Bildiklerimiz, yanlış bildiklerimiz ve bilmediklerimiz – Ayşe Hür

I. Dünya Savaşı hakkında hem ilgisiz hem de bilgisiz vaziyetteyiz. Oysa İttihatçıların savaş kışkırtıcılığından Batı’daki cephelere, Osmanlı ordusunu yöneten Alman subaylardan Sarıkamış ve Ermeni tehcirine gölgede kalmış çok şey var.

28 Haziran 1914’te Almanya’nın müttefiki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdı Franz Ferdinand ve eşi, bir Sırp milliyetçisi olan Prinkipo tarafından öldürüldü. Sırbistan’ın özrünü yeterli görmeyen Avusturya-Macaristan 28 Temmuz’da başkentleri Belgrad’ı bombaladı, 31 Temmuz’da Rusya seferberlik ilan etti, 1 Ağustos’ta Almanya Rusya’ya savaş açtı. 3 Ağustos’ta Almanya Fransa’ya, 5 Ağustos’ta da Britanya Almanya’ya savaş açınca eski tabirle “Cihan Harbi” başlamış oldu. Bu hikȃyeyi, benim kuşağımdan herkes hatırlayacaktır.

Yine benim kuşağımdan pek çok kişi için, Birinci Dünya Savaşı, aslında Britanya ve Fransa’nın başını çektiği emperyalist cephenin (İtilaf Devletleri) Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmak için çıkardığı bir savaştı. Osmanlı İmparatorluğu da, paylaşım savaşının mağduru olmamak için, Almanya ile ittifak yapmak zorunda kalmış, Almanya’nın başını çektiği Mihver Devletleri denilen blok savaşta yenilince de, hükmen yenik sayılmıştı. Ardından da korkulan olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu, İtilaf Devletleri arasında parça parça edilmiş, geriye kalan küçük Anadolu coğrafyasında, Mustafa Kemal Atatürk’ün başını çektiği kadroların işgalcilere karşı verdiği “İstiklâl Harbi” sonucu, Türkiye Cumhuriyeti adıyla bir ulus-devlet kurulmuştu.

İster resmi tarih anlatısını esas alalım, ister birazdan yer sorunu yüzünden sadece başlıklarını sıralamaya çalışacağım “öteki tarih” anlatısını esas alalım, bu savaşın bu coğrafyada yaşayanlar açısından çok önemli bir dönem olduğu açık. Ancak, savaşın 100. yıldönümünde, özellikle Avrupa ülkelerinde savaşın anılması, yorumlanması ve dersler çıkarılması konusunda çeşitli düzlemlerde canlı tartışmalar, verimli çalışmalar yürütülürken, Türkiye’de genel bir ilgisizlik hali var.

“Her Türk asker doğar” deyişiyle büyümüş olan kuşakların, Osmanlı İmparatorluğu için acı bir yenilgiyle biten Birinci Dünya Savaşı’nı hatırlamaya pek hevesli olmaması anlaşılır bir durum aslında. İlgisizlik bir sorun ama daha önemlisi, “Milli Eğitim” müfredatı aracılığıyla beynimize zerk edilmiş yanlış bilgiler.

Suikast savaşın bahanesi oldu
Yanlış bilgilerimizden ilki elbette, savaşın bir suikast yüzünden çıktığı meselesi. 1900’lü yılların başından itibaren Avrupa’da yaşanan siyasal gerilimleri anlatmaya kalksam, kitap yazmam lazım, bu yüzden özetle söylersem,1914 yılına girildiğinde havada savaş bulutları dolaşıyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda küçük milliyetçilikler, Almanya’da Pan Germenistler, Rusya’da Pan Slavistler, Fransa’da “İntikamcılar”, İtalya’da “Yayılmacılar”, Britanya’da “İmparatorlukçular” Avrupa’yı savaşın eşiğine getirmişlerdi. İş bahane bulmaya kalmıştı. Prinkipo’nun Ferdinand’ı öldürmesi yangını çıkaracak kıvılcımdı, o kadar.

