Bence, ötesi şiir… Belki bir sözcük fazlası; ama koluna girilen, yanağına dokunulan bir imge; iyi kurgulanmış bir gözlem sonrası nadasa bırakılmış olan… Eğer az biraz bu işten anlıyorsak, İlkay Tuna her ne kadar bu yazdıklarına ?öykü? dese de, ötesi şiir…
Büyük bir olasılıkla ?Aşkın Kükürt Kokusu?nu okuyan herkes aynı kanıya varıyordur: Olsun, öykülerinde İlkay Tuna ruhumuza insanlık maceralarımızı teyellerken, ?öykü?yü kardeşi ?şiir?le sık sık el ele tutuştursun; bundan daha güzeli ne?
?Dumanlı Gri-Yeşil Bir Bekleyiş?, kitabın ilk öyküsü. Bu öyküye ?girebilmek? için bir kez okumam yetmemiş…
Doyumun verdiği iç erinciyle şu notu düşmüşüm bir kıyıya: Bu öykünün tartışmasız her cümlesi sıklıkla şiir yazamayan beni, şiir yazdırabilecek yoğunlukta çağrışımlara sürükledi. Öykünün büyülü atmosferinde, derin iç çekişlerle okuyanı teslim alan gizemli bir şeyler sezdim: ?Yokluğunda her şey değişti, dönüştü. Doğduğun odanın çerçeveleri eskidi, duvarlar yaşlandı. Küçük kolların yoruluncaya kadar uğraşıp havuzunu doldurmaya çalıştığın tulumbanın suyu çekildi, çekilecek. Sular ağır ağır yeraltında bilinmeyen derinliklere kayıp giderken, kaç kuşağın acılarına aynı anda tanık oldum sayamadım. Durduğum yerde çaresizce izlediğim sancılı geceler bitmek bilmedi. Gözlerimin önünde yitip gitti genç yaşamlar, ben de soluksuz kaldım sanki güneşsiz, yağmursuz kaldım. Kendi içinde gizlice kendini yok eden sırlar gördüm bu bahçenin küçücük, uçsuz bucaksız cehenneminde… Bazen gözyaşı, bazen fırlatılıp atılan bir kadehten dökülen küskün şarap damlaları suladı toprağımı…
Bilsen, uzun kışlar gibi nasıl da soğuktu yokluğun…?
İlk kitabı ?Miş?li Geçmiş Zaman Söylenceleri?nden yaklaşık iki yıl sonra Bencekitap Yayınları, Mart 2011?de, ?Aşkın Kükürt Kokusu?yla okurlara ulaştırdı İlkay Tuna?yı. Bu ikinci kitabındaki on sekiz öyküyle, okuyan herkesi tam on sekiz kez ?yoğun hüzün odası?na sokuyor Tuna…
Hüzün odası dedim, farkındayım! Bu ?cinnet? ülkede bir kuşağın bir dönem yaşadığı ruhsal, bedensel sarsıntılar, iç kanamalar geçirmiş kırık gençlik öyküleri…
Tedirgin edilmiş aşklarıyla, düşleri sorgularda soldurulmuş, preslenmiş ?iyi insanlar?ın hazin öyküleri…
Avaz avaz bağırmayan, sızlanıp ağlaşmayan, şimdilerde orta yaşlarını süren ?eylülzedeler?in iç burkan öyküleri…
Kitabın ikinci öyküsü ?Onun Çocukları?nı, sanki okuyanın canı yansın, ruhu acısın diye yazmış İlkay Tuna. İyi de etmiş! Öyküdeki ?katı insancıllık? okuru sarssa da, olayın yaşanmışlığının sağladığı içten anlatım orta uzunlukta bir film tadında beyinlerde kare kare fotoğraflanıyor:
?Kediyi okşamayı bıraktı oğlan… Doğruldu ve annesine uzun uzun baktı. Yaklaştı, ama bu kez annesinin kucağına gitmedi. Sessizce masadaki tek boş sandalyeye oturdu. Annesinin söylediklerini duyması imkânsızdı. Ama bilmesi için duyması gerekmiyordu. Hiç kimse söylemese de ‘Onun Çocukları’ olduğunu biliyordu. Ağırbaşlılıkla oturduğu o tahta sandalyede sanki biraz daha büyümüştü.?
