Ağustosta Üşümek – Duran Aydın

Tek bir çatılı ev göremeyeceğiniz Adana’da ağustosta üşüyebilir misiniz?
Ne soğuk suyun altında, ne klimalı bir odada, ne de vantilatörün karşısında değilsiniz ama…
Kendi doğallığında herhangi bir “dış gerece” gereksinim duymadan ciddi ciddi üşüyeceksiniz!
Kent içindeki mahalle aralarında yer yer gördüğünüz küçük küçük tarlalar da, hızla yükselen çok katlı binalarla beton çöplüğüne dönüşür oldu; farkındasınız…
Ne iyi ki, güneydeki mahallelerde şimdilik çok katlı binalar görülmüyor.
Üşümek, hem de ağustosta; ancak bahçeli bir evde yaşıyor ve damda yatıyorsanız ve ancak bir sabah alacasında mümkün!
Ağustos eylüle dönüyorken tatlı tatlı, güzel güzel üşümeyi özlemişken ve bu olanağı herkes yakalayamayabilirken hem de…
Ne yazık ki, çok değil birkaç saat sonra güneş doğacak, yükselecek, üşüme yerini yapış yapış terlemeye bırakacak.
Biz Adana’da eskiden de üşürdük! Yine damda yatar, yine yıldızlarla “haşır neşir”, yine yaz ayları güze akarken…
Böyle, belki her yerimiz değil ama, özellikle kollarımızda tüyler diken diken olurdu. Hafif hafif kabarırdı tüy dipleri…
Sivrisinek kaynardı Adana. Cibinliksiz yatılamaz; damdaysanız, gece boyu düşen çiy “nemertmesin” diye vücudunuzu, cibinliğin üzerini çarşafa benzer bir bezle örterdi anneniz; anımsayın…
O çok sert bildiğiniz, sizin için korku simgesi; sevgisiyle sizi uzaktan ısıtan babanız; gecenin bir vakti usulca gelir, cibinliği bir ucundan kaldırır, uyanmanızı bile gönlü taşıyamaz, üzerinizi örterdi; farkında mıydınız?
“Ağustos soğuğuna” karşın damda yine, yine tatlı tatlı üşürken, kendi kollarınızla kendinizi sarmalayıp dizlerinizi karnınıza doğru çekince, ısınacağınızı sanırdınız.
Benim gibi yalnızlıktan usandığınızda, hiç olmazsa ayaklarınız üşümesin diye koynuna sokulacağınız çocukluğunuzun annesini çook özlersiniz; bilirim…
O yıllarda da sığırcık, serçe ve kumrular düzineler halinde, arkalarında inanılmaz bir kanat gürültüsü ve
rüzgârı bırakarak, nedensiz bir biçimde oradan oraya son hızla uçuşarak uykunuzdan ederdi sizi de…
Damda asmadaki üzümlerin altında, babanızın özenerek yaptığı “hayma”da seriliydi yatağınız. Buğulu üzümlerin üzerindeki komşunuzun bahçesinden sarkan, dut ve incir ağaçlarının fısıldaşmaları, gece yeline karışırdı.
Gündüz güneşin altında kavrulan, üzerine savan, kilim benzeri şeyler örtülü yatağınızı, annenizin işi varsa ablanız açardı. Açardı ki, uyku vaktine kadar serinlesin, “buz gibi” olsun yatak…
Dayanabilirseniz uyumaz, kuşluk vaktine kadar istediğiniz düşü kurabilirdiniz.
Kendi yarattığınız denizlerde kendi çattığınız gemilerinizle hiç kimsenin bilmediği kendi ülkelerinize yolculuklar yapardınız. Bütün denizlere demir atmak, bütün limanlara güller serpmek size kalmıştı.
Yalnızca sizin olan bir dağ, başka bir benzeri olmayan ve meyvelerini size özgü ballarla tatlandıran ağaçlarınız, başka hiçbir kimsenin koklamayacağı sevgilinizle rüyalarda gece boyu yüzebilirdiniz…
İsterseniz de, o “zengin çocuğu” Tunç’taki “Mavi Bisan”ın aynısı bisiklete sahip olabilirdiniz! Bisikletin oturağına oturduğunuzda ayaklarınız daha pedala değemiyormuş, dert mi? Tunç’un havasını almak işten değildir… “Allah’ın oğlu Gulle Kemal” mi o? Ziliniz onun bisikletinin zilinden daha güzel ses çıkarıyor; oh ya!
Bu yıl da ağustos sonları bir sabah; daha göz değmemiş göklerde geceye iliklenmeyi unutmuş bir yarımay güneşi görür görmez kaçacak! Gece boyu sizi üşüten esinti, yalnızca sizin olan gezegeninizi ısıtan bir aydınlıkta eriyecek; birazdan bunun hüznünü yaşayacaksınız…
Ha, kara önlüğünüzle ilkokula başladığınız ilk gün annesinin ardından ağlayan bir çocuk; ha, o günün sabahına tezkere alacak bir asker; ha, dün emekliye ayrılmış yorgun bir fabrika işçisisiniz!
Anı kırıntıları yıllara dağılmış ayna parçacıkları…
Toplayacaksınız, bir araya getireceksiniz ki baktığınızda yüzünüz belirsin. Yüzünüz bin parçaya dağılmış… Göz kenarlarında çizgiler, şakaklarda ak’lar… Bakışlara bir yılan gibi çöreklenmiş keder, aynısı… Hiç değişmemiş!
Ağustos sonu seher vakti, gökyüzünden birer birer silinir yine yıldız zerrecikleri… Adana’da bir evin damında üşüyerek uyanmak; bunaltıcı bir mevsimi daha eskitmenin, eskitip sonbahara serpilen ölü yapraklar gibi geçmişe uğurlamanın hüznünü yaşatacakmış, ne iyi…
Böylesine bir mutluluğu yaşatacakmış vakitsiz üşümeler.
Yaşadınız işte bugün bunu; ne güzel!

Duran Aydın
Adana, 28 Ağustos 2011

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir