“Yıllardır Fransa başta olmak üzere dünyanın çeşitli üniversitelerinde ders veren, araştırmalar yapan Prof. Dr. M. Şehmus Güzel, bir süre önce yayımladığı ?İşçi Tarihine Bakmak? kitabıyla, hem egemen kolaycılıkları reddediyor, hem de Türkiye?nin yeniden ve sağlam ayaklar üzerine oturtulmasının temel yoluna işaret ediyor. Güzel?e göre, emekçi sınıfların tarihimizdeki gerçek rolünü saptamak, Türkiye üzerine atılan zarların boşa çıkarılmasında da en önemli kozdur.
Paris?te yaşayan ve doğrusu eşine pek sık rastlanmayacak çalışkanlıktaki bir bilim insanımız, Prof. Dr. M. Şehmus Güzel, birikimlerini art arda kitaplaştırmayı sürdürüyor. Türkiye işçi sınıfı ve mücadele tarihi üzerine uzmanlığıyla tanınan değerli hocamızın yeni bir kitabı, geçen yılın son çeyreğinde okur karşısına çıktı. Prof. Güzel, ?İşçi Tarihine Bakmak? başlıklı bu çalışmasında sadece somut bulgularını ve bunlardan ürettiği bilgileri sergilemekle kalmıyor, ilginç ve tartışmaya açık tezler de ileri sürüyor. Aslında biraz da bu tezlerin bir uzantısı ve tamamlayıcı parçası olarak eski başbakanlardan Bülent Ecevit ile 10 Mayıs 1989?da Paris?te yaptığı uzun ?mülakatı? tarihe yazılı olarak bırakıyor. Bu, gerçekten de başlı başına bir katkıdır.
Ama tabii, kitabın sonunda yer alan ve 1989?un muhalefet politikacısı Bülent Ecevit ile bugünün yorulmak bilmez araştırmacısı Prof. Dr. M. Şehmus Güzel arasındaki ilginç tartışmanın, hatta yer yer sürtüşmenin, sadece tarihe bakıştaki ayrılıktan kaynaklandığını söyleyemeyiz. Bu, kuşkusuz var. İki insan, içinden çıktıkları ülkenin tarihine farklı gözlüklerle bakabiliyorlar. Olabilir. Zaten hemen fark ediyoruz: Dışımızdaki somut tarihsel sürecin iki ayrı kuşak üzerinde etkisi ve yankıları birbiriyle örtüşmüyor. 1960?ların sorumlu ve ilerici genci M. Şehmus Güzel, 20 yıl sonra, kendisinden önceki kuşaktan ve önemli görevler üstlenmiş bir siyaset adamına karşı, Türkiye işçi sınıfının eylemli varlığını savunmak zorunda kılıyor. Ecevit?in, aslında bir ?resmi görüş? olarak solu da etkisine almış değerlendirme ölçütlerini çürütmek zorunda hissediyor kendisini. Gerçekten çok ilginç.
Her şey bir yana, kavga, tarihin ve cumhuriyetin değerlendirmesinde en önemli nokta üzerindedir: ?İşçi sınıfı neredeydi??
Bu kitapta da savunulan o: Osmanlı?nın bir yanıyla inkarcısı, bir yanıyla da devamcısı bir cumhuriyeti, işçi sınıfının mücadelesi dışındaki ölçütlerle tanımlamaya kalkarsanız, sadece ilericiliğin sınırları dışına çıkmakla kalmazsınız; o cumhuriyeti, doğumundaki sakatlıktan ötürü de, yaşatamazsınız.
Aslında şöyle de söyleyebiliriz: Genç bir sosyal tarihçi olarak Prof. Güzel, siyaseti tam bir ?fikr-i sabit? hırsıyla yaşayan ve aramızdan da o hırsla ayrılan Bülent Ecevit?e karşı, Türkiye Cumhuriyeti?nin temellerini savunuyordu. bundan tam 19 yıl önce bir Paris otelinde. Eğer işçiler, bu ülkenin kuruluşunda, toplumsal arenada yok, yani hakları için mücadele etmemiş iseydiler, ?bugün? için de fazla bir talepte bulunamazlardı. Dolayısıyla tarihten gelen bir haklılıkları olamazdı. Bu bakış (?hak aramadılar, haklarına sahip çıkmadılar?), hayatı yaratan bu en geniş toplumsal katmana, ?sadaka muhatabı? olma dışında bir şans verilmeyeceğinin de gerekçesi değil midir? Öyledir. Bu anlayış, işçi sınıfının ülke tarihi dışında bırakıldığının ve siyasette de haddini aşan taleplerde bulunamayacağının, farklı sözlerle ifadesidir.