Osmanlı’ya tarafsızlık teklifi
Yukarıda saydığım anlaşmazlıklar içinde, “Avrupa’nın Hasta Adamı” diye anılan Osmanlı İmparatorluğu’nun kaçınılmaz son geldikten sonra, “Büyük Devletler” arasında nasıl paylaşılacağı konusu da vardı ama İtilaf Devletleri “tarafsız kalın, toprak güvenliğinizi garanti edelim, Alman yatırımlarını da size hibe edelim, kapitülasyonlara ilişkin da çözüm arayalım” derken, bu plana Almanya karşı çıkmıştı. Öte yandan bu tezin doğru olması halinde, bu sefer de Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisini paylaşmak için çıkarılmış bir savaşta işinin ne olduğunu sormak gerekir.

İtici güç Turancılık mefkûresi
Resmi tarihin gözden kaçırdığı hususlardan biri de, İttihatçı liderlerin, özellikle de Enver Paşa’nın, 1911’de Ziya Gökalp’in ünlü şiirinde yer alan “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan / Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!” dizeleriyle sembolleşen Turancılık ülküsünün (ki özetin özeti olarak söylersek ‘Orta Asya’dan Çin Seddi’ne kadar uzanan coğrafyada yer alan tüm Türk (?) halklarının tek bayrak altında toplanması’ demekti) bu maceranın itici gücü olduğudur.

Rusya için Osmanlı tehlikesi
Bütün bunları atladıktan sonra, dönemin iktidar kadrosunu oluşturan İttihatçılar (ve günümüzdeki temsilcileri) savaşa girmeden önce Britanya, Fransa ve nihayet Rusya’yla ittifak olasılıklarının denendiğini, sonunda çare kalmadığı için Almanya ile ittifak kurulduğunu iddia ederler. Ancak söz konusu ülkelerin arşivlerinde bu iddiayı destekleyen ciddi belgeler yoktur. Sadece İttihatçı kadroların ileriki yıllarda anlattıkları hikâyeler vardır. Elbette burada en ilginç iddia, tarihi boyunca sıcak denizlere inmek için Osmanlı İmparatorluğu’nun elindeki Boğazlara yönelik saplantılı ilgisiyle tarih kitaplarımıza girmiş Rusya ile ittifak girişimi olmalı. Rusların sıcak denizlere inme projesi elbette gerçekti. Ama bu proje tüm Osmanlı tarihi boyunca, Fransız ve İngilizlerin engellemesi yüzünden gerçekleştirememişti. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan itibaren bu kalkan ortadan kalktığı halde sıcak denizlere inememe nedenleri ise 1904-1905’teki Rus-Japon Savaşı’ndan ve 1905 Devrimi’nden beri Rus ordularının içinde bulunduğu durumdu. 1911’de İstanbul’daki son Rus Sefiri Çarikov’un Boğazların açılması karşılığında Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü garanti etme teklifi Alman ve Britanya baskısı yüzünden reddedilince Rusya daha da endişelenmişti. Üstelik bu arada Osmanlı hükümeti Almanya, Fransa ve Britanya’ya kruvazörler, destroyerler sipariş etmekteydi. Yani o günlerde ‘Osmanlı için Rus tehlikesi’ kadar ‘Rusya için Osmanlı tehlikesi’ söz konusuydu.
İttihatçılara göre madem diğer devletlerle ittifak yapmak mümkün değildi, o halde Osmanlı İmparatorluğu bir anlamda Almanlara mahkûm olmuştu. Aslında Alman genelkurmayı ve hükümeti, Osmanlı ordusunun geriliği ve yıpranmışlığı yüzünden ittifakı istemiyordu. Ancak Almanya’nın yeni sömürgeler bulmazsa yok olacağını düşünen Kayzer II. Wilhelm onlar gibi düşünmüyordu.
İngiliz tarihçi W.W. Gotlieb İtilaf Devletleri’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun en iyi kısımlarını koparmaya çalıştıklarını, buna karşılık Almanların İmparatorluğu tamamiyle ele geçirerek bütünlüğünü korumaya çalıştığını ileri sürer ki, Alman belgelerini inceleyen tarihçiler için artık bunun meçhul bir yanı yoktur.

İttihatçıların savaş kışkırtıcılığı
Genel olarak Cumhuriyet kuşakları, İttihatçı kadroların Rusya’yı savaşa kışkırtmak için yapılanları da bilmezler. Bu bağlamda, 2 Ağustos 1914’te, Sadrazam ve Hariciye Nazırı Mehmed Said Halim Paşa’nın yalısında toplanan Alman Büyükelçisi Baron von Wangenheim, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Dâhiliye Nazırı Talat Paşa ve Meclis-i Mebusan Başkanı Halil (Menteşe) Bey arasında imzalanan gizli anlaşma, bu anlaşmaya bağlı olarak Almanya’dan beş milyon Mark yardım alma umudu hiç anlatılmaz. Buna karşılık Alman Amiral Souchon komutası altında, İtalya’nın Messina limanında bekleyen Alman savaş gemileri Goeben ve Breslau’nun adlarının Yavuz ve Midilli olarak değiştirilmesi, mürettebata Osmanlı askerlerinin katılması, Alman askerlerine fes giydirilmesi, göndere Osmanlı bayrağı çekilmesi ve gemilerin (ki yanlarında Hamidiye, Berk, Gayret ve Numune gemileri de vardır) Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalaması Almanların kendi başlarına yaptığı bir “iş” olarak sunulur. Anlatılmayanlar arasında, bunlar olurken Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarının Erzurum’a ve Trabzon’a gönderilmeleri, cezaevlerinden salınan mahkûmların ve Gürcü sabotajcıların, Arhavi’den Rusya’ya sızarak sabotajlar yapmaları da vardır. En sonunda tahrikler meyvesini verecek, 4 Kasım’da Rusya, 5 Kasım’da da Britanya ve Fransa Osmanlı Devleti’ne savaş ilan edeceklerdir, ama bizler hep Birinci Dünya Savaşı’na mecbur kalarak girdiğimize inanacağızdır.

Doğu ve Batı cepheleri
Bizim kuşaklar için savaşın bilinmezlerinden biri de Birinci Dünya Savaşı’nın cepheleri olmalı. Çünkü okul kitaplarımız neredeyse sadece Çanakkale Savaşı’ndan bahseder. Bir de Mekke Şerifi Hüseyin’in komutasındaki Arapların “Osmanlı Devleti’ni arkadan hançerledikleri”nden… Hadi hakkını yemeyelim, birazcık da Irak’taki Kut’ül Amare başarısından. Halbuki savaş Batılılar için iki cephede (Batı Cephesi ve Doğu Cephesi) gerçekleşmişti ama Batı Cephesi’nde (Belçika’nın güneybatısından Fransa’nın kuzeyine ve kuzey doğusuna uzanan hat esas olup, Galiçya, Makedonya, Romanya ve bir anlamda Libya da bu cepheye dahildi) yaşananlar birinci öneme sahipken, Osmanlı İmparatorluğu’nun esas olarak yer aldığı Doğu Cephesi (Kafkasya, Irak, Filistin-Suriye, Çanakkale, Hicaz-Yemen, İran) ikincil öneme haizdi. ‘Arap İsyanı’ ise Orta Doğu’daki savaşta küçük bir parantezden öteye gitmiyordu. Elbette Türk tarih yazımında, Batı Cephesi’nden hiç söz edilmezken, ağırlık Doğu Cephesi hikȃyelerinin tümüne bile değil, bir kaçına verilmişti.

Sarıkamış Faciası’nın unutulması
Görmezden gelinenler arasında Enver Paşa’nın başkahramanı olduğunu artık iyi bildiğimiz, Aralık 1914-Ocak 1915’teki Sarıkamış Faciası, Cemal Paşa’nın ilki 1915’in Ocak ve Şubat aylarındaki diğeri Temmuz 1916’daki başarısız Kanal harekȃtları ile yine Enver Paşa’nın Kafkasya Cephesi’ndeki nafile harekȃtları var. Bir de çarpıtılarak aktarılan 1915 ‘Ermeni Tehciri’ (ki karar alınışından uygulanışına ve oradan da sonuçlarına kadar her yönüyle 19148 Soykırım Sözleşmesi’ndeki ‘soykırım’ tanımına girdiğini artık biliyoruz) var üzerinde daha çok konuşmamız gereken. Enver Paşa ve şürekası tarafından Sarıkamış Faciası’nın müsebbibi olarak gösterilen Ermeni çetelerinin esas olarak Rus Ermenilerinden oluştuğu ve Turan ülküsünü gerçekleştirmekte bir engel olarak görülen Ermenilerin kırımının 1912’den itibaren planlanmaya başladığını mesleği tarihçilik olanlar, Taner Akçam’ın kitaplarından öğreneli çok oluyor ama bu bilginin geniş kitlelere ulaşması hala zorlu bir çalışmayı gerektiriyor.

Çanakkale’nin öne çıkarılması
Resmi tarihin, Çanakkale’yi öne çıkarılmasının ilk nedeni ise elbette ‘kazanılan’ savaş olması. İkinci nedeni de, Türk ulus-devletinin kurucusu Mustafa Kemal’in bu cephede gösterdiği kahramanlıklar. Öyle ki bugün birçok kişi Çanakkale Savaşı’nı Alman mareşali Liman von Sanders’in değil de Mustafa Kemal’in yönettiğini sanıyor. Halbuki savaşın başarılı bir şekilde yürütülmesi Alman askerlerinin egemen olduğu karargah sayesinde olmuştu.
Burada bir parantez açalım. Cumhuriyet kuşaklarının az bildiği konulardan biri de Osmanlı ordusundaki Alman unsurlar. Öyle ki, General Bronsart, fiilen Genelkurmay Başkanı’dır ve tüm savaş planları onun tarafından yapılmıştır. 1917’den sonraki Genelkurmay Başkanı ise von Seeckt idi. Osmanlı Donanma Komutanlığı Amiral Souchon’a verilmişti. Kıyı savunma komutanlığı Amiral Usedom’undu. Genelkurmay Harekât Dairesi Başkanı ise Bronfeld’ti. Osmanlı 6. Ordusu komutanı von der Goltz idi. III. Ordunun Kurmay Başkanı Guse idi. Çanakkale savunmasını başarı ile yürüten von Sanders daha önce Osmanlı Orduları Genel Müfettişi, I. sonra hem I. hem de V. Ordu, sonra da Yıldırım Orduları Komutanlığı yapmıştı. Bu son görevini devraldığı kişi de yine bir Alman olan von Falkenhayn idi. Enver Paşa’nın Alman generallerini öve öve bitiremediği, Alman başkomutanlığının arzularını Osmanlı cephelerinin çıkar ve ihtiyaçlarını ihmal etmek pahasına yerine getirdiğini çok azımız bilir. Ancak Sarıkamış Faciası, Kanal hezimeti veya Ermeni soykırımı söz konusu olduğunda suçun Almanlara atılması, Çanakkale söz konusu olduğunda kahramanlığın yerli aktörlere devredilmesi âdettendir.

Bu bağlamda, Mustafa Kemal, Çanakkale’deki onlarca ikincil komutandan biriydi. Ancak savaşın çeşitli aşamalarında, özellikle de, 9-10 Ağustos’ta Grup Komutanı sıfatıyla Anafartalar müdafaası sırasında yeteneklerini defalarca göstermiş bir askerdi. Mustafa Kemal’in “Anafartalar Kahramanı” olarak adlandırılması, asıl yakın dostu Ruşen Eşref’in (Ünaydın) kendisiyle o günlerde cephede yaptığı mülakatın 1930’da “Anafartalar Mülakatı” adıyla yayımlanmasından sonra olacaktı. O yıllardan itibaren Liman von Sanders ve yardımcıları Vehip, Esat ve Cevat paşalar, Mustafa Kemal’in 19. Tümenine bağlı 57. Alay komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey ile 27. Alay komutanı Yarbay Şefik Bey gibi diğer kahramanlar çoktan unutulmuştu.

Ancak bu hikȃyelerin geniş halk kitlelerince bilinir olmasının tarihi de çok yeni. Çanakkale Savaşı, ulusal tarihlerini zenginleştirmek isteyen Avustralyalı ve Yeni Zelandalı ANZAC askerlerinin üçüncü kuşağı tarafından keşfedileli sonra Türkler için de çok önemli hale geldi. Tarihilerini yeniden keşfedenlerin bir bölümü, Birinci Dünya Savaşı’nı “anti-emperyalist mücadele” diye niteliyor ve Çanakkale Savaşı’nı Türk ulus-devletinin kuruluş efsanesinin prelüdü sayıyor. Bazıları ise, Osmanlı’nın Müslüman tebaasının bir çeşit Haçlı Seferi’ne çıkan Hıristiyan dünyaya karşı “cihat” veya “gaza” savaşı olarak kurgulamaya çalışıyor.
Savaş oyunlarında unutulan “insan” faktörü

Özel olarak Çanakkale Savaşı’ndaki, genel olarak Birinci Dünya Savaşı denizaltı, gözetleme balonu, uçak gemisi, mayın tarama gemisi, torpidobot, denizaltı ağları, 15 pus’luk topları gibi dönemin teknoloji harikalarının kullanılması yüzünden ortalama insan için “savaş oyunu” düzleminde ele alınmıştır. Halbuki bu savaşlarda milyonlarca insan şu veya bu şekilde göğüs göğse gelmiş, savaşı sadece kırbacını şaklatan ya da askerlerine ‘size ölmeyi emrediyorum’ diyen komutanlar değil, adlı ve adsız yüz binlerce ‘insan’ kazanmış; savaşı kaybedenler ise emperyal veya kişisel çıkarlar uğruna halklarını pervasızca sahaya süren siyasi ve askeri liderler olmuştur.

Bu bağlamda askeri terminolojide “zayiat” teriminin anlamını bilmemekten mi yoksa gerçek “şehit” sayısını az bulmak yüzünden mi bilinmez ama yıllardır üniversite hocalarından cumhurbaşkanlarına kadar uzanan geniş bir yelpazede, Çanakkale’de “250 bin şehit”ten söz etmek âdet olmuştur. Halbuki Genelkurmay Başkanlığı’nın verilerine göre, Çanakkale’de 57.263 şehit, 97.874 yaralı, 11.178 kayıp, 7.084 hava değişimi, 20.297 hastalık sonucu ölüm, 14 bin hastaneye götürülen olmak üzere 207.696 ‘zayiat’ vardı. Birinci Dünya Savaşı’nın geneline gelirsek, Osmanlı ordusunda 2.608.000 kişi silahaltına alınmış, bunlardan 335 bini çeşitli şekillerde ölmüş, 400 bini yaralanmış, 1.560.000’i hasta, firar, esir ve kayıp olmak üzere savaş dışı kalmıştı. Şehit sayısını 550 bin olarak veren kaynaklar da var. Sivillerden ne kadar kaybımız olduğunu ise hâlâ bilmiyoruz.

Okuma önerisi
Birinci Dünya Savaşı’na dair yanlış bildiklerimiz ya da bilmediklerimiz konusunda daha fazlasını merak edenler, bu konudaki resmi tezleri sorgulayan en kapsamlı Türkçe kitap olan Erdoğan Aydın’ın Osmanlı’nın Son Savaşı, Turan Hayalinden Sevr’e (Literatür Yayınları, 5. Baskı 2014) adlı kitabını okuyarak işe başlayabilirler.

(01.08.2014, http://kitap.radikal.com.tr/)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir