünde Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin’in yaşamı, eylemleri ve felsefesi üzeride durmuş. Ancak, Esat Korkmaz, olaylara ve olgulara “tersten” bakmayı yeğleyen bir araştırmacı. Bu yapıtında da aynı yöntemi izlemiş. Resmi vakanüvislerin anlatılarına ilgi göstermemiş, Şeyh Bedreddin’in torunu Hafız Halil’in “Menakıb-ı Şeyh Bedreddin İbn-i Kadı İsrail” adlı anlatısını temel almış. Ancak, Şeyh Bedreddin’i söylenceler içinde karanlığa boğmamış, tersine diyalektik bir metotla Bedreddini felsefesini tüm yönleriyle, geçmiş ve gelecek tasarımıyla gün ışığına çıkarmış. Böyle bir işin üstesinden gelebilmek için geniş bir “bâtini” bilgisine ve kültürüne sahip olmak gerektiği açıktır. Esat Korkmaz, “Enel Hak”, “Dört Kapı Kırk Makam”, “Alevi Felsefesi”, “İnsan Tanrı”, “Alevîlik ve Aydınlanma”, “Anadolu Aleviliğî”, “Şamanizm Terimleri Sözlüğü”, “Zerdüşlük Terimleri Sözlüğü” gibi bâtini felsefesinin temel kaynakları üzerinde çalıştıktan sonra, “Şeyh Bedreddin ve Vâridât”ın üstesinden başarıyla gelebilmiştir. Yoksa, böyle bir bilgi ve kültür birikimine sahip olmadan Şeyh Bedreddin’i ve Vâridât’ı yorumlamak olanaksızdır.Yapıtta, Şeyh Bedreddin’in menakıpnamelerden izi sürülürken bir yandan da diyalektik bir metodla 13. – 14. yüzyılın tarihsel gerçekliği yorumlanmış. Oğuz Türkmenlerinin bâtini-heterodoksi örtü altında karşı-İslamlığı hangi tarihsel koşullarda nasıl geliştirdikleri verilmiş.13.-14. yüzyıllarda İbn Haldun’un belirttiği gibi göçebe topluluklarının belirleyiciliğinde dünya yeniden yaratılıyordu. Esat Korkmaz, bu hareketi “Rönesans” yani “yeniden doğuş” olarak niteliyor. Resmi tarihlerde ele alınmayan bir tanımlamayla bu dönemi “Anadolu Aydınlanması” olarak görüyor. Tarihin bu kesitini, Batı ile karşılaştırıyor ve Batı’nın o dönemde bu gelişmelerin çok uzağında olduğu gerçeğine ulaşıyor. İşte burada, bize Batı’dan çeviri yoluşla belletilen ezber bozuluyor. Batılıların kendi tarihlerinden yola çıkarak “tek doğru” olarak dünyaya sundukları “gerçeklerin” aslında doğru olmadığı, Doğu’nun kültür birikimi göz ardı edilerek Batı’nın da açıklanamayacağı gerçeğini açıkça dile getiriyor. “Batı’nın karanlıklar çağı olarak bize bellettiği Ortaçağ Anadolu’sunda çiçeğe durmuş, yeniden doğuş, dünyanın diğer coğrafyasında tomurcuk bile değildi.” (s. 21) yargısına varıyor. Esat Korkmaz’a göre “10. yüzyılın sonlarından başlayarak 5 yüzyıl boyunca Asya içlerinden batıya ya da doğuya yönelik yanal depreşme, Amerika’nın keşfine değin, evrensel tarihin tanık olduğu en önemli olaydı ve sonuçları açısından da en etkili yaratıcı deprem oldu; Anadolu yeniden doğuşunu” yaratmıştır.Esat Korkmaz ayrıca Anadolu aydınlanmasında Timur saldırısına yine resmi tarihin tersine- olumlu açıdan yaklaşıyor. Merkezi otoritenin zayıflamasının, Bedreddin düşüncesinin geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesinde önemli katkısı olduğunu vurguluyor. Yapıtta, Şeyh Bedreddin’i bir ayaklanma önderi olmasının ötesinde derin felsefi görüşleriyle çağına göre çok ileri bir düşünce adamı olduğunu anlıyoruz. İşte burada Esat Korkmaz araya giriyor. Şeyh Bedreddin’i elinden tutup günümüze getiriyor. Başta Trakya olmak üzere, Bedreddini inancını sürdüren ülkemizdeki halk topluluklarının da tanıklığıyla Bedreddin felsefesini yorumluyor: “Bâtini inaçla kutsanmakla birlikte bir bilgelik felsefesi, bir bilgelik öğretisi ya da bir halk sufiliği olan Bedreddinilik, düşünceyle nesnenin uygunluğunu hakikat olarak algıladı; dünyayı dünyayla açıklama çabasına girdi. Can bedeli ödenerek yaşama geçirilen Anadolu aydınlanmasına nesnel ve toplumsal açılımlar getirdi. Getirdiği açılımlarla Bedreddinilik, tektanrıcı dinlerin şeriatından bir özgürleşme hareketi olarak öne çıktı” yargısına ulaşıyor. İNSAN, EVREN, TANRI Bu durumun doğurduğu sonucun da altını çiziyor: “Aydınlanma dünyasında: Gökyüzünden yeryüzüne indirildiğine inanılan Tanrı buyruklarına göre bedenleşen ve egemenin güdümünde canavarlaşan insana karşı üretici/yaratıcı insanı; konuşan Tanrı durumunda ve halk kimliğinde kişilendirdi. Bu potada, yani mazlumlar katında 72 milleti eritti; bir yaptı. İnsan-evren-Tanrı sorununu yeniden irdeledi: İnancın yerini akıl aldı. İnanca dayanan tanrıbilimin karşısına, inancı aklın denetimine veren Bâtini felsefeyi yerleştirdi. Tanrı-evren sorunu inanç sorunu olmaktan çıktı, bir insan sorunu durumuna geldi.” (s. 48-49) Esat Korkmaz, Bedreddin felsefesinde “hümanizme” vurgu yapıyor. “Bedreddiniler, tasavvufi maya biçiminde algıladıkları hümanizmi, egemene yönelik isyanla bugünlere taşıdılar.” (s. 49) diyor. Bir düşüncenin gerçeklik kazanması için yaşamda karşılığı olması gerekir. Yani düşünce-eylem diyalektiğinin kurulması, yaratılan ortama geniş kitlelerin çekilebilmesi önemlidir. Bedreddin’i bir karşı tarih, bir karşı görüş olarak ete kemiğe büründürmek, önce onu anlamak, yorumlamak sonra da günümüz koşullarına uydurarak yaşama geçirmekle olanaklıdır. Esat Korkmaz bunun yolunu da gösteriyor: “Demek ki Bedreddin’deki yaratıcılığın nedeni durumundaki toplumsal olaylar örtük halden açık hale getirilmelidir. Çünkü, Bedreddin tarihi, bir karşı tarih, bir yasaklı tarihtir. Onu anlayabilmek ya da yazabilmek için karşı tarafa, yasaklı tarafa geçmek zorunludur. Karşı tarafa, yasaklı tarafa geçmek, tersine dönüşümü gerektirir: Tektanrıcı dinlerin egemen olduğu Ortaçağ koşullarında, egemene ve egemenin ilahi ideolojisi durumundaki tektanrıcılığa göçer/yarı göçer ve köylü temelli toplumsal tepki, ‘bu dünyayı terk et- öbür dünyayı terk et hiç durma terk ettiğin yeri de terk et’ üçlemesiyle dile getirilen ‘üç terk’ ya da ‘üçlü firar’ tasarımıyla bu dönüşümü yaşama geçirmiştir. İnanmak için doğaüstüne başvuru yolu terk edilmiş, varlığa ya da varlığın içine yönelme benimsenmiştir. İşte Bedreddin miras olarak kendisine devredilen bu anlayışın üzerine önce metafizik Tanrı’ya, sonra da egemene isyanı örgütlemiştir ya da örgütlenen isyan ona bağlanmıştır.” (s. 50-51) Esat Korkmaz, Bâtini inancı ve düşüncesi çevresinde Bedreddinilik’i yorumlarken sürekli karşıtı (Sünni Ortodoks inancı) ile ilişki ve çelişkisini göz önüne seriyor. Bu iki tasarımın Tanrı inancını karşılaştırarak temel ayırıcı özelliklerini ortaya çıkarmaya çalışıyor: “Sünni Ortodoks inançta Tanrı, âlemden ayrı ve mutlak yaratıcıdır. Bâtinilik ise Tanrı’yla âlemi birleştirir; Tanrı âlemin belirişidir; Tanrı’nın görünüşe çıkmış biçimi olarak algılanan âlem, Tanrı’nın kendisidir. Bu nedenle insan âlem-i sugra (küçük âlem); Tanrı ise âlem-i ekber (büyük âlem)dir. Ortodoks inancın varlığı, yaratan ve yaratılan diye ikiye ayırmasına karşın, Anadolu Bâtiniliği varlığı bir bütün olarak görür. İkilik ortadan kalkar, doğada görülenler Tanrı’nın tecellisidir ve ancak onunla vardır; yaratan da yaratılan da birdir. Bir yaratma değil, bir belirme söz konusudur. Her şey Tanrı’dır; demek ki yaratan da yaratılan da yoktur; sadece bir tanrısal varlaşma vardır; maddesel dünya, tanrılık varlığının görünümüdür.” (s. 56) Esat Korkmaz incelemesinde, Bedreddini hareketin dönemin Yahudi ve Hıristiyan toplulukları üzerindeki etkisini de belirtiyor. 14.-15. yüzyıllarda Batı Anadolu’da yaşayan Yahudilerin Bedreddin-Börklüce ve Torlak Kemal’in temsil ettiği Bâtini-heterodoksi harekete katılarak “Müslümanlaşmalarını” nesnel gerçekliği içinde dile getiriyor. Hıristiyan-Yahudi ve Müslüman toplulukları bir araya getirebilen Bâtini anlayışın her üç dinle ilişkisini örneklerle gösteriyor.
GÜNÜMÜZDEKİ İZLER…
Günümüzde Bedreddin düşüncesinin izlerini hangi alanlarda bulabiliriz? “Şeyh Bedreddin ve Vâridât”ına göre bunun yanıtı şu:1. Dinler ve mezhepler arasında ayrım gözetmemek: Laiklik.2. Şeyh Bedreddin’in “Yârin dudağından gayrı her şeyde, her yerde ortak olmak” biçiminde dile getirdiği üretim araçlarının halkın ortak kullanımına açılması: Sosyalizm.(Esat Korkmaz, bu olguya tarihsel diyalektikten doğru bir biçimde bakarak “komünizm” diyor ve şöyle gerekçelendiriyor: “Sosyalizmi de öteleyen ve insanlığa kesin kurtuluş getirecek olan toplumsal tasarımı yaşama dayatmakla hiç ölmeyecek olan bir rüyayı ezilen-sömürülen Anadolu insanına, dünya halklarına armağan ettiler. Bu bile başlı başına bir devrimdir.”) (s. 74)3. Türk, Rum, Yahudi halkların bir düşünce çevresinde birleştirilmesi: Halkların kardeşliği.Görüldüğü gibi Bedreddini düşüncesi ve eylemi, Fransız Devrimi’nden ve Paris Komününden çok önceleri, insanlığa azımsanamayacak zenginlikte bir deneyim sunmuştur. Bu düşlere bugün için eskimiştir denilebilir mi? Ya da bu düşlerin bugün için gerçekleştirilmesi çok mu ütopiktir?..