Koruyucu titizlik
Prof. Dr. M. Şehmus Güzel, 176 sayfalık bu küçük kitaba damgasını vuran anlayışıyla, sadece Türkiye işçi sınıfını değil, Türkiye Cumhuriyeti?nin ve bir bütün olarak halkının ortak tarihini de koruma ihtiyacı içindedir. Böyle bir bakışı, sadece akademik titizliğin değil, Türkiyeli olmanın da bir gereği, hatta önkoşulu saymak durumundayız. Ülkemizin tarihi, Türkiye işçi sınıfının, yenilgilerle de dolu olsa, bir mücadele pratiğinin tarihidir. Türkiye?yi yaratan insanlar, son tahlilde elbette emekçilerdi, işçi sınıfıydı ve onlar, şu veya bu ölçüde ama hep bir mücadelenin içindeydi. M. Şehmus Güzel?in çalışmalarına egemen ana anlayışı, bu şekilde özetleyebiliriz.
Kitabı boyunca, egemen alışkanlıkların tersine, Türkiye?de işçilerin sayısal olarak da ihmal edilebilir düzeyde olmadığını vurguluyor Dr. Güzel. Ülke tarihi üzerinde etkili bir nicelikten söz ediyoruz. Biliyoruz ki, Türkiye?nin yönetici katmanları bu sınıfa hep kuşkuyla baktılar. Rolünü küçülttüler. Fakat tam da bu nedenle, onu hep dikkate aldılar.
İşte bu, temelli bakış farkıdır, her zaman kibar, kendi çizgisinden emin eski bir çalışma bakanı ve başbakan ile Dr. M. Şehmus Güzel?i karşı karşıya getiren. Bülent Ecevit, ?Evet işçiler vardı, ama yeterince mücadele etmediler? noktasındaydı, Dr. Güzel ise ?Vardılar ve mücadele ettiler? noktasındadır.
Gelebileceğimiz bir nokta herhalde şudur: Türkiye Cumhuriyeti işçisiz kurulmadı. İşçileri mücadele etmeyen, hakları için kıllarını bile kıpırdatmayan ?gariban marabalar? ülkesi değildik demek ki. Modern Türkiye?nin işçileri, seslerini yükseltmekten kaçmamıştır. Bu geleneğin Osmanlı dönemine de rahatça uzatılabileceğini kitapta örnekleriyle hatırlatıyor Dr. Güzel. İşgal altındaki 1 Mayıs kutlamalarında işgal güçlerine karşı gösteriler yapıldığını ve bunun ?gökten zembille inmediğini? de biliyoruz. Osmanlı?daki grevler, makine kırıcılığı eylemleri, protestolar… 1800?lerden 1908?e yürürken, Dr. Güzel, ?Bir yüzyılı kapsayan bu dönem sonrası için binbir ?ders?le dolu. Gerektiği önemde incelendiği ise maalesef söylenemez? (s. 18) diye yazıyor.
Bülent Ecevit?in uzun siyasi ömründe, Dr. Güzel gibi ilericilikte ısrarlı ve her zaman saygılı bir uzmanla çok sık karşılaşmadığını düşünebiliriz. Dolayısıyla sırf bu ilginç söyleşi için bile okunmaya değer bir kitaptır önümüzdeki ve doğrusu, Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV) yayınları arasında basılması son derece isabetli bir seçimdir.
