Napolyon Bonapart’la başlayan, III. Napolyon’la devam eden siyasi geleneğe Karl Marx ‘Bonapartizm’ adını verdi. Kavram, siyaset biliminde genellikle iktidarı emekçilerin alamadığı ama burjuvazinin de alacak kadar palazlanamadığı için siyasal gücünü asker-sivil bürokrasiye devrettiği rejimin adı olarak günümüze kadar geldi.
1830 VE 1848 DEVRİMLERİ
1787’de başlayan, doruk noktasına 1789’da ulaşan ve değişik aşamalardan geçerek 1799’a kadar süren toplumsal altüst oluş Fransa’da eski rejimi (ancien régime) sona erdirmekle kalmamış, Avrupa tarihinde de yeni bir sayfa açmıştı. 1792’de Fransa’da Cumhuriyet ilan edildi. 1793-1794 arasında ‘ihtilal’ çocuklarını yedi. 1795’de Direktvuar idaresi kuruldu, o da sorunlara çözüm olmadı 1799’da Konsüllük idaresine geçildi. İlk konsül Napolyon Bonapart’ın ilk işi Avrupa’nın güçlü devletlerine savaş açmak oldu. Bu arada Napolyon konsül olmakla yetinmeyip imparatorluğunu ilan etti. Napolyon ordularının 1815’de Waterloo’da mutlak biçimde yenilmesiyle başlayan Restorasyon Dönemi paradoksal olarak orta ve alt sınıfların giderek devrimci bir tavır takınmasına neden oldu. İtalya’da Carbonari, Fransa’da Hak ve Özgürlükler Hareketi, Almanya’da Bursenschaften gibi gizli örgütler, Britanya Adası’nda Chartist Hareket gibi önemli ama soluksuz bir hareket döneme damgasını vurdu. 1830’de Avrupa’nın değişik yerlerinde birbiri ardına ulusalcı devrimler patlak verdi. Ancak bunlardan sadece biri başarılı oldu. 1830’da Brüksel’de başlayan bir ayaklanma sonucu Hollanda’dan ayrılan Katolik Flaman ve Valonlar Belçika devletini kurdular. Diğerlerinde esas olarak iktidar bloğunu oluşturan güçlerin yer değiştirmesi yaşandı.
NAPOLYON BONAPART: DEVRİMCİ Mİ, MUHAFAZAKAR MI?
Murat Belge Militarist Modernleşme adlı kitabında Napolyon hakkında şöyle diyor: “Paradoks şu. Napoleon, Fransa’da devrim heyecanının devrim yorgunluğuna dönüştüğü bir anda iktidarı kapmış ve sosyopsikolojik ortamdan akıllıca yararlanmış bir önderdi. Fransa’da devrimi bitirdi. Çıkardığı yasalarla, getirdiği uygulamalarla, devrim toplumunu neredeyse muhafazakar bir topluma çevirdi. Devrimden kalan enerjiyi de bir ‘dünya fütühatı projesi’nin yakıtı haline getirdi. Bu projeyle birlikte, cumhuriyetten imparatorluğa ‘yumuşak’ geçişi de sağladı ki daha sonra yeğeni de (hikayesini birazdan anlatacağım III. Napolyon’u kastediyor) yapmasa ‘kimse bunu beceremezdi’ derdim. Paradoks Fransa’da devrimi bitiren adamın onu (devrimi) imparatorluk kurmaya çalıştığı Avrupa’da her yere birlikte götürmesidir. Meclis gibi, seçim gibi, anayasal (meşruti) yönetim gibi, Fransız Devrimi’yle doğmamış olsa da onunla gündeme daha sağlam basmış kurumlar, Napoleon’un ‘fetihleri’ yoluyla Avrupa’ya yayıdı. (…) Dolayısıyla Fransa’dan bakınca muhafazakar görünen (buna rağmen bir ‘dünya fatihi’ olarak hala çok sevilen) Napoleon Bonaparte, Avrupa’dan bakıldığında bir hayli ‘devrimci’ bir kılığa bürünür.”
1848 ise Avrupa’nın boydan boya devrimci ruhla ayaklandığı yıl oldu. Kriz Fransa’da başladı. Louis Philippe, 1789 Fransız İhtilali sırasında giyotine gönderilen Orleans Dükü babasının kaderine uğramamak için 21 yıl sürgünde yaşamıştı. 1830’da, Napolyon Bonapart döneminin bürokratları ve zenginler sınıfının ittifakıyla tahttan indirilen X. Charles’ın yerini aldı. Tahta geçer geçmez de dayandığı sınıfların çıkarlarını korumaya soyundu. İktidarı sırasında Britanya ile ilişkileri düzeltti, kolonyalist politikaları destekledi. Sanayileşme, özellikle demiryolları inşaatında sıçrama onun döneminde oldu. Bunların etkisiyle henüz ‘sınıf bilinci’ olmasa da fiziki olarak ‘işçi sınıfı’ gelişmeye başladı. Ancak işler hiç de iyi gitmiyordu. Önce finansal kriz patlak verdi, bu işsizliği arttırdı, iş bulabilen ’şanslı’ (!) işçiler günde 15 saate kadar çalışmak zorunda kaldıkları gibi gelirlerinin yüzde 70’ini gıdaya harcamak zorunda kalır olmuşlardı. Kırsal bölgelerden şehirlere doğru büyük bir göç başlamıştı. İçki ve eğitimsizlikle artan suç oranları, okuma yazma sorunları bir yandan, sosyolojinin kurucusu sayılan Saint-Simon, kendini ‘anarşist’ diye tanımlayan Pierre-Joseph Proudhon gibi ‘tehlikeli’ (!) yazarların halkı ayaklanmaya teşvik eden yayınları bir yandan derken, iktidarının 18. yılında, işçiler, emekçiler Louis Philippe’i devirmek için radikal demokratlar, liberaller ve cumhuriyetçiler gibi alt gruplara ayrılmış olan küçük burjuvazi ile ittifaka yöneldiler.
KARL MARX VE KOMÜNİST MANİFESTO
Karl Marx, Komünist Manifesto’sunun Almanca baskısını 21 Şubat 1848’de Londra’da yayınladıktan bir gün sonra reform isteyen kesimler 22 Şubat 1848 tarihinde Paris’te bir gösteri düzenlemek istediler. Devlet bunu haber aldı ve gösteriyi yasakladı. Bunun üzerine 21 Şubat gecesi Paris’te işçilerin oturduğu semtlerin sokaklarına hükümete karşı direnmek için barikatlar kuruldu. 500 kadar işçinin Dışişleri Bakanlığı’nın önüne yürümesi ve daha sonra askerlerin bu işçileri yaylım ateşe tutması ile ayaklanma başladı. Ayaklanma tüm Paris’e yayılınca Louis-Philippe tahttan çekilerek İngiltere’ye kaçtı. Üç gün içinde hükümet devrildi. 25 Şubat’ta Çalışma Bakanı Louis Blanc’ın önerisi ile Ulusal Atölyeler adı verilen işçi kurulları oluşturuldu. Ancak sosyalist ve cumhuriyetçilerin aralarındaki çekişmeler yüzünden bu kararlar uygulanamadı. Reformcular 24 Haziran 1848’de tekrar ayaklandılar ancak başarılı olamadılar. Bu krizin sonunda yine bir Napolyon, ama bu sefer Louis Napoléon 5,5 milyon oyla Cumhurbaşkanı oldu. Böylece İkinci Cumhuriyet Dönemi başladı. Fakat Louis Napoléon bununla yetinmedi, 1852 darbesi ve plebisiti ile III. Napolyon adıyla imparatorluğunu ilan etti.
İşte Napolyon Bonapart’la başlayan, III. Napolyon’la devam eden siyasi geleneğe Karl Marx Bonapartizm adını verdi. Marx’ın 1852 yılında yayımlanan ouis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i adlı eserinde ilk kez tanımlanan kavram, siyaset biliminde genellikle iktidarı emekçilerin alamadığı ama burjuvazinin de alacak kadar palazlanamadığı için siyasal gücünü asker-sivil bürokrasiye devrettiği rejimin adı olarak günümüze kadar geldi. Almanlar Bismarkizm dediler, İtalyanlar Sezarizm dediler, biz Kemalizm dedik. Şimdi birileri Erdoğanizm diyorlar ki ben buna pek katılmıyorum ama Erdoğan’ın uygulamaya çalıştığı rejimin adını da henüz koyamıyorum.
VİCTOR HUGO: “ZAVALLI BÜYÜK HALK”
Tekrar tarihe dönersek, Fransa’dakine benzer süreçler Prusya’da, Avusturya’da ve İtalya’da yaşandı ama hepsinde devrimler edildi. Neden böyle olduğuna dair ipuçlarını 1830 Devrimi sırasında geçen olayları Sefiller adlı romanında anlatmış olan Victor Hugo’nun hatıratında buluruz. Victor Hugo reformistler öncülüğündeki Paris halkının hükümeti devirip kralın yurtdışına kaçmasını sağlayan ayaklanmanın zafer günü olan 24 Şubat 1848’i şöyle anlatır: “Bastille Meydanı’nda işçilerin çoğunlukta olduğu ateşli bir kalabalık vardı. Çoğu, kışlalardan alınan ya da askerlerin verdiği tüfeklerle silahlanmıştı. ‘Victor Hugo! Victor Hugo bu! Bazıları beni selamlıyor. (…) Sesimi duyurmak için sütunun üzerine çıkıyorum. (…) Hemen Louis-Philip’in tahttan çekildiğini söyleyerek söze başlıyorum. (…) Orleans Düşesi’nin tahta vekalet edeceğini duyurduğumda bu şiddetli tepkilere yol açıyor. (…) Hiçbir şey hazır değil, hiçbir şey. Bu tam bir altüst oluş, yıkım, sefalet, belki iç savaş, ama her koşulda bilinmezlik (…) Bir ses, tek bir ses yükseldi: Yaşasın Cumhuriyet! Ona yankı yapan tek bir ses bile yok. Zavallı büyük halk, bilinçsiz ve kör! Ne istemediğini biliyor, ama ne istediğini bilmiyor!”
Evet, Victor Hugo haklıydı ve Marx’ın öngörüsünün tersine sadece Fransa’da değil tüm Avrupa’da işçi sınıfı örgütlü değildi. Nitekim Marx bu devrimlerden edindiği dersleri (farklı ekonomik çıkarları bulunan işçi sınıfı ile küçük burjuvazinin ortak bir devrin yapamayacakları, ‘burjuva’ ve ‘proleterya’ devrimlerinin farklılıklarını örneğin) Class Struggles in France 1848 to 1850 ve yukarıda sözünü ettiğim The Eighteenth Brumaire of Louis Napoleon başlıklı çalışmalarında toplayacaktı. “Yenildik, aşağılandık…. Dağıtıldık, hapsedildik, silahsızlandırıldık ve susturulduk. Avrupa demokrasinin kaderi ellerimizden kayıp gitti…” demişti Proudhon yenilgiden sonra. Evet Proudhon’un dediği gibi bir şeyler parmak uçlarından kayıp gitmişti. Ama liberal düşünceler Brezilya’ya bile ulaşmıştı.
OSMANLI’DA LİBERALİZM RÜZGARLARI
Brezilya’ya giden liberal düşüncelerin Osmanlı ülkesine uğramaması düşünülebilir mi? Düşünülemez elbet. Ancak Osmanlı’yı liberalleşmeye iten daha çok dış faktörlerdi. Nitekim Avrupa halk ayaklanmaları ile kavrulurken Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Paşa ile büyük kavgaya tutuşmuş olan Osmanlı İmparatorluğu, Kavalalı’nın ordularının galip geldiği 1832 Kütahya ve 1839 Nizip savaşlarından sonra önce Rusların, sonra Rusları durdurmak isteyen Avrupalı büyük devletlerin kanatları altına girmiş, hem içteki talepler hem de bu himayenin karşılığı olarak 1839’da Tanzimat Fermanı’nı ilan etmişti. Fermanı yayınlayanların Avrupa’daki ulusal kalkışmalardan, işçi sınıfı ve yoksulların ayaklanmasından haberi olduğu şüpheli ancak henüz kesinleşmeyen iddialara göre, 1848’de Paris’te eğitim gören İbrahim Şinasi (ki Osmanlı ülkesinde ilk Türkçe gazeteyi çıkaracak, ilk Türkçe piyesi yazacaktır ilerde) 21-24 Şubat 1848 ayaklanması sırasında Said Sermedi adlı Osmanlı tebaasından bir Arnavutla birlikte 1789 Fransız İhtilali’nden sonra önemli Fransız entelektüellerinin gömüldüğü Panthéon’a Fransız bayrağını dikmişti.
