Düşsel Varlıklar Kitabı – Jorge Luis Borges

Düşsel Varlıklar Kitabı, Borges’in dünya edebiyatına eşine az rastlanır derinlikteki hâkimiyetini gösteren bir referans kitabı.

Düşsel Varlıklar Kitabı’nda Borges, Batı ve Doğu kültürlerinin binlerce yıllık kolektif hafızasını şekillendiren figürlerin haritasını edebiyat içerisinden çıkartıyor. Kentaur’dan Sfenks’e, Cheshire Kedisi’nden Minotauros’a edebiyat ve sanat yapıtlarında silinmez izler bırakan figürlerin hikâyesini kendine has şiirsel üslûbuyla anlatan Borges, metinlerarası geçişlerin olanak sağladığı kültürel alışverişin insanlık tarihine katkısını gözler önüne seriyor. Düşsel Varlıklar Kitabı, sözlü ve yazılı kültürün imge örgüsünde yer etmiş anlatılara dair benzersiz bir kültür arkeolojisi. Borges, ilgi alanlarının genişliğini ve edebiyat tarihini boydan boya kat eden eleştirel dikkatini gerçek bir başyapıtla taçlandırıyor.

Düşsel Varlıklar Kitabı, kadim metinlerdeki yaratıkların, Ortaçağ Avrupası’ndaki canavarların, Çin ve Hint mitlerinin, yerli halkların efsanelerinin Poe’dan Kafka’ya birçok yazarı etkilediğini gösteren bir fantastik anlatılar seçkisi.
CASPAR HENDERSON

KİTAPTAN BİR BÖLÜM
A BAO A QU
Yeryüzünün en güzel görünümünü seyreylemek isterseniz,
Çittor’daki Utku Kulesi’nin tepesine tırmanmanız gerekir.
Oradan, o değirmi balkondan bakıldığında, ufuk çepeçevre
gözler önüne serilir. Balkona sarmal bir merdivenden çıkılır, ama o merdiveni tırmanmayı ancak söylenceye inanmayanlar göze alabilir. Masal bu ya:
Utku Kulesi’nin merdivenlerinde en eski zamanlardan beri insan ruhunun en ince ayırtılarına duyarlı, A Bao A Qu diye bilinen bir varlık yaşarmış. Bu varlık çoğu zaman merdivenlerin ilk basamağında uykuya yatarmış; ne ki, biri oraya yaklaşmayagörsün, yaratığın içinde gizli bir yaşam canlanıverir, bir yerlerinde derunî bir ışık ışıyıverirmiş. Bir yandan da, gövdesi ve handiyse yarı saydam derisi kıpırdanmaya başlarmış. Ama A Bao A Qu ancak biri sarmal merdiveni
tırmanmaya başladığı zaman kendine gelir, hacıların kuşaklar boyunca aşındırdığı yılankavi basamakların dışına tutunarak ziyaretçinin ardına takılırmış. Yaratığın rengi her basamakta biraz daha koyulaşır, şekli şemali iyiden iyiye belirir, gövdesinden saçılan mavimtırak ışık biraz daha parlak-
56
laşırmış. Ama son biçimine, ancak en yukarıdaki basamakta, tırmanan kişi Nirvana’ya ermiş ve artık gölgesi düşmeyen birine dönüştüğünde bürünürmüş. Yoksa, A Bao A Qu,
son basamağa varmadan inme inmişçesine duraksayıp kalır,
gövdesi bütünlüğe erişmez, maviliği gittikçe solgunlaşır, ışığı gitgide titrekleşirmiş. Yaratık, bütünlüğe eremeyince acı
çeker, ipekli kumaş hışırtısını andıran, duyulur duyulmaz
bir sesle inlermiş. A Bao A Qu’nun ömrü kısaymış; gezgin
merdivenlerden iner inmez, o da ilk basamaklara kadar döne döne yuvarlanır, oracıkta bitkin ve eciş bücüş, bir sonraki ziyaretçiyi beklermiş. Derler ki, dokunaçları ancak merdivenin ortasına vardığında görünürmüş. Yine derler ki, tüm
gövdesiyle görebilirmiş ve gövdesi dokunulduğunda şeftali
kabuğu gibiymiş.
A Bao A Qu, yüzyıllar boyunca, balkona yalnızca bir kez
erişmiş.
Bu söylenceyi, C.C. Iturvuru, artık bir klasik niteliği kazanmış olan Malaya Büyücülüğü Üstüne adlı incelemesinin
eklerinden birinde kayda geçirmiştir.
57
ABTU İLE ANET
Bütün Mısırlıların bildiği gibi, Abtu ile Anet, güneş tanrısının gemisinin pruvasının önünde tehlikeleri kollayarak yüzen, birbirinin eşi ve kutsal, gerçek büyüklükte iki balıktı.
Rotaları sınır tanımazdı; tekne gündüzleri gökyüzünde doğudan batıya, tanyerinden alacakaranlığa yelken açar, geceleri ters yönde, yeraltına doğru yol alırdı.
58
ADAMOTU
Adamotu diye bildiğimiz bitki, tıptı Barometz gibi, hayvanlar âleminin sınır boylarında dolaşır; neden derseniz, kökünden söküldüğünde çığlık atar da ondan; bu çığlık, duyanları çıldırtabilir. Shakespeare’den (Romeo ile Juliet, IV,
iii) okuyalım:
Ve topraktan yolunan adamotlarının attığı çığlıklar,
Her duyan ölümlünün aklını başından alan…
Pythagoras, bu bitkinin insan biçiminde olduğunu söylemiş; Romalı tarım bilgini Lucius Columella onu yarı-insan
diye tanımlamış; Albertus Magnus da, Adamotu’nun, cinsiyetler arasındaki ayrıma kadar tıpkı insan gibi olduğunu
yazmıştı. Onlardan önce, Plinius da, beyaz Adamotu’nun erkek, siyah Adamotu’nun ise dişi olduğunu söylemekle kalmamış, bu otu toplamak isteyenlerin ilkin yere kılıçla üç daire çizip yüzlerini batıya çevirdiklerini, otu ondan sonra kopardıklarını, yapraklarının kokusunun insanın dilinin tutulmasına yol açabilecek kadar güçlü olduğunu da eklemişti. Adamotu’nu koparmaya kalkışan, başına korkunç yıkım-
59
ların gelebileceğini göze almalıydı. Flavius Josephus, Yahudi
Savaşları Tarihi adlı yapıtının son kitabında bu işe, eğitilmiş
bir köpeğin koşulmasını salık veriyordu; gerçi ot yerinden
sökülünce köpek ölecekti, ama bu bitkinin yaprakları hem
uyuşturucu ve peklik giderici olarak, hem de büyü yapmak
için kullanılabilirdi.
Adamotu’na yakıştırılan insan biçimi, onun darağacının
dibinde yetiştiği gibisinden bir boşinana yol açmıştır. Sir
Thomas Browne, 1646’da yayımlanmış olan Pseudodoxia
Epidemica (Boşinan Salgını) adlı kitabında, asılan insanlardan damlayan bir yağdan söz eder; bir zamanların popüler
romanlarının yazarı Hanns Heinz Ewers, asılan bir adamın
ersuyunun bir fahişeye şırınga edilmesi ve bu döllenmeden
ortaya güzeller güzeli bir cadının çıkması düşüncesini işleyen bir roman (Alraune, 1913) kaleme almıştı. “Adamotunun” Almancası Alraune’dir; bu sözcük daha önceleri Alruna idi ve “sır”, “gizli şey” demek olan “rune”den geliyordu.
O yüzden de (Skeat’e göre), “yazılı harfler küçük bir azınlığın bildiği bir sır olarak kabul edildiği için bir giz… bir yazı” anlamına gelmekteydi. Daha basitçesi, belki de, bir sesin
görülebilir bir işaretle karşılanması düşüncesi İskandinavların kafasını karıştırıyor ve işin gizemliliği de buradan kaynaklanıyordu.
Tekvin’de (XXX: 14-17), Adamotu’nun cinsel gücü artırıcı
özellikleriyle ilgili garip bir öykü anlatılır:
Ruben hasat mevsimi tarlaya gitti, orada adamotu bulup
annesi Lea’ya getirdi. Rahel, Lea’ya, “Lütfen oğlunun getirdiği adamotundan bana da ver” dedi.
Lea, “Kocamı aldığın yetmez mi? Bir de oğlumun adamotunu mu istiyorsun?” diye karşılık verdi. Rahel, “Öyle olsun” dedi, “oğlunun adamotuna karşılık kocam bu gece seninle yatsın.”
60
Akşamleyin Yakup tarladan dönerken, Lea onu karşılamaya gitti. Yakup’a, “Benimle yatacaksın” dedi. “Oğlumun adamotuna karşılık bu gece benimsin.” Yakup o gece onunla yattı.
Tanrı Lea’nın duasını işitti. Lea gebe kalıp Yakup’a beşinci oğlunu doğurdu.
Bir Alman Yahudisi Talmud yorumcusu da, on ikinci yüzyılda şöyle yazacaktı:
Topraktaki bir kökten bir çeşit kordon çıkar ve kordona
sanki bir kabak ya da kavun gibi göbeğinden bağlı bir hayvan vardır ki ona yadu’a derler, ama yadu’a’nın yüzü, gövdesi, elleri, ayakları, her yeri insana benzer. Çevresinde
kordonun erişebildiği ne varsa hepsini yerinden söküp yok
eder. Kordonun bir okla koparılması gerekir, o zaman hayvan ölür.
Hekim Dioskorides (İ.S. ikinci yüzyıl), Adamotu’nu,
Odysseia’nın onuncu bölümünde betimlenen kirkea ya da
Kirke’nin otuyla özdeşleştirmişti:
Çiçeği sütbeyazdı, kökü kapkara,
ona “molü” derlerdi tanrılar arasında,
koparamazdı onu hiçbir ölümlü insan,
ama yeterdi her şeye tanrıların gücü.*
(*) Odysseia, Homeros, çev. Azra Erhat – A. Kadir, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014.
61
AKHERON CANAVARI
Akheron canavarını tek bir kişi, yalnızca bir kez gördü; o da,
on ikinci yüzyılda İrlanda’nın Cork kasabasında. Öykünün
Gaelce yazılmış aslı artık elimizde yok, ama Regensburglu (Ratisbon) bir Benedikten keşişi öyküyü Latinceye çevirmiş, masal da bu çeviriden aralarında İsveççe ve İspanyolcanın da bulunduğu pek çok dile aktarılmış. Latince çevirisinden bugüne, ana hatlarıyla birbirine uygun gelen elli kadar
el yazması kalmış. Adı Visio Tundali (Tundal’ın Düşü) olan
bu öykü, Dante’nin şiirinin kaynaklarından biri olarak kabul edilmiştir.
İlkin, “Akheron” sözcüğüne bakalım. Akheron, Odysseia’nın onuncu bölümünde, yaşanan dünyanın batı sınırlarında bir yerlerde akan cehennem ırmaklarından biridir.
Adına, Aeneis’te, Lucanus’un Pharsalia’sında ve Ovidius’un
Başkalaşımlar’ında yeniden rastlanır. Dante onu bir dizesine işler: Su la trista riviera d’Acheronte (“Akheron’un kederli sahillerinde”).
Akheron, bir söylencede, ilençlenmiş bir Titan’dır; daha eski bir söylencede ise, çok uzaklardaki takımyıldızla-
62
rın altında, Güney Kutbu’na yakın bir yere konuşlandırılmıştır. Etrüsklerin, geleceği görmeyi öğreten “yazgı kitapları” ile bedenin ölümünden sonra ruhun izlediği yolları öğreten “Akheron kitapları” bulunuyordu. Akheron, zamanla,
cehennem anlamını aldı.
Tundal, kibar ve yürekli, ama bazı tuhaf huyları olan, İrlandalı bir soyluydu. Günlerden bir gün, bir kadın arkadaşının evindeyken fenalaşıverdi; üç gün üç gece ölüden farksız
öylece yattı, bir tek yüreğinin orada bir ılıklık seziliyordu.
Kendine gelir gelmez, koruyucu meleğinin ona öbür dünyanın diyarlarını gösterdiğini anlattı. Orada gördüğü acayiplikler arasında burada bizi ilgilendiren, Akheron canavarıdır.
Akheron, bütün dağlardan daha büyüktür. Gözlerinden
yalımlar saçılır; ağzı o kadar kocamandır ki, dokuz bin kişi sığar. Heykel ya da sütunlar gibi, biri ayaklarının, biri başının üstünde duran iki ilençli insan, bu canavarın çenelerini açık tutar. Üç gırtlağının üçünden de sönmek bilmeyen alevler püskürtür. Canavarın karnından, mideye indirdiği sayısız kayıp ruhun ardı arası kesilmeyen iniltileri yükselir. Şeytanlar, Tundal’a, canavarın adının Akheron olduğunu söylerler. Koruyucu meleği tarafından terk edilen Tundal, canavarın ağzından içeriye çekilir ve kendini gözyaşlarının, karanlığın, gacırdayıp duran dişlerin, ateşlerin, dayanılmaz bir sıcağın ve dondurucu bir soğuğun, köpekler, ayılar,
aslanlar ve yılanların ortasında bulur. Bu söylencede, cehennem, bağrında bir sürü hayvanın bulunduğu bir hayvandır.
Emanuel Swedenborg, 1758’de şöyle yazıyordu: “Cehennem’in neye benzediğini görme yetisinden yoksunum; ama
Cennet nasıl insan biçimindeyse, Cehennem’in de öyle şeytan biçiminde olduğu anlatıldı bana.”
63
ALTI BACAKLI ANTİLOPLAR
Edda’larda, Odin’in (karada ve havada gidebilen ve yeraltı
dünyasına dalabilen) kır atı Sleipnir’in sekiz bacaklı olduğu
(ya da sekiz bacak bağışlandığı) anlatılır; bir Sibirya söylencesinde ise, ilk Antilopların altı bacaklı olduğu söylenir. Altı bacaklı oldukları için Antilopları ele geçirmek çok zor, dahası olanaksızmış; o yüzden, av tanrısı Tunk-poj, bir köpeğin havlamasıyla ayırdına vardığı, durmadan gıcırdayan bir
kutsal ağaçtan bir çift özel paten yapmış. Patenler de gıcırdıyormuş gıcırdamasına, ama ok gibi de uçuyorlarmış; Tunkpoj, patenleri yavaşlatmak için, onlara bir başka tılsımlı ağacın dallarından yonttuğu takozlar takmış. Sonra da tekmil
gökyüzünde ardına düşmüş Antilop’un. En sonunda, Antilop dermandan kesilip yere yığılmış, Tunk-poj da o saat iki
arka ayağını kesivermiş.
“İnsanlar,” demiş, “günden güne zayıf ve güçsüz düşüyor.
Altı Bacaklı Antilopları ben bile bin güçlükle yakalayabiliyorsam, onlar nasıl avlayacaklar?”
O zaman bu zaman, Antiloplar dört bacaklıdır.
64
AMPHİSBAENA
Pharsalia’da (IX, 701-28), Cato’nun askerlerinin, kavurucu Afrika çöllerinde yürürken karşılarına çıkan gerçek ya da
düşsel sürüngenler bir bir sıralanır. Aralarında, “kuyruğuyla kendine yol açabilen” (ya da bir on yedinci yüzyıl İspanyol şairinin dediği gibi, “sopa gibi dimdik ilerleyen”) Pareas,
ağaçlardan mızrak gibi fırlayıveren Jaculus’lar ve “iki başı
üstünde de yürüyebilen tehlikeli Amphisbaena” da vardır.
Plinius da (VIII, 23), Amphisbaena’yı nerdeyse aynı sözlerle tanımlar ve “sanki yalnızca bir ağzından saçtığı ağusu yeterince can yakmazmış gibi” diye ekler. Brunetto Latini’nin
Tesoro’su –Latini’nin, Cehennem’in yedinci dairesinde eski
tilmizine salık verdiği ansiklopedi– ise bu konuda daha kapsamlı ve açık seçiktir: “Amphisbaena, biri olması gereken
yerde, öbürü kuyruğunda, iki başı bulunan bir yılandır; iki
başıyla da ısırabilir, ardından sapan taşı yetişmez ve gözleri
mum yalımı gibi parıldar.”
Sir Thomas Browne, Kaba Yanlışlar (1646) adlı kitabında, yeryüzünde başı, sonu, önü, arkası, sağı, solu olmayan
bir canlı türünün bulunmadığını yazmış ve, “Duyu organla-
65
rı iki uçta da bulunuyorsa, o zaman iki ucu da önü demektir ki, bu olanaksızdır… Dolayısıyla da, her iki ucuna birer
baş kondurmak, uyduruk bir aldatmacadan başka bir şey
değildir” diyerek Amphisbaena’nın varlığını reddetmiştir.
Amphisbaena, Grekçede, “her iki yana da giden” anlamına
gelir. Antiller’de ve Amerika’nın kimi yörelerinde, genellikle
doble andadora (her iki yöne giden), “iki başlı yılan” ve “karıncaların anası” diye bilinen bir sürüngene bu ad verilmiştir. Karıncalarla beslendiği söylenir. Yine söylendiğine göre, ortasından kesilip ikiye ayrılırsa parçaları yeniden birleşiyormuş.
Plinius, Amphisbaena’nın sağaltıcı özelliklerini öve öve
bitirememişti.
66
ANNAM KAPLANLARI
Annam halkına göre, kaplanlar ya da kaplanlarda cisme bürünen ruhlar evrenin dört bir yanını yönetir. Kızıl Kaplan,
(haritaların tepesine kondurulan) Güney’de hüküm sürer;
yazların ve ateşlerin kaplanıdır. Kara Kaplan, Kuzey’de hüküm sürer; kışların ve suların kaplanıdır. Mavi Kaplan, Doğu’da hüküm sürer; ilkyazların ve bitkilerin kaplanıdır. Ak
Kaplan, Batı’da hüküm sürer; güzlerin ve madenlerin kaplanıdır.
Bu dört Ana Kaplan’ın üzerinde, beşinci bir kaplan daha
vardır; Sarı Kaplan, tıpkı Çin’in ortasında duran İmparator
ve Dünya’nın ortasında duran Çin gibi, dört kaplanın ortasında durur ve onları yönetir. (Ondandır ki, ona Orta Krallık derler; ondandır ki, İsa Mesih Cemiyeti’nden Peder Ricci’nin on altıncı yüzyıl sonlarında Çinlileri aydınlatmak için
çizdiği haritanın ortasında yer alır.)
Laozi, bu Beş Kaplan’a iblislerle savaşma görevini vermişti. Fransızcaya Louis Cho Chod’nun çevirdiği bir Annam
duasında, yardım elini uzatmaları için Beş Göksel Kaplan’a
yakarılır. Bu boşinan Çin kökenlidir; Çin dili bilginleri, ba-
67
tı yıldızlarının bulunduğu uzak yörelere hükmeden bir Ak
Kaplan’dan söz ederler. Çinliler, Güney’e bir Kızıl Kuş; Doğu’ya bir Mavi Ejder; Kuzey’e de bir Kara Kaplumbağa kondururlar. Görüldüğü gibi, Annamlılar renkleri olduğu gibi
korurken, hayvanları teke indirmişlerdir.
Orta Hindistan’da yaşayan Bhiller, Kaplanlar için cehennemler bulunduğuna inanırlar; Malaylar, cangılın ortasında,
Kaplanların kurup yaşadığı, kirişleri insan kemiklerinden,
duvarları insan derisinden, çatı saçakları insan saçından bir
kentten söz ederler.

JORGE FRANCISCO ISIDORO LUIS BORGES 24 Ağustos 1899’da bütün malvarlığını kaybetmiş, İngiliz asıllı bir ailenin ilk çocuğu olarak Buenos Aires’te doğdu. Babasının edebiyata olan düşkünlüğü, Borges’in çocukluğundan itibaren edebiyata yönelmesine sebep oldu. Küçük yaşta İngilizceyi öğrendi. 1914’te babasının göz ameliyatı sebebiyle ailesiyle yurtdışına çıktı ve Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle, savaş yıllarını yurtdışında geçirmek zorunda kaldı. Cenevre’de Calvin Koleji’ne devam eden Borges burada Almanca, Fransızca ve Latince öğrendi. Bu dönemde sembolizmden etkilendi. 1921’de Buenos Aires’e geri dönen Borges iki yıl sonra ilk kitabını yayımladı. 1931’den itibaren Arjantin’in en önemli edebiyat dergisi Sur’da düzenli olarak yazmaya başladı. 1937’de geçimini sağlayabilmek için bir halk kütüphanesinde çalışmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı sırasında iktidardaki Juan Perón’a muhalif duruşu sebebiyle kütüphanedeki işinden uzaklaştırıldı. 1946-1955 yılları arasında para kazanmak için ders vermeye ve yazmaya ağırlık verdi. Düzyazıyla şiiri birleştiren kendine özgü yazım tarzında çok sayıda eser verdi. Juan Perón devrildiğinde Buenos Aires Kütüphanesi’ne müdür oldu. Borges, 1955’te aileden gelen kalıtsal rahatsızlığından dolayı görme yetisini tümüyle kaybetti. Yapıtlarının yazımını annesi, sekreterleri ve arkadaşları devraldığı için uzun metinlerden ziyade kısa öykü ve şiire yöneldi. 1961’de Samuel Beckett’le paylaştığı Formentor Edebiyat Ödülü, Avrupa’da ün kazanmasını sağladı. Şiir, kısa öykü ve denemelerden oluşan eserleri dünya çapında yayımlandı. Borges fantastik öğeleri ağır basan kendine özgü tarzıyla, 20. yüzyılın önemli edebiyatçılarını etkiledi. 14 Haziran 1986’da hayatını kaybetti. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan kitapları: Ficciones (1998), Alef (1998), Brodie Raporu (1999), Alçaklığın Evrensel Tarihi (1999), Kum Kitabı (1999), Yedi Gece (1999), Dantevari Denemeler / Shakespeare’in Belleği (1999), Sonsuz Gül (2002), Evaristo Carriego (2002), Öteki Soruşturmalar (2005), Şifre (2009), Yaratan (2011), Atlas (2012), Tartışmalar (2014), Düşsel Varlıklar Kitabı (2015) Sonsuzluğun Tarihi (2015).

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here