EDEBİYATTA BEDREDDİN
Esat Korkmaz, kitabının ikinci bölümünde Şeyh Bedreddin’in ünlü yapıtı “Vâridât”ı inceliyor. İncelemesinde İsmet Zeki Eyuboğlu’nun yönteminden yola çıkarak metni paragraf paragraf ele alıp yorumluyor. Her terime, her kavrama açıklık kazandırıyor. Tasavvufi bir metni yorumlamak için gerekli bilgi ve birikime sahip olduğu için bu zorlu işin üstesinden başarıyla geliyor. Bedreddini düşüncesi özelinde, engin Bâtini felsefesinden günümüzde yararlanmaya gelince… Kuşkusuz bu iş, çağını tamamlamış tarikat örgütlenmeleri kurarak Ortaçağ’a yeniden dönmek biçiminde algılanamaz. Zaten Esat Korkmaz’ın da böyle bir önerisi yoktur.Bâtini düşünce dizgesi üzerinde yukarıda kısaca duruldu. Peki, bu alandan edebiyatta nasıl yararlanabiliriz?Türk edebiyatında, Bedreddin ve eylemini konu alan Nâzım Hikmet’in “Simavnalı Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı”ndan sonra birkaç çalışma daha yapılmıştır. Şiir alanında en başarılı çalışma, Hilmi Yavuz’un “Bedreddin Üzerine Şiirler” (1975) adlı yapıtıdır. Kendisi de bir felsefeci olan Hilmi Yavuz, Bedreddin’i usta soyutlamalar, özgün imge ve imajlarla başarılı bir biçimde yorumlamıştır.Orhan Asena, “Simavnalı Şeyh Bedreddin” (1969) adlı oyununda, Bedreddin’i sahneye taşıdı.Erol Toy, 2 ciltlik “Azap Ortakları” (1973) romanında Şeyh Bedreddin’i ele aldı.Adları anılan birkaç çalışmanın dışında, Türk edebiyatının bu alanda ne denli yetersiz olduğu görülüyor. Esat Korkmaz’ın incelemesinin bu alana da devinim kazandıracağına inanıyoruz. Bedreddin düşüncesi ve inancını derli toplu biçimde anlatan Esat Korkmaz’ın bu çalışmasının edebiyatçıları yeni şiirler, oyunlar, öykü ve romanlar yazmaya isteklendirmesini umuyor ve diliyoruz.Ayrıca, “Şeyh Bedreddin ve Vâridât”tan öğrendiğimize göre (s. 31, 5. dipnot) Esat Korkmaz yayımlanmamış bir çalışmasında Kahire Mukattem Tepesi’ndeki Kaygusuz Abdal dergâhında, Kaygusuz-Bedreddin ve İbn Haldun’u entelektüel bir tartışmanın içine soktuğunu öğreniyoruz. Bu çalışmanın yayımlanmasını da merakla bekliyoruz. Umuyoruz ki Cengiz Aytmatov’un “Kıyamat” (Kader Ağı) adlı romanında İsa ile dönemin Romalı yöneticilerini tartıştırdığı gibi, Esat Korkmaz da başarılı bir diyalog yazmıştır.”
**”Vâridât. İşte bitmez bir özlemin gün yüzüne çıkması. Bir daha tartışılması. Bir daha aklanması. Aleviliğin vazgeçemeyeceği bir ?tanrı? kelamının bize sunduğu vazgeçilmez yol. Felsefenin, insanlığın yanlışa, boşa düştüğünde tutunduğu bir ?yaratıcı? felsefe.
Koca bir kelamla Esat Korkmaz?dan ?Şeyh Bedreddin ve Varitad?ı okumak bizi anlaşılmazlıktan kurtaracaktır. Korkmaz, nice zamandır ?karşı? felsefecilerin sindirmek, bozguna uğratmak için canhıraşça kötüledikleri, çelişkili, eksik, anlaşılmaz görünsün diye çaba harcadıkları bir külliyatı bize anlaşılır ve yaşar kılmak için gereğini yerine getirmiş durumda.
??Gönül gözü? olmasaydı büyük şeyler ortaya çıkmazdı??, ?Şeyh Bedreddin İsyanı?na bulunduğumuz noktadan ?geriye? doğru baktığımızda, ?ezilen sınıfın insanı?nın kendi gönül defterine yazdığı ?kısa bir öykü?süyle karşılaşırız: bu öyküyü ?yinelemek? değil, ?yorumlamak? önemlidir.? Şeyh Bedreddin?in kısmen siyasal olarak anlaşılmasına karşın, felsefi dünyasının İslami terminoloji ve resmi tarih kronolojisinin dayatmaları ile kuşatılmıştır, anlaşılması engellenmiştir. Tarih yanı ise çoğunlukla öykülenerek bir çıkış bulmuştur.
Ancak Şeyh Bedreddin felsefesinin yorumu eksik kalmış ve neyi nasıl savunduğu konusunda çizgimiz bir türlü oluşmamıştır. E. Korkmaz; ?Şeyh Bedreddin?in düşüncelerinde görülen ?diyalektik materyalizm? yani, ?maddeci özellik? dışa vuramamış ?diyalektik idealist? bir inanç ağı içinde kalmıştır. Eğer bu çember kırılabilmiş olsaydı Şeyh Bedreddin, bir ?dinsiz? olarak değil, toplum düzenini ?maddeci? bir yaşama anlayışı üzerine oturtmak isteyen bir komünist olarak yargılanırdı.? diyor. Bugün tartışmalarımız bu düzeyde. Ancak bunu derinleştirmede yoksunuz. Korkmaz?ın ilk elden bize verdiği budur. Bunu Şeyh Bedreddin?in algılayışı ile anlamak istersek, şöyle çıkar karşımıza; İnanç burada, etiğin söylence niteliği kazandırdığı, ?gizem? kaynaklı bireysel-kitlesel eylemin kendisidir. Eylemin kendisini ?inanç? durumuna dönüştüren ?etik?, aktif akıl ya da aklın uygulamasından başka bir şey değildir. Bâtıniliği ölçü aldığımızda, ?din? varlığı değildir ?inanç?, tam tersine ?düşünce? varlığıdır.
Resmi tarih söylemini ölçü almak istediğimizde Şeyh Bedreddin ?yargılanmış? ve ?tarihin çöplüğü?ne atılmış olarak karşımıza çıkar. Korkmaz bu anlayışın bütün olarak Doğu tarihçiliğinde varolduğunu söylemektedir; ?Doğu?da ?resmi tarih? deyince bilimden çok egemene uyarlanmış ?söylenti? anlaşılır; tarihçi bilgin değil, iktidarda olanı okşayan bir ?anlatıcı?dır;? ?anlatıcı?nın kılavuzu da baskın erkin ?ilahi ideolojisi? anlamında inançtır. Ancak tarihin doğrularının yerine oturması için bu taşları yerine oturtmak istediğinizde önce ?belletilmiş doğrularınız?ı yıkmanız, putlarınızı kırmanız gerek.
Michel Balivet?in görüşlerine katılarak oluşturduğu bu söylemle tarihin yeni yaratıcılarına yaptığı çağrı ise Bedreddinilere veya O?nu bir ekol, okul görenlere; ?Bir Bedreddininin başta gelen görevi ?yazgısının taşıyıcısı? olan düşüncesinin/inancının ?izini? insan soyuna bırakmaktır: Demek ki onun yazgısı, onun ?entelektüel? yapısıdır. Beynini vücudunun ?asalağı? durumuna dönüştürmek istemiyorsa bir Bedreddini, yazgısını, ?sınıf yoğun? alanlara taşımak zorundadır. Tersi olursa yazgısını egemen sınıf ya da sınıflar üstü seçeneklere bağlar. Sonuçta her birimiz ?kendi bilincimizin içinde? yaşarız: Her olayda ?kendi sınırına çekilmek?le karşı karşıya kalan her Bedreddini, bu eksikliğinin acısını dramatik biçimde hisseder?, öder.
Şeyh Bedreddin?i Anlayabilmek
Şeyh Bedreddin felsefenin nasıl okunması gerektiği üzerinde duran Korkmaz, Batiliğin Şeyh Bedreddin felsefi üzerinde bir ?sır örtüsü? olduğu ve bunun zorluklarının kolay aşılamayacağı üzerinden devam ediyor. Tarihi yeniden okurken de Şeyh Bedreddin?in tüm karmaşıklığına karşın, özgün tarihsel bir okumaya tabi tutulması gerektiğini söylüyor.
Şeyh Bedreddin?de yaşamın sırlarını değil, doğal bir kavgayı, direnişi ütopyalaştırıyor Korkmaz. İnsanlığın geldiği sınırda Şeyh?in kemiklerinin varlıksal öneminin gösterge olmadığını, ancak bir ?kanıt? durumunda bulunduğuna dikkat çekiyor. Buna eklediği çağrısının baştan söylenmesi gerek belki, ancak yeri burası; ?toplumsal bir bunalım halinde, ?altına? sığınabileceğimiz bir toplumsal bilinç/kimlik ?bulmak? yaşamsaldır. Amacımızı gerçekleştirebilmek için ?yaşamı erteleyenlerden?; Şeyh Bedreddin?in ve Bedreddin bağlılarının ruhlarının ?ziyaretçileri? olalım. Tarih bizi/bizleri yargılamadan Şeyh Bedreddin?e sahip çıkalım.?
Bu çağrı asla mitolojik bir değerin sürdürülmesi değildir. Hala yaşamı zorlayan bir düşüncenin kalıplarını genişletmek ve var olan yok edicilere karşı savaşımızdaki yerini unutturmamaktır. Bu kadar Şeyh Bedreddin yorumu ve çalışması varken neden Şeyh?i ve Vâridât?ı yazmaya ihtiyaç olduğunu anlamak açısından zorun ne olduğunu ve buna karşı nasıl bir yol aldığını şöyle açıklıyor Korkmaz; ??Resmi? bilincin ötesinde ve ona karşı yaratılan tarih sadece kafalara ?kazınır?; o tarih, ?resmi? belgelere bakılarak değil, ?akıldan yazılmak? zorundadır; çünkü, başka türlü ?anlaşılır? olmaz.? Olur belki ama size ait olmaz.
?1980?den bu yana ?yazmak için yaşadım? ya da ?yaşamak için yazdım?; Yazgımın, yazgımın ?göbeğinde? yaşamımın ?gündemine? göre yazdım. Yeri geldi ?öleyazdım?; yittim, çıktım. Ne çare yaşam ?gerçek?ti, yani her gerçek gibi ?iki yüzlü?: Çoğunluğun bulunduğu ?yüzde? değil de karşı ?yüzde? oyalanmayı yeğledim. (Serçeşme Dergisi; Başyazı, Sayı: 27) Bunun bir sorgu olup olmadığı üzerinde durmak hiçbir zaman bir çözüm değil. Gerçekten Esat Korkmaz zoru yazan biridir. Zor özellikle Türkiye koşullarında felsefedir, bir lokma ekmektir. Ekmeğini yazmaktan çıkarmaktır. Bu ülkede bir elin parmağını geçmez, ekmeğini zoru yazarak çıkaran sayısı. Bu zoru şöyle bir sorguya dönüştürür Korkmaz: ? Doğrumu yaptım yanlış mı yaptım bilemem: Ama yaşamımın hiçbir anında ne kendimi ?aldattım? ne de ?sattım.?? (a.g.s.)
