Edebiyat yapıtının estetik nesne değil pazardaki bir meta sayıldığı, niteliğinden çok, satış rakamları ve yayıncıyla yazara kazandırdığı para kadar konuşulduğu bir dönemde ?yazarlık?, ülkenin ve dünyanın toplumsal, politik ve ekonomik durumundan bağımsız değerlendirilebilecek bir uğraş değil. Her toplumsal-ekonomik düzen, kendi değerlerini, ilişki biçimlerini yaratıyor ve dayatıyor. Örneğin, edebiyatta ödül lobileri, adam kayırmacılık ve klikleşme, bu alanda herkesin az çok bildiği-duyduğu ama kimsenin açıktan konuşmaya cesaret edemediği bir ilişki biçimi. Yazarlar bu ilişki biçiminin içinde olduğu, ona uyum sağlayıp sürekliliğine katkı sunduğu oranda kendine kültür-sanat dergilerinde, burjuva gazetelerin kitap eklerinde yer bulabiliyor. Bir yığın laf salatasından oluşmuş öyküleri, şiirleri ya da romanları böyle gün yüzüne çıkıyor; dahası yerlere göklere sığdırılamıyor, üç gün sonra unutulacak ?şaheserler? arasına giriyor. Kısacası, kitapçı, dağıtımcı, düzeltmen vs. bu alanda çalışan birçok kişinin sıkça dile getirdiği gibi, ?Edebiyat dünyası çok kirli!? Ne var ki, umutta inat edenler, direnmeyi yaşam ve sanat biçimi getirenler, ?Edebiyat da felsefe de insan içindir? diyerek yola çıkan ve bu yolda değerleri harcamak bir yana dursun, değer yaratarak yürüyüşünü sürdürenler de var. 21 yıldır aralıksız İnsancıl dergisini çıkarmak da başlı başına bir direnme eylemi aslında. Direnmek, sadece kazanılan ya da yoktan var edilen mevziyi koruma çabası değil, aynı zamanda yeni mevziler de kazanmak anlamına geliyorsa, İnsancıl Atölyesi?ni de böyle değerlendirmek gerekir. Dahası, atölyede verilen yazarlık dersleri için de, burjuva edebiyatının egemenliğine ?gerçekçilik? cephesinden verilen bir yanıt, diyebiliriz. Cengiz Gündoğdu, yıllarca yönettiği yazarlık derslerinde çözümlediği, ?Bir öykü ve roman nasıl okunmalı, nasıl yazılmalı?? sorusunu, Estetik Kalkışma kitabıyla daha da derinleştirmiş, geliştirmiş. Edebiyatın egemen ilişki biçimine de, estetik değerden yoksun yapıtlarına da yanıt vermiş; yazar olmaya (ya da iyi bir okur olmaya) soyunanlara gerçekçilik cephanesinden önemli bir mavzer hediye etmiş. Gündoğdu?yla kitabı üzerine konuştuk.
Son yıllarda yazarlık atölyeleri sayıca çoğaldı. Bu alana yönelik ?rehber kitaplar? da yayımlanıyor. Siz de çeşitli kurumlarda ama ağırlıkla İnsancıl Atölyesi?nde uzun yıllar ?Yazarlık? dersi verdiniz; zaten kitabınız da bir anlamda ders notlarınızın düzenlenmiş ve genişletilmiş hali. ?Nasıl yazar olurum?? sorusuna yanıt arayan biri, kitabınızda nelerle karşılaşacak?
İlk elde öykü, roman yazmanın olayları sergileme değil, nedensel ilişkilere dayalı örgeye dayandığını görecek. Her olgu, kesinlikle insanla ilişkilendirilecek. Bir örnek vereyim. Anna Seghers?in Ölüler Genç Kalır romanında genç kadın Marie, sevgili Erwin?den gebe kalmıştır. Ama sevgilisi bir daha görünmez. Erwin, Spartakist hareketini bastıranlarca öldürülmüştür. Genç kadın bunu bilmez. İşinden atılır, derin bir acıyla halasının yanına gider. Halası bir konfeksiyon atölyesinde çalışmaktadır. Orada bir de zımba makinası vardır. Makine çalışınca ortalık sarsılır. Burda duralım, makine yüzünden ortalık sarsılır. Bu sarsıntı bizi niye ilgilendirsin, bu durumda beni ilgilendirmez. Ama Seghers makinenin sarsıntısıyla genç kadınının da sarsıldığını, bu sarsıntıyla genç kadının acısının azaldığını ekler. Buna nesnelerin birliği denir. Bu birlikte her olay insanla ilişkilendirilir. Gerçekçi romanın temel özelliğidir bu. Bizim romanlarımızın çoğunda bu ilişki yoktur. Bir romanda durup dururken yemek yenmez. Yemek yenecekse, ya orda insanın bir yanını öğreniriz ya da bir olay olur yemekte. Söylemek istediğim şu. Nesnelerin birliği olmazsa öykü-roman estetik düzeye yükselemez.
