Büyülü gerçekliğin güçlü sesi: Suzan Samancı

koca-karinli-kentYıllardır yaşanan akıl tutulması savaş sürerken sanat eylemi de devam ediyor. Bu savaş biterse geriye romanlar, öyküler ve şiirler kalacak. Nasıl ki Gılgamış Destanı ve Homeros’un Odsseia’sı kendi çağlarına tanıklık etmişlerse, romanlarda günümüze tanıklık edecek ve geleceğe de ışık tutacaktır. Bu anlamda en gerçekçi tarihçiler yazarlardır denir.

Kürt edebiyatı tüm baskı ve yasaklara rağmen direnmiş ve kendi yolunu bulan bir ırmak gibi çağıldamak üzeredir. Büyülü gerçekçiliğin güçlü seslerinden Suzan Samancı, son birkaç yıldır Avrupa’da yaşasa da gücünü doğup büyüdüğü kentin sağlam zemininde almıştır. Nasıl ki Yaşar Kemal Çukurova’nın bitmeyen direnişini, Marquez, ülkemize oldukça benzeyen Latin Amerika’nın sert gerçekliğini sihirli sözcükleriyle anlatmışsa, Suzan Samancı da kendi ülke gerçeğini ciddi bir edebi anlatımla şekillendiriyor.

Suzan Samancı’nın son romanı ‘’Koca Karınlı Kent”4 Ekimde çıkar çıkmaz Radikal Gazetesi’nin kitap ekinde, ‘’Koca Karınlı Kent bir Suzan Samancı romanı. Daha doğrusu Suzan Samancı tarafından bu ‘Koca Kent’e yazılan uzun bir ağıt. Suzan Samancı tüm bunları çok akıcı bir dille, çok güçlü toplumsal analizlerle gerçekleştiriyor. Ve Koca Karınlı Kent’e çok da alışa gelmemiş bir soru soruyor,’’ diye yazılmış.

Akabinde Birgün Gazetesi Samancı’dan alıntı yaparak, “Her gece haritada aradığımız ve bir türlü bulamadığımız ülkenin yorgunuyduk.” Başlığıyla söz ediyordu romandan. Ondandır ki ülkemize, hatta tüm Ortadoğu’ya ağıt yakmıştır. Yarattığı karakterleri betimlerken de evrenselliği yakalamıştır.

Bazı kitaplar tarihe iz bırakır. Ve sizi alıp farklı bir gezegene uçurur; doruklarda dolanırsınız, sarıp sarmalar sizi… Siner etinize, kemiğinize ve o kitabın sihrinden kurtulamazsınız.

Kanın, gözyaşının sel olduğu coğrafyada başlar roman. Köylerini mezar ayaklılardan dolayı terk edip etrafı surlarla çevrili kente yerleşmişlerdir. Rahat vermezler onlara. Ve denizin olduğu kente göç ederler. Artık gökteki kuş bile onlara yabancıdır. Koyunlarında memleket düşü taşımaktalar.

Sözgelimi Cudi’nin parçalanmış bedeni ve ağaçta sallanan ciğerleri, her gece rüyalarına girmektedir. Annesinin kot pantolon giymesine, çikolataya ve alafranga tuvalete ninesinin tepkisi sosyolojik bir gerçekliğe işaret ediyor.
“Sonra akbabalar, kartallar ve leş kargaları gökyüzünü kaplıyordu. Enes’in, Uğur’un, Ceylan’ın ve Rojin’in ciğerinin köpeklere yem olmaması için dua ediyordum.”

Roman kahramanı Havin, birçok şeyin farkındadır. Beyni çelişkilerle doludur. Büyüdükçe çelişkileri sorgulamaktadır. ‘’Kuşların, börtü böceğin dili var da, ya ben? Kendi dilimin göçebesiyim diye düşündüm.’’ Yaralı bir yürekleri vardır. Ninesi iki oğul vermiştir dağlara. Yel hızıyla ak kanatlı atlarıyla gelirler Havin’in yanına. Düş ile gerçek iç içe girmiştir Havin’in dünyasında.

Roman iç ses tekniğiyle örülmüş, postmodern tarzla çünkü klasik karakter tiplemesi söz konusu olmadığı gibi, birçok yan karakterler de fazlasıyla gücünü gösteriyor. Havin karakterini besleyen hatta yer yer daha öne çıkan nine karakteri de baskındır. Havin, annesi, babası, kardeşleri, mahallenin imamı ve arkadaşları, köpekli cüce, filmlerde figüranlık yapmış Ermeni Bayzar, halakızı Novin ve hepsi çok şey söylüyor.

Politik bir bağlılık ve dayanışma içinde olan aile, babanın Çin işi Japon işi yapmasından sonra iş adamlığına terfi edişi karakterini değiştirir. Eşine politik ağabey ve ablaların yanında gösterdiği sahte değer gerçekten değerini bulur. Baba para veren bir makinaya, anneyse değer duygusunu arayan bir kişiliğe dönüşür. Nine oğlunun gücüne sığınır. Zengin olmak semt değiştirmek onları kurtarmaz. Memleket hasretinin de pençesindeler.

Aile tümden abluka altına alınınca, Havin fındık zamanında Karadeniz’e tanıdığı Alevi Kürt bir ailenin yanına gider. Alevi Kürt ailesi de sürgündür. Ve Karadeniz’i olağanüstü bir dille betimlemiş. Mavi sular, ağaçlar, otlar, çay gözümüzün önünde canlanıyorlar adeta. Çok kültürlülüğü görürken, Karadeniz’e de asker tabutları gelmektedir.
Bu bölümdeki Gonca tipi, Kewe ve kocası Taha, Gonca ile ilişkiye geçen hükümetin şairi, tarla sahibi Temel ve dertli Nazife hepsi de birbirinden ilginçtir. Bu sert coğrafyada Gonca isyankârdır, “Çocuğumu sınır boyuna göndereceğime balıklara yem olmasını isterim,’’ der.

Benzetmeleri gerçeküstü gibi görünse de, o büyülü anlatımıyla gerçeğin ta kendisini sunuyor. İronik bir dil kullanmış. Eften püften tek bir cümlesine rastlayamazsınız. Dilin sınırlarını zorlarken, metnini büyülü bir senfoniye dönüştürmüş. Bir kuyumcu inceliğiyle incimsi sözcüklerini dizmiş ve Dicle Irmağı’nın çağıltısıyla da cümlelerini sıralamıştır. “Ölüm memleketimizde ıslık çalmanın ötesine geçmiş, kasırgaya dönüşmüştü. Acıyı ve Yok oluşu bilmeyenler için ılık bir yel ve meltemdi. Adımız sürgün soy adımız ölümdü. Demli çaylardan dilimiz paslanırken, Cegerxwin’in şiirlerini hep bir ağızdan mırıldanıyorduk. ‘Ku em ne bin yek, eme herin yek bi yek’ (Biz birlik olmazsak tek tek gideriz, ölürüz)karanlık çökerken, dernekte en sona kalıyor, Cuma ile birlikte çıkıyorduk.”
Kitapta kullandığı imgeler, fantastik kurgular büyülü gerçekçilik akımının güçlü birer örneğidir.

‘’İnsanın sevgisi kendi toprağına benziyor, uzak, suskun ve yaralı…’’ ‘’Koca Karınlı Kent’’ adı gibi kocaman bir dünyayı içinde barındırıyor; Kürdistan’ı, Türkiye’yi, Latin Amerika’yı ve tüm ötekileri…

‘’Dağların ardında gökkuşağı beliriyor, güneş ovayı turuncu bir ışığa boğuyor, turnalar çoğalıyor, dağlara doğru süzülüyorlar. Cuma turuncu ışığın içinde, tozu dumana katarak yel gibi geliyor, sesim sesiyle buluşuyor,” diyor.

MEHMET SÖĞÜT

KİTABIN KÜNYESİ
Koca Karınlı Kent
Yazar: Suzan Samancı
Yayıncı: Ayrıntı
10 / 2016
Türkçe
160 Sayfa
Tür: Roman

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here