Alevilik çalışanlar arasında Korkmaz?ın cesaretine sahip ve bilge varlığıyla çok az insan var. Kişi olarak hayatının damarlarının ne zaman duracağını herkes gibi O da bilmiyor elbette. Ancak yaşama karşı görevlerini acısıyla ve sancısıyla biliyor; Alevi değerlerinin yeniden diriltilmesi, Alevi felsefesinin yeniden ayıklanması ve Bâtıni felsefenin yaşanır kılınması için sacayaklarından birinin Şeyh Bedreddin olduğunu kendine görev edinerek biliyor; ?Bağnaz dinciliğin ortodoks ?bahçesi?nde tümüyle ?tüketici? olan, ?Tanrı buyruklarını akılla barıştırma? çabası yerine; tarihsel sürecinde İslamlığın, ötesinde Hıristiyanlığın ortodoks yorumuna bir ?tavır? olarak gelişen, temel üretim zemininde, belirleyici üretici güçlerin ?sözcülüğünü? yaparak egemen sınıfa/ egemen sınıfın ilahi ideolojisine ?karşı? duruş alan, düşünsel-inançsal ve siyasal bir ?hesaplaşma?ya giren Anadolu Bâtıniliği?nin, bu bağlamda Bedreddiniliğin ?kavga?sına katkı vermek daha üreticidir. Şeyh Bedreddin?i destekleyen damarların ise; ?Burjuvazinin sınıf kimliğiyle ortaya çıkıp halk hareketlerine önderlik edemeyişinin yarattığı boşluk, doğrudan ezilen göçer/ yarı-göçer ve köylü yığınları tarafından, tarihsel-toplumsal ?haklılık? temelinde ?barbarlık insanlık değerleri? üzerine yapılanan ?bâtıni bir ideoloji? ile yaratıldığı düşüncesinde.
Şeyh Bedreddin?de Bitirilemeyen Çelişki
Şeyh Bedreddin?i tarihsel veriler ışığında yorumlayan ve kişilik olarak tarihteki yerini belirleyen nice araştırma oldu elbette. Bu araştırmaların bağımsız bir dürtü ile yazıldığını düşünmüşüzdür çoğunlukla veya ayıklamaya çalışmışızdır doğruları, bakış açımızı. Korkmaz?da buna ihtiyaç duymayacaksınız. Çünkü taraf. Çünkü Şeyh?in isyanını destekliyor ve tarihe kazınmış bir yaratıcılık olarak görüyor. O nedenle Şeyh?in yarattığı isyan öncesini ?tufan? olarak görüyor, Onun isyanı bir ?hüzünlü? yaşamı, direnişi kapsar bu nedenle. Şeyh?in çizdiği isyanın iki boyutlu olduğu yargısında Korkmaz; ?Tanrı?ya isyan? ve ?egemene isyan?. Ancak bu isyanın bir de felsefe boyutu var. Bu felsefi boyutunun taçlandığı argümanlar ise; ?Bâtıni Doğa Felsefesi; Bâtıni Tarih Felsefesi? ve ?Bâtıni Toplum Felsefesi?dir. Bu felsefeleri ayrıntılı tartışmadan ne Şeyh Bedreddin?e ulaşamazsınız. İslami ideoloji ile öğretilmeye çalışılan Vâridât?a da.
Bedreddin?in oluşturduğu toplumsal örgütlenme ona miras kalan bir anlayış üzerinde yükselmiştir. Yaşamın ?karşı taraf?ta kurulduğu; önce ?Metafizik Tanrı?ya, onunla birlikte o Tanrı?yı yüceleştiren ve ideolojisi sayan ?Egemene? karşı örgütlendiği ve bu örgütlü isyanın da Şeyh Bedreddin?e bağlandığı düşüncesindedir.
Anadolu Bâtıniliği?nin Tanrı?ya isyanının tek bir felsefi yaratıcılıkla oluşmadığı fikrinde olan Korkmaz, bunu ; ?Anadolu Bâtıniliği ?tez-antitez-sentez? olarak algıladığı ?Tanrı-doğa-insan? ilişkisini; Işık felsefesi kapsamında açıklar. Anadolu Bâtıniliği?nin tanrı tasarımı; hem Pythagoras?ın felsefe kuramına ve Platon?un ?idea? kuramına, bu kuram üzerine yapılandırılan Plotinos öğretisine ve Anselmus?un ?varlıkbilimsel kanıt?ına, hem de Aristoteles?in ?ilk neden kanıtı?na? dayanır. Bedreddinilik olarak tanımladığımız felsefi oluşumu görmezden gelen araştırmaların aksine o Berdeddin?e don giydirerek ?can? veriyor. Bunu ise şöyle dile getiriyor; ?Bâtıni inançla ?kutsanmak?la birlikte bir ?bilgelik felsefesi?, bir ?bilgelik öğretisi? ya da bir ?halk sûfiliği? olan Bedreddinilik, ?düşünceyle nesnenin uygunluğunu? hakikat olarak algıladı; ?dünyayı dünyayla açıklama? çabasına girdi. Can bedeli ödenerek yaşama geçirilen ?Anadolu aydınlanması?na ?nesnel ve toplumsal? açılımlar getirdi. Getirdiği açılımlarla Bedreddinilik, tektanrıcı dinlerin şeriatından bir ?özgürleşme hareketi? olarak öne çıktı.?
Felsefenin kendisini taçlandırdığı şey, bilincin yenilenmesine açabildiği diyalektik yoldur. Bunun Şeyh Bedreddin?de yansıyan boyutu bir ilk söz değildir. Ancak felsefi duruşu açısından İslam?a karşı duruşu açısından bir ilktir; ?Bir ?yaratma? değil, bir ?belirme? söz konusudur. Her şey Tanrı?dır; demek ki ?yaratan? da ?yaratılan? da yoktur; sadece bir tanrısal ?varlaşma? vardır; maddesel dünya, tanrılık varlığın görünümüdür.? Bedreddin, ?doğa ve Tanrı bir ve aynı şeydir? derken de bu noktayı dile getirmektedir. Tüm doğa felsefecilerinin baktıkları ortak nokta. Metafizik algılayışa karşı durdukları ?yaratıcı? nokta. Bunun yalnız bir karşı duruş olmadığı Şeyh Bedreddin ve Bedreddini düşüncenin bütününde daha belirgindir. Bedreddin ara bir düşünceyle, dille konuşmaz. O matematiğin hesap diliyle değil, felsefenin tümevarımı ile konuşur. Bu nedenle önüne dikilen darağacındaki yüzü şiirleşmiştir, efsaneleşmiştir. Müritleri, yoldaşları ağıt yakmaya değil, dünyayı değiştirmeye yürümüştür; O?na göre, farklılıkların, çelişkilerin ve karşıtlıkların ortadan kalktığı mutlak varlık; ?birlik? olarak Tanrı, ?çokluk? olarak doğa ya da evrendi. Mutlak varlık madde ve ruh biçiminde ortaya çıkıyordu; bunları birbirinden ayırmak olanaksızdı; bunlar eş düzeydeydi. Bu nedenle kıyamet belirtileri olarak Deccal ya da Mehdi gelmeyecek, kıyamet kopmayacaktı; Cennet ve Cehennem dünyaya ilişkin simgelerdi. Kuran bağlamında ayetler de aynı durumdaydı.?
Bu nedenle değil midir ki Şeyh Bedreddin; ?Hak nesnelerle, varlıklarla, ötesinde insanlarla aynı yasalara tabidir? diyebiliyor ve E. Korkmaz bu felsefi dili yakalayabiliyor. Bundandır ki, Şeyh Bedreddin Hareketi; ?Bedreddinilik, Melameti-Kalenderi altyapı üzerinde yapılanmış-biçimlenmiş, Babailik-Hurufilik-Bektaşilik belirleyici, siyasal istek ve dilekleri de kucaklayan tasavvufi bir harekettir. Doğal olarak bu hareket İslam, Hıristiyan ve Yahudi kökenli bâtıni-heterodoksi kimlikli ?mağdur? insanları, sınıfların, devletin ve özel mülkiyetin ?uzağında?, doğrudan demokrasi temelli bir ?eşitlik? düzleminde toplayabilmiştir. ?Eşitlikçi bir dünya cenneti? yaratmak için, ?Öbür-Dünya?yı ?Bu-Dünya?ya taşıma, Cennet?i de Cehennem?i de ?Bu-Dünya?da algılama, Cehennem yaratıcılarına karşı mücadele etme savlarıyla yaşama müdahale etmişlerdir. Bütün ezilen ve sömürülen Küçük Asya ve Balkan topluluklarının ortak yaratımı bir devrimle, bir yaratıcı isyanla sonuçlanmadı elbette. Ancak Sosyalizm tasarımını içinde çoğaltan, Bâtıni bir felsefi direngenlikle; ?ölmeyecek olan bir rüyayı? insanlığa sunmuştur.
Bedreddin ve Vâridât?ı Yeniden Okumak
Esat Korkmaz?ın Şeyh Bedreddin Hareketi çerçevesinde hem Bâtıni tasarımı, hem de Anadolu?nun siyasal ve sosyal koşullarını özgün ve alternatif bir algılayış, ?seziş?le yazması, bir felsefenin isyanıyla taşlanarak nasıl bir yol aldığını görmek açısından önemlidir. Bunu herkesin kendisine ödev edinmeyeceğini hepimiz biliyoruz. Terminolojimize eklediği ve hep küçümseyerek başarısız ve olumsuz etken saydığımız Bâtıniliği; ?Bâtınilik tarihi, devrimci geçmişimizin bilgisidir: Devrimci tarihsellik ise ?geçmişin şimdileştirilmesi?dir. Devrimciler tarihlerine bireysel, ötesinde toplumsal ?katılım? sağlamak istiyorlarsa ?geçmişi şimdinin bilincinde? yoğurmaları gerekir. Ancak o zaman devrimci bilinç, henüz ?gerçek olmayan gerçeğe? uzanabilir, yani tarihi ?aşabilir???. ?Ancak tarihin bilincinde insan ?kendini görebilir?; demek ki insan tarihe, ?kendini bilmek? için ?yönelir?. O nedenle bilinç, ?zorunlu? olarak tarihseldir.? Tarih ve toplum bilincimizin pekiştirilmesi konusunda tekrar konuşmayı seçmek yerine kendi bilincini ortaya koyan Korkmaz, Aleviliğin yüzyıllardır biriktirdiği tarih fikrinin yalnızlaşmasını bu çalışma ile soyuttan maddi temellerine oturtuyor.
Vâridât?ı yorumlamasına gelince, yüzün üzerinde konu başlığıyla ayırarak anlaşılmasını kolaylaştırdığı Vâridât?ın bir iki noktasını farklılığın anlaşılması için verebiliriz ancak. Çünkü Vâridât?ı silikleştirmeye yönelik görüşlerin nasıl alaşağı edildiğini görmek için satır aralarında kendiniz kaybolmak ve Bâtıni felsefenin yoğurmasıyla kendinizi yenileyerek kendiniz çıkmalısınız Vâridât?ın içinden. Bu dişe dokunur sözlerle yola çıkmadığını sadece, Aleviliğin aynı zamanda yaşamda bir karşılığı olduğunu, bu karşılığın tarihle yoğrulduğunu göreceksiniz. İki gözünüz olacak Vâridât karşısında, iki yüzünüz değil.
Vâridât?tan; ?Ahiret işlerinin, bilgisizlerin sandıkları gibi olmadığını bil. O işler gayb ve melekût âlemiyle ilgilidir; sıradan kimselerin sandıkları gibi şahadet âlemiyle değil? Bu düşüncenin yorum karşılığını E. Korkmaz şöyle veriyor;
?Bedreddin felsefesinde/inancında ?Ahiret? ya da ?Ahiret işleri?, ?insanların öldükten sonra gittikleri inanılan, yaşadığımız dünyadan farklı yasaları olan yer ya da bu yerle ilgili işler? anlamında değildir, yani Ortodoks bir anlam içermez? ve devamını okumak size kalıyor. Dilinizi aklınızı, hatta dininizi bozmak istemem, ancak Korkmaz okuyunca bazı şeyleri bir yana bırakacaksınız ne yazık ki. Yaşamınızı belirleyen ve korkular içinde edindiklerinizi, emir olarak addettiklerinizi sorgulamak önünüzde hedefe dönecek. Öğretilmiş olanı önce içinizde yıkacaksınız.
Vâridât?tan; ?Ey gerçek yolcusu (salik) umutsuzlanma, sen de bu korkulu yerlerden(berzah) aşar, bu ışığı elde edersin.? Korkmaz?ın yorumunu ve algılayışını şu sözlerle sonlayalım artık; ?Bu Vâridât pragrafında Bedreddin, ?umutsuzluğun umudun yiyeceği? olduğunu, ?umutsuzluğu? lokma durumuna getirmesini bilenin ?umudun karşıtı?na ?mahkûm? olamayacağını anlatır.?
Çalışmasına bir de ek olarak sözlük koyan Korkmaz, Şeyh Bedreddin konusunda bir son nokta koyarken, aynı zamanda yeni sorular da gündeme getiriyor. Ancak bu sorular da, oluşturulan yanıtlarda bir dönemin kapanışıdır ve ilahi bir dünyanın sesinin de silinmesidir. Son sözden ?son? söz; ?İsa Peygamber?in ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddin?in ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, gögsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte?. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.”
***”Tarih üzerine düşünmek, ölmüş-gitmiş olanlarımızı yeniden aramıza taşıma işidir. Bu yolla tarihe sahip çıkma girişimidir. Bunu sağlıklı yapamazsak ölmüş-gitmiş kimi alçakların “oyuncağı” olabiliriz; çünkü tarih, yalnızca dürüstlerin değil, alçakların da tarihidir, ortak tarihtir ya da tarih içinde tarihtir. Eksikliği yaşam “bağışlamaz”, “boşluk” da tanımaz; ne olup ne bitiyor demeye fırsat bulamadan tarih “egemenin hizmeti’ne” girer ya da bizler bu tarihin “hizmetçisi” oluruz. Böylesi bir son yakalandığında, “ölüler yaşayanları bir bir gömmeye” başlar. Yaşamın geleceğine egemen olmak istiyorsak “zamanı yutmak”, kendimize egemen olmak istiyorsak “yutulan zamanı gözlemek” durumundayız.
Geçmiş olayların tarihsel özelliği, ancak “geleceğe” katkıları ortaya çıktığında tam olarak anlaşılabilir: Aradan altıyüz yıla yakın süre geçti, tam anlamıyla “gelecek zaman”da sayılırız; bilmek için “yeterli zaman” geçmiştir. Kaynaklar, boş bir evde duran “hayaletler” gibidir; tarihle sulanabilirse sulanıp canlandırılabilirse ‘hayalet’ olmaktan çıkıp aramıza katılabilirler. Hayaletlerin aramıza katılması “geçmişimizle çiftleşmek” anlamına gelir ki “doğum” kaçınılmazdır.
Bizler Şeyh Bedreddin’i Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı”ndan öğrendik: Nazım Hikmet, isyanın geçtiği tarih kesitine, koğuşun demir parmaklıklarına yanaşan ve Tornacı Şefik’in gömleğini giyen Börklüce Mustafa’nın dervişlerinden birinin “ruhu” ile yolculuk etmişti. Biz ise Bedreddin’in kavga düşünce dünyasına, “yaşamın sonuncu kaynağı olduğuna inanılan ve canı taşıdığı kabul edilen”, ondan bize ulaşan tek “kanıt” durumunda bulunan “kemikleri” ile seyahat edeceğiz. Kemiklerden oluşan “iskelet”, geriye taşındığında “bin bir can edinir, bin bir dona bürünür”; geçmişin orasında-burasında ‘bedensiz dolaşan ve beden beden” diye çığrışan Bedreddin müridlerini “uçurup” aramıza taşıyıverir. Bu aslında “söze gelmek sözle gelmek”, yeni bedenlerde “yorumlanmak”, yani “davranışa dönüşmek”, bu yolla geleceğe taşınıp “ölümsüzleşmek ölmeden evvel ölmek ya da yaşarken dirilmek” demektir. Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı’nın sonuna eklediği Ahmed’in öyküsü, bu tasarıma çarpıcı bir örnektir.Ahmed’in dedesi ile muhabbet eden erenler, tok ve kararklı bir seysel şöle der:
– ” İsa Peygamber’in ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddin’in ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte… Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.”
Esat Korkmaz, 02.04.2007 tarihinde Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Eyüp Şubesi Kültür Sanat Komisyonu tarafından düzenlenen ?Şeyh Bedreddin? adlı panelde, Anadolu Alevi-Kızılbaş Ayaklanmaları içerisinde özellikle Babai ve Bedreddin Ayaklanmalarının apayrı bir yeri olduğunu belirtti. Thomas Münzer?in önderlik ettiği Alman Köylü Savaşlarından 100 yıl evvel Anadolu?da ilerici-devrimci bir kalkışmanın mimarı olarak Bedreddin?in toplumsal mücadeleler tarihinde, sınıflı toplum yapısına karşı önemli bir isim olduğunun altını çizdi. Şeyh Bedreddin?in ünlü eseri Varidat?tan söz eden Korkmaz, ?Kamil Toplum? kavramından ve Alevilerde tanrı ve ölüm inanışından bahsetti. Alevi inancında mahşer-öteki dünya inancın olmadığını, Alevilerin ölümü ölümsüzleştirmek inancına sahip olduğunu, alevi cenaze törenlerininde aslında bir dirilme töreni olduğunu belirtti. Ancak son yıllarda Alevilerin asimilasyon sonucunda öteki dünyaya inanan bir kitle haline getirilmeye çalışıldığını söyledi. Özellikle cenazelerimizin cem evlerinden ve alevi inanç sistemine uygun bir biçimde kaldırılması gerektiğini belirtti.
Bedreddin?in ?öteki dünyayı buraya taşımak? felsefesiyle, her şeyi öteki dünyaya havale eden sınıflı toplum yapısına başkaldırdığını belirten Esat Korkmaz Bedreddin?in bugün tekrar bir keşfedilme ve tanınma sürecine girdiğini bunun da sevindirici olduğunu belirtti.
*Cumhuriyet Kitap
**Hasan Harmancı – Sosyal Antropolog
***Kitabın Tanıtım Yazısı
Esat Korkmaz, Şeyh Bedreddin ve Vâridât, Anahtar Kitaplar. 2006
Esat Korkmaz’ın Hayatı
1946’da Manisa/Demirci’de doğdu. Fikir Kulübü (FK) Yönetim Kurulu ve son dönem Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) Genel Yönetim Kurulu üyeliklerinde bulundu. 12 Mart sonrası Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) ve DEV-GENÇ davalarından yargılandı. 1974 siyasal affıyla cezaevinden çıktı. Bir süre Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin (TSİP) Zeytinburnu İlçe Başkanlığı’nda bulundu ve bu partinin yayın organları olan İlke ve Kitle’nin yazı kurulunda görev aldı. 1976’da Orman Fakültesi’ni bitirerek, Orman Yüksek Mühendisi oldu ve 1980’e değin Orman Bakanlığı’nın çeşitli birimlerinde çalıştı. 12 Eylül sonrası siyasal görüşleri nedeniyle Orman Bakanlığı’ndaki görevine son verildi. Askerlik dönüşü yazar-araştırmacı olarak Babıali’de çalışmaya başladı. 1980’lerin sonlarında Alevilik-Bektaşilik konusundaki çalışmalarına ağırlık verdi. Anadolu Aleviliği, Şeyh Bedreddin ve Varidat, Kırklar Cemi, Zerdüştlük Terimleri Sözlüğü, Şeytan Tasarımı Terimleri Sözlüğü, Eski Türk İnançları ve Şamanizm Terimleri Sözlüğü ve Alevilik ve Bektaşilik Sözlüğü gibi çok sayıda kitaba imza atan Korkmaz, Anadolu inanışları ve kültürleri konusundaki araştırmalarını sürdürüyor.
SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDRETTİN DESTANI (NAZIM HİKMET)
Darülfünün İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendinin 1925-1341 senesinde Evkafı İslâmiye Matbaasında basılan «Simavne Kadısı oğlu Bedreddin» isimli risalesini okuyordum. Risalenin altmış beşinci sayfasına gelmiştim. Cenevizlilere sırkâtip olarak hizmet eden Dukas, tarihi kelâm müderrisinin bu altmış beşinci sayfasında diyordu ki:
«O zamanlarda İyonyen körfezi medhalinde kâin ve avam lisanında Stilaryum – Karaburun tesmiye edilen dağlık bir memlekette âdi bir Türk köylüsü meydana çıktı. Stilaryum Sakız adası karşısında kâindir. Mezkûr köylü Türklere vaiz ve nesayihte bulunuyor ve kadınlar müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, mevaşi ve arâzi gibi şeylerin kâffesinin umumun mâli müştereki addedilmesini tavsiye ediyor idi.»
Stilaryumdaki âdi Türk köylüsüsün vaız ve nasihatlarını bu kadar vuzuhla anlatan Cenevizlilerin sırkâtibi, siyah kadife elbisesi, sivri sakalı, sarı uzun merasimli yüzüyle gözümün önüne geldi. Simavne Kadısı oğlu Bedreddinin en büyük müridine, Börklüce Mustafaya «âdi» demesi, her iki manasında da, beni güldürdü. Sonra birdenbire risalenin müellifi Mehemmed Şerefeddin Efendiyi düşündüm. Risalesinde Bedreddinin gayesinden bahsederken, «Erzak, mevâşi ve arâzi gibi şeylerin umumî mali müşterek addedilmesini tavsiye eden Börklücenin kadınları bundan istisna etmesi bizce efkârı umumiyyeye karşı ihtiyar etmiş olduğu bir takiyye ve tesettürdür. Zira vahdeti mevcûda kail olan şeyhinin Mustafaya bunu istisna ettirecek bir dersi hususiyet vermediği muhakkaktır,» diyen bu tarihi kelâm müderrisini asırların üstüne remil atıp insanların zamirini keşfetmekte yedi tulâ sahibi buldum. Ve Marksla Engelsten iki cümle geldi aklıma: «Burjuva için karısı alelâde bir istihsal âletidir. Burjuvazi, istihsal âletlerinin içtimaileştirileceğini duyunca tabiatiyle bundan içtimaileştirilmenin kadınlara da teşmil edileceği neticesini çıkarıyor.»
Burjuvazinin modern amele sosyalizmi için düşündüğünü, Darülfünün İlâhiyat Fakültesi müderrisi de Bedreddinin kurunu vüstaî köylü sosyalizmi için neden düşünmesin? İlâhiyat bakımından kadın mal değil midir?
Risaleyi kapadım. Gözlerim yanıyordu amma uykum yoktu. Başucumdaki çiviye asılı şimendifer marka saata baktım. İkiye geliyor. Bir cıgara. Bir cıgara daha. Koğuşun sıcak, durgun, ağır kokulu bir su birikintisine benziyen havasında dolaşan sesleri dinliyorum. Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla koğuş uyuyor. Kulelerdeki jandarmalar yine bu gece düdüklerini daha sık, daha keskin öttürüyorlardı. Bu düdük sesleri ne zaman böyle deli bir sirayetle, belki de hiç sebepsiz, telaşlansalar ben kendimi karanlık bir gece batan bir gemide sanırım.
Üstümüzdeki koğuştan idamlık eşkıyaların zincir sesleri geliyordu. Evrakları temyizde. Yağmurlu bir akşam kararı giyip döndüklerinden beri hep böyle sabahlara kadar demirlerini şakırdatıp dolaşıyorlar.
Gündüzleri arka avluya çıkarıldığımız vakit kaç defa onların pencerelerine baktım. Üç insan. İkisi sağdaki pencerenin içinde oturur, birisi soldaki pencerede. İlk yakalanıp arkadaşlarını ele veren bu tek başına oturanmış. En çok cıgara içen de o.
Üçü de kollarını pencerelerin demirlerine doluyorlar. Oldukları yerden denizi, dağları çok iyi görebildikleri halde onlar hep aşağıya, avluya, bize, insanlara bakıyorlar.
Seslerini hiç işitmedim. Bütün hapishane içinde bir kerre olsun türkü söylemiyen sade onlardır. Ve hep böyle yalnız geceleri konuşan zincirleri birdenbire bir sabah karanlığında susarsa, hapishane bilecek ki, dışardaki şehrin en kalabalık meydanında göğüsleri yaftalı üç beyaz uzun gömlek sallanmıştır.
Bir aspirin olsa. Avuçlarımın içi yanıyor. Kafamda Bedreddin ve Börklüce Mustafa. Kendimi biraz daha zorlıyabilsem, başım böyle gözlerimi bulandıracak kadar ağrımasa, çok uzak yılların kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, kırbaç sesleri, kadın ve çocuk çığlıkları içinde iki ışıklı ümit sözü gibi Bedreddinle Mustafanın yüzlerini görebileceğim.
Gözüme, demin kapatıp çimentoya bıraktığım risale ilişti. Yarısı güneşten solmuş vişne çürüğü bir kapağı var. Kapakta, üstünlü esreli sülüs bir yazıyla risalenin adı bir tuğra gibi yazılı. Kapağın içinden sararmış sayfa yapraklarının yırtık kenarları çıkıyor. Bu İlâhiyat Fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve rıhından Bedreddinimi kurtarmak lâzım, diye düşünüyorum. Aklımda İbni Arabşahtan, Âşıkpaşazâdeden, Neşriden, İdrisi Bitlisiden, Dukastan ve hattâ Şerefeddin Efendiden okuya okuya ezberlediğim satırlar var:
«Şeyh Bedreddinin tevellüdü 770 etrafında olmak lâzım geleceğini kuvvetle tahmin etmek mümkündür.»
«Tahsilini Mısırda ikmâl etmiş olan Şeyh Bedreddin senelerce burada kalmış ve hiç şüphesiz bu muhitte büyük bir kuvveti ilmiyeye mazhar olmuş idi.»
«Mısırdan Edirneye avdetinde ebeveynini burada berhayat bulmuş idi.»
«Kendisinin buraya vürudu peder ve validesini ziyaret maksadile olabileceği gibi bu şehirde tasaltun etmiş olan Musa Çelebinin daveti vakıasile olmak ihtimali de vardır.»
«Çelebi Sultan Mehmet kardeşlerine galebe ile vaziyete hâkim olunca Şeyh Bedreddini İznikte ikamete memur eylemiş idi.»
«Şeyh burada itmam etmiş olduğu Teshil mukaddemesinde “…Kalbimin içindeki ateş tutuşuyor. Ve günden güne artıyor, o surette ki kalbim demir de olsa selâbetine rağmen eriyecek…” demektedir.»
«Şeyhi İznike serdiklerinde kethüdası Börklüce Mustafa Aydın eline vardı. Andan göçtü Karaburuna vardı.»
«Diyordu ki: “Ben senin emlâkine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlâkime aynı suretle tasarruf edebilirsin.” Köylü avam halkı bu nevi sözlerle kendi tarafına celp ve cezb ettikten sonra hırıstiyanlar ile dostluk tesisine çalıştı. Çelebi Sultan Mehmedin Sarohan valisi Sisman bu sahte rahibe karşı hareket ettiyse de Stilaryumun dar geçitlerinden ileriye geçmeğe muvaffak olamadı.»
«Simavne kadısı oğlu işitti kim Börklücenin hali terakki etti, o dahi İznikten kaçtı. İsfendiyara vardı. İsfendiyardan bir gemiye binip Eflak eline geçti. Andan gelip Ağaçdenizine girdi.
«Bu esnada müşarünileyhin halifesi Mustafanın Aydın elinde avazeyi huruç ve fesat ve ilhadı Sultan Mehemmed’in kulağına vâsıl oldu. Derhal Rumiyei suğra ve Amesye Padişahı olan Şehzade Sultan Muradın ismine hükmü hümayün sadır oldu ki Anadolu askerlerini cem ile mülhid Mustafanın def’ine kıyam eyliye. Ve mükemmel asker ve teçhizat ile Aydın elinde anın başına ine…»
«Mustafa, on bine yakın müfsit ve mülhid müritlerinden olan asker ile şehzadeye mükabeleye kıyam eylediler.»
«Mübalega cenk olundu.»
«Bir çok kan döküldükten sonra tevfiki ilâhi ile o leşkeri ilhad mağlub oldu.»
«Sağ kalanlar Ayasluğa getirildiler. Börklüceye tatbik olunan en müthiş işkenceler bile onu fikri sabitinden çeviremedi. Mustafa bir deve üzerinde çarmıha gerildi. Kolları yekdiğerinden ayrı olarak bir tahta üzerine çivilendikten sonra büyük bir alay ile şehirde gezdirildi. Kendisine sadık kalan mahremanı Mustafanın gözü önünde katledildi. Bunlar “Dede Sultan iriş” nidalarile mütevekkilâne ölüme tevdii nefs ettiler.»
«Ahir Börklüceyi paraladılar ve on vilâyeti teftiş ettiler, gideceklerin giderdiler bey kullarına timar verdiler. Bayezid Paşa yine Manisaya geldi Torlak Kemali anda buldu. Anı dahi anda astı.»
«Bu esnada Ağaçdenizindeki Bedreddinin hali terakkide idi. Her taraftan birçok halk yanına toplandılar. Bilumum halkın kendisiyle birleşmesine remak kalmış idi. Bundan dolayı Sultan Mehemmedin bizzat hareketi icab etti.
«Ve Bayezid Paşanın teklifiyle bazı kimseler Kadı Bedreddinin silki mütabaatına ve müritliğine dahil oldular. Ve birkaç tedbir ile orman içinde derdest edip bağladılar…
«Sirozda Sultan Mehemmede getirdiler. Acemden henüz gelmiş bir danişmend var idi. Mevlâna Hayder derlerdi. Sultan Mehemmed yanında olurdu. Mevlâna Hayder etti “şeran bunun katli helâl amma mali haramdır.”
«Andan Simavne Kadısı oğlunu pazara iletip bir dükkân önünde berdar ettiler. Bir nice günden sonra cünüb müritlerinden birkaçı gelip anı andan aldılar. Şimdi dahi ol diyarda müritleri vardır.»
Başım çatlıyacak gibi. Saate baktım. Durmuş. Yukardakilerin zincir şakırtıları biraz yavaşladı. Yalnız birisi dolaşıyor. Herhalde o tek başına soldaki pencerede oturandır.
İçimde bir Anadolu türküsü dinlemek ihtiyacı var. Bana öyle geliyor ki, şimdi yolparacılar koğuşundan yine o yayla türküsünü söylemeğe başlasalar başımın ağrısı bir anda diniverecektir.
Bir cıgara daha yaktım. Eğildim. Çimentonun üstünden Mehemmed Şerefeddin Efendinin risalesini aldım. Dışarda rüzgâr çıktı. Penceremizin altındaki deniz, zincir ve düdük seslerini kapatarak homurdanıyor. Penceremizin altı kayalık olacak.
Kaç defa oraya, denizle duvarımızın birleştiği yere bakmak istedik. Fakat imkânı yok. Pencerenin demir çubukları çok dar. İnsan başını dışarı çıkaramıyor. Ve biz burada denizi ancak ufuk halinde görebiliyoruz.
Benim yatağımın yanında tornacı Şefiğin yatağı vardı. Şefik bir şeyler mırıldanarak uykusunda döndü. Karısının gönderdiği gelinlik yorganı kaydı. Örttüm.
İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisinin altmış beşinci sayfasını açtım yine.. Cenevizlilerin sırkâtibinden bir iki satır ancak okumuştum ki başımın ağrıları içinde kulağıma bir ses geldi. Bu ses:
? Gürültü etmeksizin denizin dalgalarını aşarak senin yanında bulunuyorum, diyordu.
Döndüm. Denizin üstündeki pencerenin arkasında birisi var. Konuşan o:
«? Cenevizlilerin sırkâtibi Dukasın yazdıklarını unuttun mu? Sakız adasında Turlut tesmiye olunan manastırda ikamet eden Giritli bir keşişten bahsettiğini hatırlamıyor musun? Ben, yani Börklüce Mustafanın “dervişlerinden biri” bu Giritli keşişe de böyle baş açık, ayaklarım çıplak ve yekpare bir libasa bürünmüş olarak denizin dalgalarını aşıp gelmez miydim?»
Pencerenin demirleri dışında hiçbir yere tutunmasına imkân olmadan böyle boylu boyunca durup bu sözleri söyleyene baktım. Gerçekten de dediği gibiydi. Yekpare libası aktı.
Şimdi, yıllarca sonra, ben bu satırları yazarken İlâhiyat Fakültesi müderrisini düşünüyorum. Şerefeddin Efendi öldü mü, sağ mı, bilmiyorum. Fakat eğer sağsa ve bu yazdıklarımı okursa benim için: «Gidi hain, diyecektir, hem maddiyundan olduğunu iddia eder, hem de Giritli keşiş gibi, üstüne üstlük aradan asırlar geçmiş iken, Börklücenin denizleri sessizce aşan müridiyle konuştuğundan dem vurur.»
Tarihi kelâm üstadının bu sözleri söyledikten sonra atacağı ilâhi kahkakayı da duyar gibi oluyorum.
Fakat zarar yok. Hazret kahkahasını atadursun. Ben maceramı anlatayım.
Başımın ağrısı birdenbire dindi. Yataktan çıktım. Penceredekine doğru yürüdüm. Elimden tuttu. Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla uyuyan koğuşu bıraktık. Birdenbire kendimi o bir türlü göremediğimiz, denizle duvarımızın birleştiği yerde, kayaların üstünde buldum. Börklücenin müridiyle yan yana karanlık denizin dalgalarını sessizce aşarak yılların arkasına, asırlarca geriye, sultan Gıyaseddin Ebülfeth Mehemmed bin ibni Yezidülkirişçi, yahut sadece Çelebi Sultan Mehmet devrine gittik.
Ve işte size anlatmak istediğim macera bu yolculuktur. Bu yolculukta gördüğüm ses, renk, hareket, şekil manzaralarını parça parça ve çoğunu ? eski bir itiyat yüzünden ?- bir çeşit uzunlu kısalı satırlar ve arasıra kafiyelerle tesbit etmeğe çalışacağım. Şöyle ki:
1.
Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak
Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.
Köylünün göz nuru zeamet
alın teri timar idi.
Kırık testiler susuz
su başarında bıyık buran sipahiler var idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
köpüklü atlar kişner iken
çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
tarumar idi.
Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi,
ahüzar idi.
2.
Bu göl İznik gölüdür.
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
içindedir dağların.
Bizim burada göller
dumanlıdırlar.
Balıklarının eti yavan olur,
sazlıklarından ısıtma gelir,
ve göl insanı
sakalına ak düşmeden ölür.
Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez.
Bu kasaba İznik kasabası.
Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
Bu evde
bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
Boyu küçük
sakalı büyük
sakalı ak.
Çekik çocuk gözleri kurnaz
ve sarı parmakları saz gibi.
Bedreddin
ak bir koyun postu üstüne
oturmuş.
Hattı talik ile yazıyor
«Teshil»i.
Karşısında diz çökmüşler
ve karşıdan
bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
Bakıyor:
Başı tıraşlı
kalın kaşlı
ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
Bakıyor:
kartal gagalı Torlak Kemâl..
Bakmaktan bıkıp usanmayıp
bakmağa doymıyarak
İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar..
3.
Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
Ve gölde ipi kopmuş
boş bir balıkçı kayığı
bir kuş ölüsü gibi
suyun üstünde yüzüyor.
Gidiyor suyun götürdüğü yere,
gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.
İznik gölünde akşam oldu.
Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
güneşin boynunu vurup
kanını göle akıttılar.
Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır,
bir sazan balığı yüzünden
kaleye zincirlenen balıkçının kadını.
İznik gölünde akşam oldu.
Bedreddin eğildi suya
avuçlayıp doğruldu.
Ve sular
parmaklarından dökülüp
tekrar göle dönerken
dedi kendi kendine:
«? O âteş ki kalbimin içindedir
tutuşmuştur
günden güne artıyor.
Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
eriyecek yüreğim…
Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim!
Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını
iptâl edeceğiz…»
?
Ertesi gün
gölde kayık parçalanır
kalede bir baş kesilir
kıyıda bir kadın ağlar
ve yazarken
Simavneli «Teshil»ini
Torlak Kemâlle Mustafa
öptüler
şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
dizlerinde çırılçıplak bir kılıç
heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar…
Kitaplarının adı:
«Varidat»dı.
4.
Börklüce Mustafa ile Torlak Kemâl, Bedreddinin elini öpüp atlarına binerek biri Aydın, biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda
Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde Karaburunda.
Bedreddinin kelâmını söylemiş
köylünün huzurunda.
Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup
piri pâk olsun diye,
on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti,
ağalar topyekün kılıçtan geçirilip
verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti.»
Duyduk ki…
Bu işler duyulur da durmak olur mu?
Bir sabah erken,
Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.
«Varalım,
dedik.
Görelim,
dedik.
Yapışıp
sapanın
sapına
şol kardeş toprağını biz de bir yol
sürelim, dedik.»
Düştük dağlara dağlara,
aştık dağları dağları…
Dostlar,
ben yolculuk etmem bir başıma.
Bir ikindi vakti can yoldaşıma
dedim ki: geldik.
Dedim ki: bak
başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
bir adım geride ağlayan toprak.
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör:
ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır
ve körpe kuzu eti gibi aktır
yumuşaktır etleri.
Dedim ki bak,
burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi
bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..
5.
Arkamızda hünkârın ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce yiğitlerinden.
İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir gemiciymiş. O da Börklüce müritlerinden.
Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen Hüseyine benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu. Bu Aydınlıymış.
İlk sözü söyliyen Aydınlı oldu:
? Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoşgeldiniz. Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir.
? Dostuz, dedik.
Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.
Yine, o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyin’e benziyeni dedi ki:
? Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır.
Müjde büyüktü. Rehberim:
? Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi.
Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar Âl Osman oğullarının karanlığına daldık.
Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava ıslak ve kederliydi.
Bedreddin.
? Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.
Gece İznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık, onlarla aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor, Bedreddinin atı benim al atımla Anastasınki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz Ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça Bedreddine sokuluyorduk.
Gün ışığında gizlenip, geceleri yol alarak İsfendiyara ulaştık. Oradan bir gemiye bindik.
6.
Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir denizde bir yelkenli
yapyalnızdı yıldızlarla.
Yıldızlar sayısızdı.
Yelkenler sönüktü.
Su karanlıktı
ve göz alabildiğine dümdüzdü.
Sarı Anastasla Adalı Bekir
hamladaydılar.
Koç Salihle ben
pruvada.
Ve Bedreddin
parmakları sakalına gömülü
dinliyordu küreklerin şıpırtısını.
Ben:
? Ya! Bedreddin! dedim,
uyuklıyan yelkenlerin tepesinde
yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz.
Fısıltılar dolaşmıyor havalarda.
Ve denizin içinden
gürültüler duymuyoruz.
Sade bir dilsiz, karanlık su,
sade onun uykusu.
Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar
güldü,
dedi:
? Sen bakma havanın durgunluğuna
derya dediğin uyur uyur uyanır.
Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir yelkenli geçip Karadenizi
gidiyordu Deliormana
Ağaçdenizine…
7.
Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz
demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz.
«Malûm niçin geldik,
malûm derdi derunumuz» diye
her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.
Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.
Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp
reaya zinciri bırakıp gelmiş.
Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil
kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş…
Bir kızılca kıyamet!
Karışmış birbirine
at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,
gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri.
Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır,
ne böyle bir uğultu duymuşluğu var
Deliorman deli olalı beri….
8.
Anastası Deliormanda Bedreddinin ordugâhında bırakıp ben ve rehberim Geliboluya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba bir dildâde yüzünden. Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. Lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, İzmir yoluyla Karaburuna, bu sefer şeyhinden Mustafaya haber ulaştırmak işiydi.
İzmire yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden tutan Bayezid Paşanın Anadolu askerlerini topladığını duyduk.
İzmirde çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp Aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin üstünde başka çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, birisi fesli. Selâm verdiler. Selâm aldık. Kavuklulardan birisi Neşrî imiş. Dedi ki:
? Halkı ibahet mezhebine davet eden Börklücenin üzerine Sultan Mehemmed Bayezid Paşa’yı gönderir.
Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin Şihâbiddin imiş. Dedi ki:
? Bu sofinin başına birçok kimseler toplandı. Ve bunların dahi şer’i Muhammediye muhalif nice işleri âşikâr oldu.
Kavuklulardan üçüncüsü Âşıkpaşazâde imiş. Dedi ki:
– Sual: Ahir Börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı?
– Cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz..
Fesli olan çelebi İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. Yüzümüze baktı. Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey demedi.
Biz hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları arkasında bırakarak Aydına, Karaburuna, Börklücenin yanına vardık.
9.
Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
sıcak.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular,
bulutlar boşanacak
boşanacaktı.
O, kımıldanmadan baktı,
kayalardan
iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Orda en yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın:
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından O
baktı bu toprağın sonundaki ufka
çatarak kaşlarını :
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.
Bu gelen
Şehzade Murattı.
Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın
ismine
Aydın eline varıp
Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine.
Sıcaktı.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan
kızmadan
gülmeden.
Baktı dimdik
dosdoğru.
Baktı O.
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın :
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
Oysaki onlar bu toprağı,
bu kayalardan bakanlar, onu,
üzümü, inciri, narı,
tüyleri baldan sarı,
sütleri baldan koyu davarları,
ince belli, aslan yeleli atlarıyla
duvarsız ve sınırsız
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.
Sıcaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri baktılar ufka…
?
En yumuşak, en sert,
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın :
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
Birden-
– bire
kayalardan dökülür
gökten yağar
yerden biter gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı
baş açık
yalnayak ve yalın kılıçtılar.
Mübalâğa cenk olundu.
Aydının Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler,
Yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
kalkanları kakma, tolgası tunç
saflar
pâre pâre edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini..
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..*
(*) Şimdi ben bu satırları yazarken, «Vay, kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. Vay, vay, Marksiste bakın…» gibi laflar edecek olan bazı “sol” geçinen delikanlıları düşünüyorum. Tıpkı yazımın ta başında tarihi kelâm müderrisini düşünüp kahkahasını duyduğum gibi.
Ve şimdi eğer böyle bir istidrad yapıyorsam bu o çeşit delikanlılar için değil, Marksizmi yeni okumaya başlamış, sol züppeliğinden uzak olanlar içindir.
Bir doktorun verem bir çocuğu olsa, doktor, çocuğunun öleceğini bilse, bunu fizyolojik, biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocuğunun arkasından bir damlacık gözyaşı dökmez mi ?
Paris Komunasının devrileceğini, bu devrilişin bütün tarihî, sosyal, ekonomik şartlarını önceden bilen Marksın yüreğinden Komunanın büyük ölüleri «bir ıstırap şarkısı» gibi geçmemişler midir? Ve Komuna öldü, yaşasın komuna! diye bağıranların sesinde bir damla olsun acılık yok muydu?
Marksist, bir «makina – adam», bir ROBOTA değil, etiyle, kanıyla sinir ve kafası ve yüreğiyle tarihî, sosyal, konkre bir insandır.
10.
Karanlıkta durdular.
Sözü O aldı, dedi:
«? Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular.
Yine kimin dostlar
yine kimin boynun vurdular?»
Yağmur
yağıyordu boyuna.
Sözü onlar alıp
dediler ona:
«? Daha pazar
kurulmadı
kurulacak.
Esen rüzgâr
durulmadı
durulacak.
Boynu daha
vurulmadı
vurulacak.»
Karanlık ıslanırken perde perde
belirdim onların olduğu yerde
sözü ben aldım, dedim :
«? Ayasluğ şehrinin kapısı nerde?
Göster geçeyim!
Kalesi var mı?
Söyle yıkayım.
Baç alırlar mı?
De ki vermeyim!»
Sözü O aldı, dedi:
«?Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.
Girip çıkılmaz.
Kalesi vardır,
kolay yıkılmaz.
Var git al atlı yiğit
var git işine!..»
Dedim: «? Girip çıkarım!»