?Roman ve Öykü Nasıl Yazılmalı, Nasıl Okunmalı?? alt başlığını taşıyan yapıtınızın adı, onun aynı zamanda bir tartışma kitabı olduğu izlenimini veriyor. Kitabınızın adı neden Estetik Kalkışma?
Dört kalkışmaya ayırdım insan başarılarını. Pratik, bilimsel, estetik, felsefi kalkışmalar. Kalkışmalar dünyayı insani duruma getirme eylemleridir. Benim görüşüme göre Türkiye?de estetik, 1971?den beri dumura uğratıldı. Bir estetik kalkışmayı zorunlu gördüğüm için kitaba bu adı verdim. Şunu da söylemeliyim. Estetik bilinç yalnız yazın için değil, yaşam için zorunludur. Neyin güzel, neyin güzel olmadığı bilinmezse, güzel yollar, güzel evler yapamazsınız. Güzel yaşayamazsınız. Estetik, insana, güzeli gerçekleştirme yollarını öğretir. Bu, kalkışmadır.
Kitabınızın girişinde, ?Yazarlık doğuştandır? görüşünün geçersizliği üzerinde duruyorsunuz. Bu sav neden yanlış? Yetenek doğuştan değilse herkes öykü ve roman yazabilir mi?
Temel düşüncem şudur. İnsanda gizil güçler vardır. Dolayısıyla her insan yazar, ressam, besteci, bilimci olabilir. Bütün bu ?olmaların? koşulları vardır. İşbölümü bu koşulları budar, gizil güçleri dumura uğratır. Bu durumda insan dikey yükselir. Doğuştancılık bir düşünce değil, dogmadır, insan başarılarını yadsımadır.
Bir edebiyat yapıtının estetik değer/nesne olması gerektiğini söylüyorsunuz. Bir yapıt hangi özellikleriyle estetik değer/nesne olur?
Örge sağlam olmalı, nedenselliğe dayanmalı. Yazar gerçekçiliği doğru değerlendirmeli. Nesneyle ilişkisini doğru kurmalı. Nesnelerin dağılımı rastgele olmamalı. Bir örnek vereceğim. Balzac’ın Goriot Baba adlı romanında kahvaltıda nesnelerin birliğini saydım.14 nesne var. Bu nesneler insanla ilişkili. Bu, estetik değer kazandırır yapıta. Hiç işlevsiz, sayfa dolsun diye anlatılarsa kahvaltı, estetik değer düşer. Yapıtımda bunları gösterdim. Tartışmaya belirsizliğe açık kuramlar yapmadım. Somut bir biçimde gösterdim. Gösterme yöntemini kullandım.
Günümüz edebiyatında “saygı gören”, okunan, tanınan yapıtlara-yazarlara yönelik eleştirileriniz de kitabın dikkat çekici yanlarından. Latife Tekin?den Füruzan?a, Adalet Ağaoğlu?ndan Selim İleri?ye pek çok isim bu eleştiriden payını alıyor. Yani eleştirinizin menzilinde “ünlü” yazarların büyük çoğunluğu var. Hiçbiri estetik değer haline getiremediler mi yapıtlarını?
Getiremediler. Ama sorun bu yazarlarda değil, bir de okur var. Sizin sözünü ettiğiniz yazarlar çok okunan yazarlar. Yüzbinlerce okuru var bu yazarların. Onlardan birini eleştirdikte, ?Bizim okurumuz var, sana ne oluyor? diyorlar. Yayınevi yönetmenleri de bu işin içinde. ?Bu roman, bu öykü güzel olmamış? diyebilecek düzeyde değiller. Estetik düzeyi tutturamamış romanların, öykülerin basılması, okunması olağanüstü bir durum. Yıllardır bu yaşanıyor Türkiye?de. Şarkısıyla, türküsüyle, romanıyla, estetik düzey sıfıra indi. Adalet Ağaoğlu?nda kalsaydık diyorum, kimileyin, şimdi Ayşe Kulin çıktı. Yiğit Bener?in Heyhulanın Dönüşü?nü okudukta Ayşe Kulin?de kalsaydık dedim. Gelecek yıl Yiğit Bener?de kalsaydık diyeceğimden korkuyorum.
Roman ve öykünün Türkiye?deki tarihsel gelişiminde 1980 öncesi ve sonrası arasında keskin bir ayrım olduğunu vurguluyorsunuz. Bu ayrımda ölçütünüz ne?
12 Eylül 1980 sermayenin faşist yönetiminin kurulduğu bir dönem. Bütün değerler sıfırlandı. Gerçekçilikten kaçış başladı. Postmodern akım, mistisizm insanı kuşattı. Estetik değer sıfırlandı. Buluş çağı başladı. ?İlk ben yaptım, ilk ben buldum? diye tarihi başlatanlar çoğaldı. Türkiye?nin entelektüel düzeyi düşürüldü. Halkın örgütlenme gücü sol, budandı. Bir aldırmazlık yaşanmaya başlandı. Buna bir örnek vereyim. Yiğit Bener?in kitabının ön kapağında ?roman? yazıyor, arka kapağında ?antiroman? deniyor. Bu kitap Orhan Kemal Roman Ödülü?nü alıyor.
Tek neden 80 darbesi mi?
Tek neden 80 darbesi değil. Nedenler derinde. Bunu Merdan Yanardağ Kadro Hareketi adlı yapıtında pek doğru anlatır. Kemalist devrim, burjuva devrimi bir aydınlanma başlatıyor. Ama burjuva zayıf, feodallerle, eşrafla işbirliğine giriyor. Türkiye halkı, Kemalist önderlerin özlediği aydınlanmayı yaşamadı. Yazın emekçilerini, düşün emekçilerini hapislere tıkmak, horlamak en büyük işlerimizden oldu. İnsanımızı yarım yamalak yetiştirdi. Felsefemiz, estetiğimiz hep yarım yamalak. Savrulduk durduk? Savruntudan kurtulmak için dogmalara sarıldık. Dogmalara karşı benim bilgim derme çatma dedim, ortalık karıştı. Türkiye?de düşünceler değil, dogmalar çatışır. Onun için çatışma kanlı olur.
Peki, bu konuyu toparlarsak günümüz öykü ve romanının temel özellikleri hakkında ne söylersiniz?
Temel özelliği gerçekçilikten kaçış. Lukacs?a köylü denir böyle toplumlarda. Bir yazar, yıllar önce, ilk çıkışında Oktay Akbal sorusuna ?O kim, tanımıyorum? dedi? 1980?den sonra roman, öykü iyice öznelleşti. Roman için şurası güzel, burası güzel değil denmeye başlandı. Böyle şey olur mu, her roman bir bütündür. Bütünlük yok edildi.
Sözünü ettiğiniz bu durumda eleştirmenlik ?kurumunun?, eleştirmenin rolü nedir sizce?
Çoktandır estetik öğelerle değerlendirilmiyor yazın ürünleri. Bu romanda Kürt sorunu, öbür romanda Ermeni sorunu, şu romanda aydın sorunu ele alınmış diye değerlendirmeler yapılıyor. Bir yazın ürünü ele aldığı sorunla irdelenmez. Yazarlarımız da romanda sorun arandığını anladı, şimdi sorun arıyor. Güncel sorunlar ele alındığı için tarihe gidiyor, oralardan sorun çıkarıyor.
Son olarak, öykü ve roman yazma çabası, isteği olan okurlara neler önerirsiniz?
Böyle bir çaba içinde olan kişi, ilkin hangi dilde yazacaksa, o dilin yapısını çok iyi bilmelidir. Bir dilin yapısı gündelik bilgiyle öğrenilmez. Yoğun bir çalışma zorunludur. Sözgelimi bizim romanlarımızın çoğu Türkçedir, ama çeviri gibidir. Yazar, Türkçenin yapısını bilmezse Türkçe düşünemez. Yazar adayı gerçekliği doğru kavrayıp, kavramadığını sıkı bir biçimde denetlemelidir. Yazar, gerçekliği yansıtacaktır okura, gerçekliğin doğru yansıtılması zorunludur. En sonu, gündelik bilgiyi, olgusal bilinci aşacak bir çalışma yürütmelidir.
Söyleşi: Volkan Alıcı
Kitabın Künyesi
Estetik Kalkışma
(Roman – Öykü Nasıl Yazılmalı, Nasıl Okunmalı)
Cengiz Gündoğdu
Yönetmen: Cengiz Gündoğdu
Yayımcı: Berrin Taş
Kapak Tasarımı: Deniz Saraç
İnsancıl Yayınları / Deneme-Eleştiri Dizisi
İstanbul, Eylül 2012, 1. Basım
948 sayfa