1848 devrimlerinin kanlı şekilde bastırılmasından dolayı Osmanlı ülkesine sığınan bir Macar mültecilerden biri İstanbul’da bir kitapçı dükkanı açmış ve burada Avrupa’daki sosyalist hareketler tarafından basılan kitaplar, risaleler, afişlere yer vermişti. 1861 tarihli, İstanbul basımlı İngilizce-Türkçe sözlükte sosyalizm karşılığında ‘iştirak-i emval’ (mallara katılım) ifadesi okunuyordu. Ve nihayet 1864’te Londra’da kurulan, ilk kongresini 1866’da Cenevre’de yapan Birinci Enternasyonal’e Yeni Osmanlılar denilen reformist aydınların ilgi gösterdiğine dair anılar var.
KİMDİ YENİ OSMANLILAR?
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, kabaca 1800’lerden itibaren Avrupa’nın üstünlüğüyle yüzleşilmesi ve bu durumun içselleştirilmesi sürecinde ‘fikir adamları’ için en önemli soru “Bu devlet nasıl kurtulur?” idi. Böylesi bir soruya cevaplar da, kuşkusuz devlet eksenliydi. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’nı hazırlayan Mustafa Reşit Paşa ile başlayan, 1856’da ilan edilen Islahat Fermanı’nın mimarları Âli ve Fuad Paşa’larla devam eden bürokratik ve idari reformları ‘aşırı Batıcı’ buldukları için sistemli bir muhalefet başlatan ilk grup olan Yeni Osmanlılar (ya da Genç Osmanlılar), 1865 yılında İstanbul’da bir araya gelen bir grup aydının kurduğu İttifak-ı Hamiyet Örgütü’nden doğmuştu.
Hareketin, adları tespit edilebilen dokuz önderinin (Namık Kemal, Mustafa Nuri, Sağır Ahmed Beyzade Mehmed, Suphi Paşazade Ayetullah, Kayazade Reşad, Mustafa Refik, İbrahim Şinasi, Ziya Paşa ve Ali Suavi) hemen hepsinin babası devlet memuruydu. Dahası bu dokuz kişiden beşi Tercüme Odası’nda çalışıyordu. 1821’de kurulan bu daire, başından itibaren büyük devlet görevlerine atanmak için iyi bir atlama tahtası olmuştu. Dönemin haberleşme araçlarını (özellikle gazeteleri) başarıyla kullanan bu memur-aydınlar, modernleşme pratiklerine dönük ilk fikir tartışmalarını başlattıkları gibi, gazeteciliğin, düşünce ürünlerinin yayılmasının aracı olarak kullanılması da bu grubun marifetiyle olmuştu.
PARİS, LONDRA, CENEVRE SÜRGÜNLERİ
Özellikle Batı ile artan ticari ilişkilerden zarar gören kesimlerin tepkilerinden güç alan Yeni Osmanlılar, iddialara göre 5 Haziran 1867 günü bir darbe ile anayasal bir düzene geçmek üzere planlar yapmışlar ama bu planlarının sarayın kulağına gittiğini anlayınca grubun liderleri (Ziya Paşa ve Namık Kemal, Sağır Ahmet Beyzade Mehmed, Mustafa Nuri Bey, Kayazade Reşad, Ali Suavi) Paris’e ve Londra’ya kaçmıştı. Sürgünleri, Paris’te yaşayan Mısır hidiv ailesinden Mustafa Fazıl Paşa davet etmiş ve maddi himayesine almıştı. Kaçmakta haklıydılar çünkü geride kalanlardan bir bölümü 10’ar yıl süreyle Kıbrıs’ta, bir bölümü ise Rodos’ta sürgüne mahkum edilmişti.
Sürgünler Londra ve Cenevre’de Muhbir ve Hürriyet, Paris’te İttihad gazetesini çıkardılar. İttihad gazetesinin direktörlüğünü yapan Mehmed Bey daha sonra Cenevre’de İnkilap (devrim) gazetesini çıkardı. Mehmed Bey’in İnkilab’ın 28 Nisan 1870 tarihli nüshasındaki ‘İnkılap’ (devrim) fikrine övgüler düzen yazısı o kadar radikal unsurlar içeriyordu ki Osmanlı İmparatorluğu’nun Paris Sefiri Cemil Paşa, İsviçre Hükümeti’ne başvurarak gazetenin kapatılmasını istemişti.
FRANSA-PRUSYA SAVAŞI VE HEZİMETİ
Bu olaydan kısa süre sonra, 19 Temmuz 1870’de Fransa İmparatoru III. Napolyon, Prusya’ya savaş açtı. Savaş hiç de Napolyon’un hayal ettiği gibi gelişmedi. (o sırada henüz şehzade olan II. Abdülhamit’in, savaşı Almanya’nın kazanacağına dair 100 liraya/sterling’e bahse girdiği söylenir.) 2 Eylül 1870’te Napolyon’un ordularının Sedan’da yenilmesinden ve esir düşmesinden iki gün sonra, Alman orduları Paris’e doğru yürürken, 4 Eylül 1870 Paris Belediye Binası’nın (Hotel de Ville) önünde Cumhuriyet ilan edildi ve Ulusal Savunma Hükümeti kuruldu. Başına da General Louis Jules Troucheau getirildi. Böylece fiilen Üçüncü Cumhuriyet başlamış oldu. (Resmen, yeni anayasanın kabul edileceği 1873 yılında başlayacaktı.)
Bu günlerde, Parisliler için bile hayat çok zordu, yabancılar için iki kat zordu. Böylece Yeni Osmanlıların liderlerinden Namık Kemal Viyana’ya gitti. Ziya Paşa Brüksel’e geçti. Ama Mehmed, Reşat ve Nuri beyler Paris’te kalmayı tercih ettiler. Etmekle kalmadılar, üçlüden Reşad Bey, 4 Eylül 1870 günü Ulusal Savunma Hükümeti’nin Generali Troucheau’ya bir mektup yazdı. Mektupta şöyle diyordu:
“General,
Türk’üm ve vatanıma Fransa’nın hizmetlerini unutmadım. Minnet duygusunun ve büyük bir millete zorunlu olan demokratik ruhun heyecanlarıyla, general sizden rica ederim. Fransız Cumhuriyetinin düşmanlarıyla savaşmak için beni gönüllü olarak Fransız ordusuna alınız. Vatanseverliğiniz hakkındaki hayranlığımı ve Cumhuriyetçi Fransa için beslediğim bağlılık duygularımı lütfen kabul ediniz General. Reşad.”
Bu mektuba General yazılı bir cevap verdi mi bilmiyoruz ama Mithat Cemal Kuntay şöyle diyor: “Cephenin gittikçe genişleyerek ta Paris duvarlarına yaklaşmaya başladığı günlerde (…) bu üç Yeni Osmanlı ‘Ulusal Savunma’ komitesine başvurarak kendilerini gönüllü yazdırmışlar ve birçok Fransız soylularının çocuklarıyla birlikte o zamanın Eğitim Bakanı Duruy’un yanında istihkamlara gönderilmişlerdi. Birbirinden hiçbir şekilde ve hiçbir zaman ayrılmayan bu üç arkadaşa Fransızlar tarafından ‘Üç Türkler’ adı takılmıştı. Çünkü nereye bir obüs ya da bir şarapnel düşüp de birçok kimseyi yaralayacak olsa bu üç arkadaş derhal orada beliriyor, yaralıları tedavi için ellerinden geleni yapıyor, onları hastane çadırlarına götürüyorlardı. Bunların giysileri de bir tuhaftı. Üzerlerinde Fransız asker elbiseleri vardı. Fakat başlarında -doğru bir deyimle püsküllü belamız olan- fesleri olduğu gibi durmaktaydı. Bu ilginç kıyafet kendilerini asıl Fransız gönüllülerinden ayırıyordu. Zaten ‘Üç Türkler’ diye anılmalarının bir nedeni bu kılıklarıydı. Ancak yaralılara yardım konusunda öyle değerli hizmetleri görülmüştü ki, istihkamların her tarafında onların adı ‘Şevkat’in karşılığı olarak değerlendirilmekteydi.”
MEHMET, REŞAT VE NURİ BEYLER KOMÜNDE
General Troucheau’nun Ulusal Savunma Hükümeti’nin teslim bayrağını çekmesinden sonra Paris’te öyle olaylar yaşandı ki sonunda Versailles, karşısında her sınıftan öfkeli insanları buldu. Artan muhalefetten çekinilerek başkent Paris’ten Bordeaux’a taşındı. Savaşın resmen bitmesinden sonra Cumhuriyetçi Paris’e değil monarşist Versailles’e dönüldü. Bu Parislilerin öfkesini daha da arttırdı. Ve bunun sonucu da 18 Mart -28 Mayıs 1871 tarihleri arasında yaşanan 72 günlük Paris Komünü oldu. Sonunda monarşistler tarafından ağır bir yenilgiye uğratılan Komünün günbegün hikayesini, komüncülerin taleplerini, neleri başardıklarını ve sonunda neden başarısız olduğunu merak edenler yazının başında sözünü ettiğim kitabı alıp okuyabilirler. Hatta lütfen okusunlar. Gerçekten çok ilginç bir hikayedir, çok dersler içerir. Kitabı satın alarak da Ali İsmail Korkmaz Vakfı’na katkıda bulunmuş olurlar. Devam edelim.
Daha önce Paris’in savunmasına katılan üç Yeni Osmanlı, Paris Komünü’ne de katılmıştı. Yeni Osmanlılar konusunda uzman olan ve bu konudaki kitabı Sovyet Gözüyle Jöntürkler adıyla Türkçeye çevrilen Yuri A. Petrosyan, kitabında 1879 tarihli bir birincil kaynağa atıf yaparak “Mehmed Bey, Reşat ve Nuri, Fransız ordusuna girdiler ve savaşlara katıldılar. Paris’in ve Paris Komününün kuşatması sırasında, her üçü de bazı bilgilere göre şehirde kaldılar ve şehrin savunmasına komünacılara katılarak aktif olarak çalıştılar… Bir Türk Komüncü… Bu Jön Türklerin doktrininde yeni bir aşamaydı” diye yazmıştı.
ÂLİ PAŞAGİLLERİN ZİHNİYET DÜNYASI
Paris Komünü’nün ezilmesinden yaklaşık bir ay sonra, Temmuz 1871’de, Marx’ın “cüce canavar” dediği Thiers’in yakın dostu Sadrazam Âli Paşa, Komüncülere çatan bir beyanname yayımladı. Âli Paşagillerin zihniyet dünyasını çok iyi yansıttığı için tümünü aktaracağım beyannamede (sadeleştirilmiş dille) şöyle deniyordu:
“Bildiğiniz gibi çağımız maddi bilgiler yönünden geçen yüzyıllarla kıyaslanmayacak kadar ileridir. Ancak insan toplumunu asıl ayakta tutan toplumsal ahlakın dayanağı gibi bağlar ne yazık ki dikkate alınmamaktadır. Bu ilgisizliğin vahim sonuçları ortada. İşçiler, sermayedarlarla servet ve refahça eşit olmak için mevcut malları bölüşmek gibi tehlikeli, sakıncalı fikirlere kapılmışlar. Yalnız o kadar değil, hükümet yönetimine ortak olmak da istiyorlar. 1860-1861 yılları arasında beliren bu tehlikeli düşünceler, şu 9-10 yıl süresince habis ruhlar gibi Avrupa’nın her tarafına yayılmıştır. Bu nitelikli kişilerden oluşan cemiyetin adı Enternasyonal’dir.
Enternasyonal’in Londra’da bir merkezi, Amerika ve İsviçre’de şubeleri vardır. Üyeleri çoğalmış, sermayesi artmıştır. Pekala bilirsiniz ki bu tehlikeli istekler dünya düzenine aykırıdır. Gerçekleşmeleri -Allah göstermesin- türlü türlü ihtilal ve uyuşmazlıklara yol açar. Böyle düşünenlerin Komüna’da ne yaptıklarını gördük. Paris’in hali meydandadır. Haydutluğu meslek edinmiş bu adamların amacı, insan toplumlarını vahşet durumuna ve hayvanlığa geri götürmektir. Hem mizacımıza hem ahlakımıza ters düşen bu gibi fikirlerin ülkemizde ilgi görmeyeceği doğaldır. Ancak, Osmanlı Devleti’nin toprakları çok geniş ve Padişah’ın kulları çok kalabalıktır. Bu nedenle dikkatli olmalıyız. Bu uğursuz fikirler hudutlarımızdan içeri girmemelidir. Bu bozuk düşünceli kişilerin amaç ve isteklerini yaymalarına fırsat vermemeliyiz.” (Not: Âli Paşa bu emirnameyi yayımladıktan sonra çok yaşamadı, 7 Eylül 1871’de Bebek’teki yalısında 58 yaşında öldü.)
NAMIK KEMAL’DEN KOMÜNCÜLERE
Komün ilan edilmeden önce Viyana’ya giden Namık Kemal, daha sonra Londra’ya geçmiş, burada hamisi Mustafa Fazıl Paşa’nın desteğiyle Muhbir gazetesini çıkarmıştı ama bir diğer Yeni Osmanlı Ali Suavi ile anlaşmazlık üzerine Muhbir’den ayrılmış, 1871 yılında Saray’ın affıyla İstanbul’a dönmüştü. Yani Komün’e şahit olmamıştı. Ancak Namık Kemal İstanbul’a döndükten sonra başına geçtiği İbret gazetesinin 12 Haziran 1872 tarihli nüshasında Komüncüleri savunmak için kaleme aldığı ünlü “Reddiye”sinin sonunda “Far dö Bosfor’un (İstanbul’da yayımlanan Le Phare Du Bosphore adlı Fransızca gazete) bahsettiği makalenin yazarı (Reşat Bey) daha Versaylıların silahlı zulmüyle dökülen kanları sokaklarda akarken Paris’te idi. Mahkemelerde Komün taraftarlarını itham edenleri ve müdafaa eden avukatları dinledi. İki tarafın fikirlerini tutan gazeteleri okudu….” diyerek Komüncülere sıcak bir selam göndermişti. Bu yazıdaki bazı ifadelere bakılırsa Komün’ün yenilmesinden sonra da Paris’te kalan Reşat, Nuri ve Mehmet beyler 1872 yılında ülkeye dönmüşler, İbret’te Komün’ün tarihçesini ve ideallerini (kendi anladıkları kadar elbette) anlatan yazılar yazmışlardı. Bu üçlüden Mehmet Bey 1874’te ölmüştü.
“İLKİNDE TRAJEDİ, İKİNCİSİNDE FARS”
II. Abdülhamit’in iktidarının ilk yılı olan 1876’da Kanun-ı Esasi’nin kabul edilişi, 1877’de ilk meclisin açılmasıyla zirvesine çıkan nisbi liberalleşme dalgası 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı bahane edilerek kesintiye uğrayacak, onun yerini yazının başında sözünü ettiğimiz Bonapartizmi bile aratacak katı bir baskı rejimi alacaktı.
Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Napoleon adlı eserinde III. Napolyon’un gerçekleştirdiği darbeyi, amcası Napolyon Bonapat’ın daha önceden gerçekleştirdiği darbeyle kıyaslamış ve daha sonra çok popüler olacak şu cümleyi yazmıştı: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: İlkinde trajedi, ikincisinde komedi (fars) olarak.”
Aradan neredeyse 150 yıl geçtiği halde, dönüp dönüp aynı konuları tartışıyor olmamız bana Marx’ın bu saptamasını hatırlatıyor. Ama bizde tarih her seferinde, trajedi olarak tekrarlanma eğiliminde ne yazık ki…
Yararlanılan Kaynaklar: Wolfgang Abendroth, A Short History of the European Working Class, Londra, 1972; Eric J. Hobsbawm, Devrim Çağı, Çeviren: Bahadır Sina Şener, Dost Kitapevi, Ankara 2000; F.W.J. Hemmings, Culture and Society in France 1848-1898: Dissidents and Philistines, New York, 1971; The New Cambridge Modern History The Zenith of European Power 1830-1870, Vol.10, Cambridge University Press, 1960; Samuel Bernstein, “The Paris Commune”, Science & Society, Vol. 5, No. 2 (Spring, 1941), s. 117-147; Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998; Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), Alkım Yayınevi, İstanbul 2005; Coşkun Üçok, Siyasal Tarih (1789-1950), Türk Matbaası, Ankara 1961; Serol Teber, Mehmet, Reşat ve Nuri Beyler, De Yayınevi, İstanbul, 1986, Stephen J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler (1789-1980), Çeviren: Savaş Aktur, Dost Kitapevi, Ankara 2002; Charles Tilly, Avrupa’da Devrimler (1492-1992), Çeviren: Özden Arıkan, Literatür Yayınevi, İstanbul 2005; Hetje Cantz, Gustave Courbet, The Metropolitan Museum of Art, New York 2008, Murat Belge, Militarist Modernleşme, İletişim Yayınları, 2011, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, Sol Yayınları, 2012
(http://www.radikal.com.tr/, 30/08/2015)