Kitaba adını veren ?Aşkın Kükürt Kokusu?yla ustaca kurgusu, artık oturmuş biçemiyle edebiyatımıza ?öykü gibi bir öykü? armağan ediyor İlkay Tuna… ve kırılgan olmadığı kadar oylumlu, ufku açık imgelerle yüklü berrak bir anlatımla, eşikte bekleşen genç öykücülere de bir meşale yakıyor…
Dışarıdaki karın soğukluğu duyumsandığı ölçüde, içerideki sıcaklığın yaydığı bir rahatlıkta okunuyor öyküleri.
Şunu fark ettim; aslında Tuna, ilk ağızda ?yakalamakta? zorlanacağımız çarpıcı kurgulara bizleri yavaş yavaş hazırlıyor! Buna, ?kendi okurunu yaratmak? denebilir mi, bilmiyorum?
Saman alevi gibi uçucu değil; bir gün bir yerlerde yaşadığımız, yaşayabileceğimiz an’lar, bir bakmışsınız öyküleşivermiş Tuna’nın kaleminden… Hayata nasıl, hangi gözle baktığıyla dolaysız ilişkiler içindeki yazar; belki de bunun için okurunu yaratırken ‘birey’ olan kendisini de ıskalamamış oluyor.
?Keşke?de buruk, sevebilme özelliğini yitirmemiş insan yüreğinin alçak sesli hesaplaşmasını okuyoruz:
?…ıssızlığın ortasına, iki kadının birbirlerini sorgulayan bakışlarındaki kavga yayıldı.? (…) ?Ne yapabilirdin ki? Gitmeliydin Firuze… Keşke buraya da hiç gelmeseydin. Keşke her şeyin suçlusu olarak kalsaydın. Hayalimde sana yüklediğim onca yıkımın altında ezilmeye devam etseydin. Tek başına kalmışlığımın tek sorumlusu sonsuza dek sen olsaydın. Hafızamdaki kötü kadın olarak kalsaydın Firuze… Sevebildiğini, ağlayabildiğini bilmeseydim keşke… Bu terk edilmiş gibi duran küçük kentteki yalnızlığını görmeseydim. Seni sevmekten, seni anlamaktan korkmasaydım ben… Hiç gelmeseydin bu pastaneye, şuh bir kahkaha atıp yaşlanmış, çaptan düşmüş bir fahişe olarak kalsaydın hatıralarımda…?
Bugün önemli öykücüler arasında sayabileceğimize rahatlıkla inandığım İlkay Tuna, artık iyice belirginleşen anlatım biçemiyle kurmuş ?Tekinsiz Mevsimler?i de… Neredeyse, öykünün durgun sularına yanıbaşınızdaki ağaçtan bir yaprak düşse, büyü bozulacak:
?Bahar gelirdi sonra… Yağmurlar başlardı ince, sızım sızım… Ben kıyıda otururdum gün batana dek… Sular kararıncaya, ılık bozkır rüzgârı suları yalayıncaya kadar… Küçük gölün sakin balıkları uykuya varıncaya kadar…
Kuşlar uyur, ay uyanırdı. Toplayıp gözlerimi sulardan, yanına koyardım usulca… Ve ellerimi… Soğuk, benekli, kemikli ellerimi… Yamalı yüreğimi sonra, bükülmüş bileklerimi… Anlık zaferlerimi ve sonsuz yenilgilerimi…?
?Susmak? adlı öyküde, bekleyen bir kadın… Susan bir adam… Dingin, huzurlu insanın da bir iç matematiği olmaz mı? İşte bu matematiğin ince ince dokusu işlenmiş ?Susmak?ta. Ustalıklı bir öldürüm ve intihar üzerine genç kuşak sinemacıların (erotizm adına da) çok şeyler öğreneceğine inandığım, kısa film lezzetinde kederli, buruk bir öykü ?Susmak?.
İnsan hayatındaki defolu ilişkiler, firesiz bir anlatımla, bir kadın gözüyle bakıldığında, böylesi ayrıntılarla zenginleşiyormuş demek; İlkay Tuna?dan bunu da öğrendim…
Ardı ardına gelen diğer öykülerde de bu özellikleri gördüğümü söylemeliyim: ?Sutaşı?nda, ?Serçe Masalı?nda, ?Çilek Zamanı?nda ve diğerlerinde…
?Aşkın Kükürt Kokusu?nu okuyunca hayatlarımızdaki eksiklerimiz bir ölçüde giderilecek.
Bunu gördüm, arındım…
Duran Aydın
(*) İlkay Tuna, Aşkın Kükürt Kokusu, Öykü, Bencekitap Yayınları, Ankara, Mart 2011