Behçet Çelik, Herkes Kadar’da dünyalarımızın bazen birbirine ne kadar benzediğini, bazen de bu benzerlikler arasında sıkışıp kalan farklılıkların dünyamızı nasıl da bambaşka bir şeye dönüştürdüğünü anlatırken, bir yandan da arkadaşlıkta, aşkta ya da ailede, iki kişi arasında oluşan görünmez bağların hayatlarımıza dokunduğu yerlerde bıraktığı izlere ışık tutuyor. Sadece bir eyvallah diyerek çıkıp gidenlerin, geçmişi bugün gibi içinde taşıyanların, gençliklerini öğrenci evlerinin heyecanına yatıranların, neden çağırıldıklarına bir türlü anlam veremeyenlerin, bir başkasının gözlerinde kendini görmeye çabalarken hüsrana uğrayanların hikâyeleri ve yine hayatlarımızın akışındaki –durgun ya da gerilimli– ritmi derinden hissettiren bir dil…
Çağdaş edebiyatımızın önde gelen yazarlarından Behçet Çelik’ten hayatımızın zamanla kıyıldığı anları hatırlatan öyküler…
KİTAPTAN OKUMA PARÇASI
Ağbim
Olmayacak şey, Ağbim aradı akşamüstü. “Akşam size geleceğiz,” dedi, evde miyiz, değil miyiz, sormadan. Niye geleceğini
kestirdiğim için sesimi çıkartmadım. Sesi donuktu; hal hatır
sorma faslını kısa tutmuş, sesindeki sert ton canımı sıkmıştı. Masamda biriken işleri temizleyecektim o gün, elimi süremedim, çakıldım kaldım öylece. Nicedir, sağda solda, “Kimse ne üzer ne sevindirir beni,” diyor, insan sözünün hep yalan olduğundan dem vuruyordum. Birden, anladım ki her şeye rağmen birisi kalıyormuş, sözleri derinlerden ses getiren.
İş çıkışı alışveriş yaptım. Rakı, çiğköftelik et, meyve, sebze aldım. Bizim semtin pazarı vardı, bir ucundan girip öbüründen çıktım. En sıkıntılı günlerimde içimi rahatlatan renk
cümbüşü de çözemedi yüreğimdeki sıkışıklığı. Eve yaklaştıkça gerginliğim artıyordu. Ev, zaten, üç gündür karabasan
gibiydi. Allah vere de, Ağbim işi çok büyütmeseydi. Evden
içeri girdiğimde, karımın yüzü yine asıktı. Üç gün sonra ilk
cümlemi söyledim:
“Ağbimler gelecekmiş.” Üç gün sonra ilk cümlesini söyledi:
“Biliyorum.”
Birbirimize değmeden çalıştık mutfakta. Karımın az önce
yıkadığı taze soğanları minik minik doğrarken, Ağbimin bu
sorunu çözeceğini düşündüm. Gelmesi yetecekti, belki de.
Daha gelmeden birlikte yemek hazırlamaya başladığımıza
göre… Üç gündür birlikte bir şeyler yapmak ne kelime, aynı
evin içinde birbirimizi görmüyorduk neredeyse.
Sekiz gibi, Ağbimle yengem geldiklerinde, çiğköfteyi yoğurmaya yeni başlamıştım. Bir yandan da kendime bir kadeh
rakı doldurmuş, içiyordum; rakı bardağı bulgur ve salça olmuştu. Ağbimin yüzü asıktı, ben gülümsedim. Onu özlediğimi düşündüm, “Ne demeye daha sık görüşmeyiz ki,” diye
sordum kendi kendime.
Üçü sofraya oturdular, ben mutfakta kaldım. Yavaş yavaş
yoğuruyordum köftenin harcını. Zaman kazanmak mıydı?
Belki, Ağbim benimle konuşacaksa, mutfağa gelsin, baş başa konuşalım diyeydi. Gelmedi. Arada sesi geldi salondan.
“Hadi ulan, getir artık köfteyi!”
“Siz başlayın, beni beklemeyin.”
Bir yaz, ikimiz birlikte çalışmıştık babamın kebapçı dükkânında. Ben çocukken her yaz çalıştım orada, ama o yaz,
Ağbimin uslu durması gerekiyordu. Bir akrabamız fısıldamış bunu babamın kulağına, “Göze batıyor senin oğlan,
iyi olmaz,” demiş, babam da, göz önünde olsun diye kasaya oturtmuştu Ağbimi. Sıkılırdı, bütün gün pencereden sokağa bakardı. Bir ses olsa irkiliverir, hemen fırlayacak gibi otururdu kasada. Babamın yanında içmez, mutfağa kaçardı; rakısını, sigarasını ben saklardım. Hayrandım bardağı kafaya dikişine, bir de bıyığına. Birkaç senedir olmayan
bıyığına.
En yakın arkadaşının vurulduğu gece, “Baba,” demişti,
“gidiyorum.” Gözleri alev alevdi. Babam bir şey diyememiş,
aylardır Ağbimin oturduğu sandalyeye çökmüştü. Ağbime
kızmıştım o an. Çok değil, iki yıl sonra, sıra arkadaşım, bana tespihini armağan ettiği günün ertesinde vurulduğunda,
yalnızca Ağbimle konuşmak istemiştim; o ise cezaevindeydi. Günlerce susmuştum.
Yine susuyordum, bambaşka bir nedenle. Yine, “Anlarsa Ağbim anlar beni,” diyordum. Korktuğum, bana kızması,
bağırması değil, beni anlamamasıydı. Sesi hırçındı beni aradığında. Ne serseriliğimi bırakacaktı, ne kadir kıymet bilmezliğimi. Karımı övecekti bana; bilmezmişim gibi…
Köfteleri tabağa özenle dizme işi bitince, masaya oturmamı engelleyecek bir şey kalmamıştı.
Oturur oturmaz, “Eee Ağbi, işler nasıl?” dedim.
Bakışlarıyla kızdı bana. “Sırası mı işin?” der gibiydi.
“İdare eder,” dedi. Zamana ve birkaç kadeh rakıya ihtiyacım vardı.
“Kriz sizi etkiledi mi?” diye sordum.
Bu kez bakışları, “Sen adam olmazsın,” diyordu.
“Biz İtalya’ya çalışmadığımız için pek etkilenmedik. Geçen sene de, az kalsın Ruslarla ortak olacaktık, iyi ki olmamışız.”
Sormadığı halde, çalıştığım firmadan, firmanın krizden
nasıl etkilendiğinden söz ettim bir süre. Onun şirketinde çalışmadığım için bana kızar mıydı, yıllardır merak ederdim.
Bu konu hiç açılmamıştı aramızda. Ne o beni davet etmişti,
ne de ben ondan iş istemiştim. İstanbul’a yerleşmeye karar
verince, onun eski bir arkadaşının yanında çalışmaya başlamıştım. Onun hatırına işe almışlardı beni. Bazen aklıma esiveren, her şeyi bırakıp çekip gitme arzumu, Ağbim arkadaşına karşı mahcup olur diye frenliyordum. Ağbimin yanında çalışsam, hiçbir şey frenleyemezdi beni. İnsan, bir yere
yerleşmeye karar verince, demirleri olabildiğince derine atmak istiyor.
Karımla yengem, masadan kalkıp televizyonun karşısına
geçmişlerdi. Ağbim, önüne bakmayı bırakıp yüzünü bana
çevirdi. Eve geç gelirdi çoğunlukla, ablamın hazırladığı yemeği yerken, bana bakıp göz kırpardı; öyle bakacak sandım.
Oysa gülümsemiyor, yanağında bıçak izi gibi duran, kızdı
mı adamı ürküten, güldü mü hayran bırakan gamzesini göstermiyordu.
Elimi omzuna attım, sıktım. Başını salladı. Halden anlayan ya da kızan birinin baş sallaması değildi bu; karşısındakiyle değil, kendisiyle konuşan birinin hareketiydi.
“Yaptığın doğru değil,” dedi. Yanıt vermedim. Gözlerimi
gözlerine dikip baktım.
“Doğru değil,” dedi yeniden. Kaçıran o oldu gözlerini.
Ağbime baktım. “Benim suçum yok, Ağbi,” demek istedim, “ben hâlâ, bana emanet edilen sırları gözüm gibi saklıyorum. Senin silah sakladığın zulayı kimselere söylememiştim. Zeynep’le gizli gizli buluştuğunu da, benden başka kimse bilmez,” demek istiyordum. Cezaevinden bana yazdığı bir
mektup vardı Ağbimin. Arasam, bir yerlerden bulur çıkartırım. En sonuna, “Ona selam söyle,” diye yazmıştı. Daha önce, hiç söylememişti sevdiği biri olduğunu; yine de bildiğimi
biliyordu. Güzel kızdı Zeynep. İri, siyah gözleri vardı. Günlerce yolunu beklemiştim. Bir sabah, pazara giderken yalnız
yakalamış, önüne çıkmış, “Merhaba,” demiştim. Yüzü gözü
ışımıştı beni görünce. Ağbimin kardeşi olmaktan gurur duymuştum, bir kez daha. “Ağbimin selamı var,” demiştim. Yüzü kızarmıştı. “Sen de söyle,” deyip hızla uzaklaşmıştı. Şimdi nerededir Zeynep?
Ağbim sustukça terliyordum. Rakı da bir terletir ki beni.
“Acısı nasıl olmuş, Ağbi, köftenin?”
“Güzel.” Tek kelime. Tek kelime susmaktan daha kötü. Susan birinin konuşmak istemediğini düşünebilir insan.
Tek kelimelik yanıtın anlamıysa çok açık: “Konuşma! Sus!”
O susuyordu, ben sarhoş oluyordum. “N’olur konuş, Ağbi,” diye yalvarıyordum içimden. “Susma böyle. Al ifademi. Bağır çağır. Sana yalan söylemeyeceğim, söyleyemem
ki. Karıma söyledimse, kırılmasın, üzülmesin diyeydi. Bir
tuhaf oldu insanlar, Ağbi. Biri tutmuş, bizimkine yetiştirmiş hemen. Beni başkasıyla görenler varmış. ‘Kimmiş?’
dedim, ‘Birisi görmüş işte,’ dedi. Otelin resepsiyonundaki adamı gözüm tutmamıştı. O olmasın? Ne vardı adamla tartışacak? Böyle bir kahpelik yapacağını nereden bilebilirdim ki…”
Keşke yengemle geleceklerine yalnız buluşsaydık. Susmayıp konuşurduk belki. Babamdan, anamdan, Zeynep’ten, eski günlerden, bugünden. Ona sevgilimi anlatırdım, karımı
da hâlâ çok sevdiğimi söylerdim. Bu durumu arkadaşlarımın tuhaf bulduklarını, “Kendini kandırabilirsin, ama biz
yemeyiz,” dedikleri zaman, “Ağbim beni anlar, onunla hücrelerimizde aynı, tuhaf şifre var,” diyerek kendimi avuttuğumu anlatırdım.
“Susmasana Ağbi. Anlatsana, senin yüreğin de benzer mi
benimkine? Sağ yanıma yatsam biri, soluma yatsam öteki
düşüyor aklıma. Hangisi yanımda değilse, onu özlüyorum.
Biliyorum, sen de benim gibisin. Bizde bir şey eksik ya da
fazla… Ne bileyim?”
Ağbim, eminim, içimden geçenleri bilir. O akşam da, duyuyordu söylediklerimi, ama beni cezalandırmak için konuşmuyordu.
Gece yarısına kadar kaldılar. Ağbimle içtik, çok içtik, yine
de konuşmadık. Yüzü bile gevşememişti. Sanki ağlayacaktı
gevşese. Taş gibi bir yüzle oturdu, içti.
Kalkarlarken, “Aile mühim, aile,” dedi. Kapıda onları geçiriyorduk, korka korka karımın elini tuttum, kaçıverecek sandığım eli ter içindeydi. Ağbim susarak, bizi barıştırmıştı. Gelmesi yetmişti. Minnettar gözlerle Ağbime bakıyordum. Karımın elini bırakmamış, kuvvetle sıkıyordum ki
yengemin Ağbime bakışını gördüm; hınç vardı gözlerinde,
görmezden geldim. Sımsıkı sarılmak istedim o an Ağbime.
Onun gibi susmayı, susarak adamı avutmayı bilmesem de,
dokunmayı bilirdim.
Olmadı, “Eyvallah,” deyip çıkıverdi kapıdan.
KÜNYE
Herkes Kadar
Behçet Çelik
İletişim Yayınları
1. baskı – Eylül 2020
119 sayfa
İÇİNDEKİLER
Ağbim…………………………………………………………………………………………………………………9
Herkes kadar………………………………………………………………………………………..15
Suskun……………………………………………………………………………………………………………21
Üç yıl sonra…………………………………………………………………………………………….27
Eski şarkılar…………………………………………………………………………………………..33
Bunlar kitaplarda olur!………………………………………………………….41
Biralar bitti…………………………………………………………………………………………….49
Beni niye çağırdılar?………………………………………………………………….57
Onu aramamak için…………………………………………………………………..65
Otel…………………………………………………………………………………………………………………….71
Hayırlı vazifeler……………………………………………………………………………….77
Tren elbet kalkacak……………………………………………………………………..81
Taşınmak……………………………………………………………………………………………………87
Arif’in firması…………………………………………………………………………………….93
Boğaz’da bir öğle vakti……………………………………………………………99
“Hah!”…………………………………………………………………………………………………………105
Arefe günü……………………………………………………………………………………………..113