Dedim: «-?Yakıp yıkarım!»
Dedi: «?Yağış kesildi
gün ağarıyor.
Cellât Ali,
Mustafayı
çağırıyor!
Var git al atlı yiğit
var git işine!..»
Dedim: «? Dostlar
bırakın beni
bırakın beni.
Dostlar
göreyim onu
göreyim onu!
Sanmayınız
dayanamam.
Sanmayınız
yandığımı
el âleme belli etmeden yanamam!
Dostlar
“Olmaz!” demeyin,
“Olmaz!” demeyin boşuna.
Sapından kopacak armut değil bu
armut değil bu,
yaralı olsa da düşmez dalından;
bu yürek
bu yürek benzemez serçe kuşuna
serçe kuşuna!
Dostlar
biliyorum!
Dostlar
biliyorum nerde, ne haldedir O!
Biliyorum
gitti gelmez bir daha!
Biliyorum
bir deve hörgücünde
kanıyan bir çarmıha
çırılçıplak bedeni
mıhlıdır kollarından.
Dostlar
bırakın beni,
bırakın beni.
Dostlar
bir varayım göreyim
göreyim
Bedreddin kullarından
Börklüce Mustafayı
Mustafayı.»
?
Boynu vurulacak iki bin adam,
Mustafa ve çarmıhı
cellât, kütük ve satır
her şey hazır
her şey tamam.
Kızıl sırma işlemeli bir haşa
altın üzengiler
kır bir at.
Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk
Amasya padişahı şehzade sultan Murat.
Ve yanında onun
bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa!
Satırı çaldı cellât.
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
birbiri ardına düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
çarmıhından Mustafa
baktı son defa.
Ve her yere düşen başın
kılı depremedi:
?İriş
Dede Sultanım iriş!
dedi bir,
başka bir söz demedi..
11.
Bayezid Paşa Manisaya gelmiş, Torlak Kemâli anda bulup anı dahi anda asmış, on vilâyet teftiş edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilâyet betekrar bey kullarına timar verilmişti.
Rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik. Tepemizde akbabalar dolaşıyor ve zaman zaman acayip çığlıklar atarak karanlık derelerin içine süzülüyorlar, henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin üstüne iniyorlardı. Yollarda, güneşin altında, genç, ihtiyar erkek cesetleri serili olduğu halde, kuşların yalnız kadın ve çocuk etini tercih etmeleri karınlarının ne kadar tok olduğunu gösteriyordu.
Yollarda hünkâr beylerinin alaylarına rastlıyorduk.
Hünkârın bey kulları; çürümüş bir bağ havası gibi ağır ve büyük bir güçlükle kımıldanabilen rüzgârların içinden ve parçalanmış toprağın üstünden geçerek, rengârenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane ile timarlarına dönüp yerleşirlerken biz on vilâyeti arkada bıraktık. Gelibolu karşıdan göründü. Rehberime:
? Takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün değil.
Bir kayık bulduk.
Deniz dalgalıydı. Kayıkçıya baktım. Bir Almanca kitabın iç kapağından koparıp koğuşta başucuma astığım resme benziyor. Kalın bıyığı abanoz gibi siyah, sakalı geniş ve bembeyaz. Ömrümde böyle açık, böyle konuşan bir alın görmemişimdir.
Boğazın orta yerine gelmiştik, deniz durmamacasına akıyor, kurşun boyalı havanın içinde sular köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu ki koğuştaki resme benziyen kayıkçımız:
? Serbest insan ve esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak kölesi, usta ve çırak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir zıddıyette birbirine karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen açıktan açığa fasılasız bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi.
12.
Rumeline ayak bastığımızda Çelebi Sultan Mehemmedin Selânik kalesindeki muhasarayı kaldırarak Sereze geldiğini duyduk. Bir an önce Deliormana ulaşmak için gece gündüz yol almağa başladık.
Bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan Deliorman taraflarından gelip Serez şehrine doğru giden üç atlı, doludizgin önümüzden geçti. Atlılardan birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana benzer bir karaltı görmüştüm. Tüylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki:
Ben tanırım bu nal seslerini.
Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar
karanlık yolun üstünden dörtnala geçip
hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler.
Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
bir sabah
çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir.
Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla.
Hava öyle güzeldir,
yürek öyle umutlu,
göz çocuklaşmış
ve hakîm dostumuz ŞÜPHE uykuda…
Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
bir gece
çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar.
Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır
ve terkilerinde
en değerlimizin
arkadan bağlanmış kolları vardır.
Ben tanırım bu nal seslerini
onları Deliorman da tanır..
Filhakika bu nal seslerini Deliormanın da tanıdığını çok geçmeden öğrendik. Çünkü ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki, Bayezid Paşanın diğer tedbiratı saibe ile ormana adamlar bıraktığını, bunların karargâha kadar sokulup Bedreddinin müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi çadırında uykuda bastırıp kaçırdıklarını duyduk. Yani yol kenarında rastladığımız üç atlı Osmanlı tarihindeki provokatörlerin ağababası idiler ve terkilerinde götürdükleri esir de Bedreddindi.
13.
Rumeli, Serez
ve bir eski terkibi izafi:
HUZÛRU HÜMAYUN.
Ortada
yere saplı bir kılıç gibi dimdik
bizim ihtiyar.
Karşıda hünkâr.
Bakıştılar.
Hünkâr istedi ki:
bu müşahhas küfrü yere sermeden önce,
son sözü ipe vermeden önce,
biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner
âdâb ü erkâniyle halledilsin iş.
Hazır bilmeclis
Mevlâna Hayder derler
mülkü acemden henüz gelmiş
bir ulu danişmend kişi
kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip,
«Malı haramdır amma bunun
kanı helâldır» deyip
halletti işi…
Dönüldü Bedreddine.
Denildi: «Sen de konuş.»
Denildi: «Ver hesabını ilhadının.»
Bedreddin
baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
dedi:
? Mademki bu kerre mağlubuz
netsek, neylesek zaid.
Gayrı uzatman sözü.
Mademki fetva bize aid
verin ki basak bağrına mührümüzü..
14.
Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor.
TORNACI ŞEFİĞİN GÖMLEĞİ
Yağmur çiseliyordu. Dışarda, demir parmaklıkların arkasındaki deniz ufkunda ve bu ufkun üstündeki bulutlu gökte sabah olmuştu. Bugün bile gayet iyi hatırlıyorum. İlkönce omuzumda bir elin dokunuşunu duymuştum. Dönüp baktım. Tornacı Şefik. İçleri ışıl ışıl, kapkara gözlerini yüzüme dikmiş:
? Bu gece uyumadın galiba, diyor.
Artık yukardan eşkıyaların zincir sesleri gelmiyordu. Ortalık ağarınca onlar uykuya varmış olmalılar. Gün ışığında nöbetçilerin düdük sesleri de manalarını kaybediyor. Boyaları siliniyor ve ancak karanlıkta belli olan sert çizgileri yumuşuyor.
Koğuşun kapısı dışardan açıldı. İçerde çocuklar teker teker uyanıyorlar.
Şefik soruyor:
? Ne oldun, bir tuhaf halin var senin?
Şefiğe geceki maceramı anlatıyorum:
? Fakat, diyorum, hani gözümle gördüm. Nah şu pencerenin arkasına geldi. Yekpare ak bir gömleği vardı. Elimden tuttu. Bütün bir yolculuğu yan yana, daha doğrusu onun rehberliğiyle yaptım..
Tornacı Şefik gülüyor. Bana pencereyi göstererek:
? Sen, diyor, yolculuğu Mustafanın müridiyle değil, benim gömleğimle yapmışsın. Bak, dün gece asmıştım. Hâlâ pencerede..
Ben de gülüyorum. Simavne Kadısı oğlu Bedreddin hareketinde bana rehberlik eden tornacı Şefiğin gömleğini demirlerin üstünden alıyorum. Şefik gömleğini sırtına geçiriyor. Bütün koğuş arkadaşları «yolculuğumu» öğrendiler. Ahmed:
? Bunu yaz işte, diyor. Bir «Bedreddin destanı» isteriz. Hem sana ben de bir hikâye anlatayım onu da kitabın sonuna koyarsın…
Ahmedin anlattığı hikâyeyi işte kitabımın sonuna koyuyorum.
AHMEDİN HİKÂYESİ
Balkan harbinden önceydi. Dokuz yaşındaydım. Dedemle, Rumelinde, bir köylüye misafir olduk. Köylü mavi gözlü ve bakır sakallıydı. Bol kırmızı biberli tarhana içtik. Kıştı, Rumelinin kuru, çok bilenmiş bir bıçak gibi keskin kışlarından biri.
Köyün adını hatırlıyamıyorum. Yalnız, yola kadar bizimle gelen jandarma, bu köyün insanlarını dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en dik kafalı köylüleri diye anlattıydı.
Jandarmaya göre bunlar, ne müslüman, ne gâvurdular. Belki kızılbaştılar. Ama, tam da kızılbaş değil.
Köye girişimiz hâlâ aklımdadır. Güneş battı batacak. Yol don tutmuş. Yolda cam parçaları gibi pırıldıyan kaskatı su birikintilerinde kızıltılar.
Köyün karanlığa karışmıya başlıyan ilk çitlerinde bizi bir köpek karşıladı. İri, alacakaranlık içinde kendi kendinden daha kocaman görünen bir köpek. Havlıyordu.
Arabacımız dizginleri kastı. Köpek atların göğüslerine doğru sıçrayıp saldırıyor.
Ben, «Ne oluyoruz?» diye başımı arabacının arkasından dışarı uzattım. Arabacının kırbacı tutan kolu dirseğiyle yüzüme çarparak kalktı ve yılan ıslığı gibi ince bir şaklamayla köpeğin başına indi. Tam bu sırada kalın bir ses duydum:
– Hey. Vurduğunu köylü, kendini kaymakam mı sandın?
Dedem arabadan indi. Köpeğin kalın sesli sahibine «merhaba» dedi. Konuştular. Sonra köpeğin bakır sakallı, mavi gözlü sahibi bizi evinde konuk etti.
Kulağımda çocukluğumdan kalan birçok konuşmalar vardır. Bunlardan çoğunun mânasını büyüdükçe anlamış, kimisine şaşmış, kimisine gülmüş, kimisine kızmışımdır. Fakat çocukken yanımda büyüklerin yaptığı hiçbir konuşma mavi gözlü köylüyle dedemin o geceki konuşmaları gibi bütün hayatımın boyunca müessir olmamıştır.
Dedemin yumuşak, çelebice bir sesi vardı. Ötekisi kalın, hırçın ve inanmış bir sesle konuşuyordu.
Onun kalın sesi diyordu ki:
? Hünkârın iradesi ve İranlı Molla Haydarın fetvasıyla Serezde, çarşıda, yapraksız bir ağaç dalına asılan Bedreddinin çırılçıplak ölüsü iki yana ağır ağır sallanıyordu. Geceydi. Çarşının köşesinden üç adam belirdi. Birisinin yedeğinde kır bir at vardı. Eğersiz bir at. Bedreddinin asıldığı ağacın altına geldiler. Soldaki pabuçlarını çıkardı. Ağaca tırmandı. Aşağıda kalanlar kollarını açıp beklediler. Ağaca çıkan adam Bedreddinin uzun ak sakalı altından ince boynuna bir yılan çevikliğiyle sarılmış olan ıslak, sabunlu ipin düğümünü kesmeğe başladı. Bıçağın ucu birdenbire ipten kaydı ve ölünün uzamış boynuna saplandı. Kan çıkmadı. İpi kesmekte olan delikanlı sapsarı oldu. Sonra eğildi, yarayı öptü, doğruldu. Bıçağı attı ve yarısından çoğu kesilen düğümü elleriyle açarak uyuyan oğlunu anasının kollarına bırakan bir baba gibi Bedreddinin ölüsünü aşağıda bekliyenlerin kollarına teslim etti. Onlar çıplak ölüyü çıplak atın üstüne koydular. Ağaca çıkan aşağı indi. En gençleri oydu. Çıplak ölüyü taşıyan çıplak atı yedeğinde çekerek bizim köye geldi. Ölüyü yamacın tepesinde kara ağacın altına gömdü. Ama sonra hünkâr atlıları köyü bastılar. Atlılar gidince delikanlı, ölüyü kara ağacın altından çıkardı. Hani belki bir daha köyü basarlar da cesedi bulurlar diye. Bir daha da dönmedi.
Dedem soruyor:
? Bunun böyle olduğuna emin misin?
? Elbette. Bunu bana anamın babası anlattı. Ona da dedesi söylemiş. Onun dedesine de dedesi. Bu böyle gider…
Odada bizden başka sekiz on köylü daha var. Ocağın kızıla boyadığı alaca aydınlık dairenin kıyılarında oturuyorlar. Arasıra bir ikisi kımıldanıyor ve bu alaca aydınlık dairenin içine giren elleri, yüzlerinin bir parçası, omuzlarından bir tanesi kırmızılaşıyor.
Bakır sakallının sesini duyuyorum:
? O gelecek yine. Çırılçıplak ağaca asılan çırılçıplak gelecek yine.
Dedem gülüyor:
? Sizin bu itikadınız, diyor, hırıstiyanların itikadına benziyor. Onlar da, İsa peygamber tekrar dünyaya gelecektir, derler. Hattâ müslümanların içinde bile İsa peygamberin günün birinde Şamı şerifte gözükeceğine inananlar vardır.
Dedemin bu sözlerine, O, birden karşılık vermiyor. Kalın parmaklı elleriyle dizlerini tuta tuta, doğruluyor. Şimdi bütün gövdesiyle kırmızı dairenin içindedir. Yüzünü yandan görüyorum. Büyük düz bir burnu var. Kavga eder gibi konuşuyor:
? İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddinin ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte.. Biz Bedreddinin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.
Sustu. Yerine oturdu. Dedem, Bedreddinin geleceğine inandı mı, inanmadı mı, bilmiyorum. Ben, dokuz yaşımda buna inandım, otuz bu kadar yaşımda yine inanıyorum.
SİMAVNE KADISI OĞLU
ŞEYH BEDREDDİN DESTANI’NA ZEYL
MİLLÎ GURUR
«SİMAVNE KADISI OĞLU BEDREDDİN DESTANI» risalemin dördüncü formasının makina tashihlerini sabahleyin matbaada yaptıktan sonra eve gelmiş, bu destanı yazmak için kullandığım notları, bir hapishanede geceleri doldurulmuş hatıra defterimi gözden geçiriyordum.
Artık son forması da baskı makinası altında gidip gelmeğe başlıyan risaleme bir kelime bile ilâve edemiyeceğimi biliyordum. Fakat bana bir şeyler unuttum gibi geliyordu. Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı yazdım; fakat bu satırın sonuna nokta koymasını unuttum.
Vakit öğleye yakındı. Şafakla beraber çalkalanmağa başlıyan lodos, ağır bulutların üstüne boşanmasıyla durulmuştu. Çok geçmeden yağmur da dindi. Gökyüzünün karanlığı yol yol yarıldı. Ağır perdeleri birdenbire düşen bir pencere gibi hava açıldı.
Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde «Destan»ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye’yi gördüm.
Açılan öğle güneşinin altında Sinan’ın Süleymaniye’si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.
Evimin penceresiyle Süleymaniye’nin arası en aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye’yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeğe alıştığım içindir.
Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, «Çarşambayı sel aldı» türküsü, bir yağlığın kenarındaki «oya», bütün bunlar nasıl, ne kadar bir Cami değilse, bütün bunların Cami olmakla ne kadar alakaları yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye’nin de camilikle o kadar alakası yoktur.
Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesabla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan’ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan’ın Süleymaniye’sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi ferâha çıkmış hissederim.
İşte bu sefer de, büyük bir Türk halk hareketi için yazdığım bir risalede unuttuğumu sandığım son noktayı ararken Süleymaniye’mizi, biraz önce yağan yağmurla yıkanmış, açan güneşin altında pırıl pırıl görünce aradığımı birdenbire buldum. Ferahladım. Bulduğumu hatıra defterimin son sayfalarında okudum. Ve anladım ki «Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı» isimli risaleme; belki on satırlık, belki on sayfalık bir zeyl yazmak mecburiyetindeyim.
***
Mevzuu bahis risalemin sonunda «AHMED’İN HİKÂYESİ» diye bir fasıl vardır. Bulduğum ve hatıra defterimde okuduğum ve risaleme zeyl olarak yazmak mecburiyetini duyduğum «nokta» bana Ahmed bu hikâyeyi anlattıktan sonra onunla yapmış olduğum bir konuşmadır.
Bu konuşmayı olduğu gibi aşağı geçiriyorum:
«Dışarıda çiseleyen yağmura, koğuşun terli çimentosuna ve yirmi sekiz insanına Ahmed hikâyesini anlatıp bitirmişti. Ben:
? Ahmed, demiştim, bana öyle geliyor ki sen Bedreddin hareketinden biraz da millî bir gurur duyuyorsun.
Sesime tuhaf bir eda vererek söylediğim bu cümlenin içinde, Ahmed, «millî gurur» terkibini birdenbire bir kamçı gibi eline almış, onu suratımda şaklatmış ve demisti ki:
? Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyliyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan millî bir gurur duyar. Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. Millî gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni korkutmasın. Lenin’i hatırla. Hangimiz Lenin kadar beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz? Lenin, yirminci asırda beynelmilel proletaryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük beynelmilelci rehberi, 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35’inci numarasında ne yazmıştı?
Eğer Ahmed, «Lenin filânca mesele hakkında ne yazmıştı?» demiş olsaydı, herhalde aramızda böyle bir sorgunun cevabını verenler bulunurdu. Fakat «Sosyal-Demokrat»ın 35’inci numarası diye konulan mesele hepimizi şaşırttı. Ve hiçbirimiz 35’inci numarada neler yazılmış olduğunu hatırlıyamadık. Ahmed bu şaşkınlığımız karşısında gülümsedi. ? Zaten o en derin acıdan en büyük sevince kadar bütün duygularını hep bu meşhur gülümseyişiyle ifade eder ? ve aşağı yukarı bütün Lenin külliyatının ana fikirlerini sayfaları ve satırlarıyla taşıyan hafızasından bize şu cümleleri okudu:
«… Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun 9/10’unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz. Çar cellâtlarının, asılzadelerin ve kapitalistlerin bizim güzel yurdumuzu nasıl ezdiklerini, onu nasıl sefil kıldıklarını görmek herkesten çok bize ıstırap verir. Ve bu zulümlere bizim muhitimizde, Rusların muhitinde de karşı konulmuş olması; bu muhitin Radişçev’i, Dekabristleri, 70 senelerinin inkilâpçılarını ortaya çıkarmış bulunması; Rus amelesinin 1905 senesinde muazzam bir kitle fırkası yaratması; aynı zamanda Rus mujiğinin demokratlaşarak büyük toprak sahiplerini ve papazları defetmeğe başlaması bizim göğsümüzü kabartır…
«… Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz. Çünkü Rus milleti de inkikâpçı bir sınıf yaratabildi. Rus milleti, de beşeriyete yalnız büyük katliâmların, sıra sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomeşçiklere, kapitalistlere zilletle boyun eğişlerinin nümunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu da ispat etti.
«Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı kendi esir mazimizden nefet ediyoruz. Bizim esir mazimizde pomeşçiklerle asilzadeler Macaristan’ın, Lehistan’ın, İran’ın, Çin’in hürriyetini boğmak için mujikleri muharebeye sürüklemişlerdi. Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı bugünkü esir halimizden; aynı pomeşçiklerin kapitalistlerle uyuşarak Lehistan ve Ukranya’yı ezmek, İran’da ve Çin’deki demokratik hareketi boğmak, millî haysiyetimizi berbat eden Romanof’lar, Bogrinski’ler, Purişkeviç’ler çetesini kuvvetlendirmek için bizi harbe sürüklemek istemelerinden nefret ediyoruz. Hiç kimse esir doğmuş olduğundan dolayı kabahatli değildir. Fakat esaretini haklı bulan, onu yaldızlayan (meselâ Lehistan’ın, Ukranya’nın v.s.’nin ezilmesine Rusların «vatan müdafaası» adını veren) esir, yeryüzünün en aşağılık mahlûkudur.»*
Lenin’den bu satırları bir solukta okuduktan sonra Ahmed birdenbire susmuş, nefes almış ve yine o meşhur gülümseyişiyle:
? Evet, demişti, bizim muhitimiz de Bedreddin’i, Börklüce Mustafa’yı, Torlak Kemâl’i, onların bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri, millî bir gurur duyuyorum. Millî bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani nüfusunun 9/10’u) Sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir. Çünkü unutmayın ki «başka milletleri ezen bir millet hür olamaz.»
«Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin Destanı» isimli risaleme bir önsöz yazmak istemiştim. Bedreddin hareketinin doğuş ve ölüşündeki sosyal-ekonomik şartlar ve sebepleri tetkik edeyim, Bedreddin’in materyalizmiyle Spinoza’nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım, demiştim. Olmadı. Buna karşılık risalemin zeyline kısa bir «sonsöz» yazdım. Şöyle ki:
Bana Ahmed:
? Senden bir «Bedreddin destanı» isteriz, demişti.
Ben, benden istenenin ancak bir karalamasını becerebildim. Daha iyisini de yapmağa çalışacağım. Fakat tıpkı benim gibi Ahmed’in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu söyliyenler, benden istenen sizden de istenendir.
Ahmed’e, Bedreddin hareketini bütün azametiyle tetkik eden kalın ilim kitapları, Karaburun ve Deliorman yiğitlerini, etleri, kemikleri, kafaları ve yürekleriyle oldukları gibi diriltecek romanlar,
Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!
Dünü bugüne
bugünü yarına bağlayın!
diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lâzım.
(*) Lenin Külliyatı, baskı 1935, cild 18, sayfa 80, 81, 82, 83’de (Rusların millî gururu) isimli makaleyle ? ki bu makale 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35’inci numarasında çıkmıştır ? Ahmed’in o gün bize hafızasından okuyup derhal tercüme ettiği satırları bilâhara karşılaştırdım. Ahmed ezbere okuyup tercüme ettiği parçaların yalnız cümle kuruluşlarında bazı değişiklikler yapmış. Fikirde hiçbir hata olmadığı için ben Ahmed’in tercümesini aynen aldım.