Peki, ne olur? Yani örneğin Osmanlı?nın bitiş, Türkiye?nin kuruluş yıllarındaki işçi sayısı düşük tutulsa ne olur, tutulmasa ne olur? Oradayız: Bu, sıradan bir işçiseverlik, hakbilirlik vs değildir; bu, sosyal tarihimizi en önemli bir aktörünün yokluğunda yazma hırsının son derece taraflı bir yanılgı olduğunu savunmaktır. ?Bu hırsla yazmanın orta vadede bile bu ülkeye çok pahalıya mal olacağını önceden görmenin beraberinde getirdiği bir sorumluluk? da diyebiliriz. Kuşkusuz ilerici bir sorumluluk. Bunun, ?Şerefsiz Osmanlı?ya dönüş hükümetleri olarak nitelendirebileceğimiz AKP döneminde, dinci, etnikçi, hatta faşist ve ekonomik altyapı olarak da her zaman liberal bir küçük ?tüccar ülke? haline getirilmeye çalışılan Türkiye?deki önemi çok büyüktür. Prof. Dr. M. Şehmus Güzel ısrarla araştırıp yayımlayarak bu ?mukadder sonu? engelleyecek, yani Türkiye?nin küçültülerek ?1919 Osmanlısı?na benzetilmesi yolundaki senaryoları bozacak önemde ve yetkinlikte bir silaha dikkat çekiyor: İşçiler hep vardı, kurtuluş için öncelikle onların mücadelesine ihtiyacımız var.
Türkiye işçi sınıfı kuşkusuz hep bir kavganın içinde oldu. Bu kavganın, bir toplumsal miras olarak işçi sınıfı üyeleri ve sendikacıların belleğinde yer etmemesi mümkün değildir. Belki istenilen ölçüde başarılı olamadılar, ama kavga ettiler, dolayısıyla onları görmezlikten gelmek, Türkiye?yi bir ?anomali? olarak görenlerin ekmeğine yağ sürmektir. Biteriz. Şehmus Hocamız, başka uyarıların ve düzeltmelerinin yanı sıra, bizce, biraz da bu sorumluluğun özetidir.
Toplumsal tarihimizin hangi nirengi noktalarına göre yazılması gerektiği, içi boş bir soru değildir. Çok doğru.
Uzun sözün özü
Kitapta, Osmanlı?daki işçi eylemlerine, makine kırıcılığına, Türkiye?nin kuruluşunda 140 bine yakın sanayi işçisi bulunduğuna değiniliyor, bulgular yorumlanıyor. Bunlar, işçi eylemlerinin sanıldığından çok daha erken başladığına yönelik göstergelerdir. Prof. Dr. M. Şehmus Güzel, bütün bu vurgularıyla Türkiye Cumhuriyeti?nin bir anomali olmadığını, eğer son çeyrek yüzyılda unutturulmuş bir kavramla söylersek, sınıf mücadelesinin bir ürünü olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyuyor: ?Uzun sözün özü: Cumhuriyet kurulduğunda işçi sayısı ?az? değildi. O kadar ki onların niceliğini ve kimi bölgelerde, örneğin İstanbul?da, İzmir?de ve elbette Ereğli-Zonguldak bölgelerinde yoğunluğunu dikkate almak zorunda kalan Ankara hükümetleri daha 1920?de işçileri koruyucu yasalar çıkarmak ve yürürlüğe koymak zaruretini duydular. (…) Öte yandan Kemalistler, yabancı şirketlerin elindeki demiryolu ve benzeri işyerlerinde greve gitmek isteyen işçileri desteklediler. Hatta onları greve gitmeye özendirdiler.? (s. 106)
Kitap, Türkiye?nin en büyük genel grevi 15-16 Haziran 1970 üzerine başta DİSK olmak üzere sendikaların işlevini de irdeleyen bir bölümden Bülent Ecevit ile yapılan ve daha önce de değindiğimiz ilginç söyleşiye geçiyor. İşçi sınıfının ortak hafızasının kolay kolay söndürülemeyeceğine dair mütevazı bir katkı, böylece sona eriyor.
Sonuç olarak, Avrupa?nın ortasında durmaksızın çalışan bir Türkiyeli bilim insanının çabalarıyla karşı karşıyayız. Bunu, sadece ?bâkir tarihimizin? daha yoğun araştırılmasına yönelik bir çağrı ve genç kuşakların entelektüel iştahını kışkırtma çabası olarak göremeyiz. Onlar elbette var, ama daha önemlisi, dünyanın ve Türkiye?nin gerçek sahiplerinin, yani emekçilerin pratiğine yönelik bilimsel bir saygının da vurgulanma ihtiyacıdır. Her kağıt parçasının, her dönem tanığının değerlendirilmesi gerekiyor gerçekten de. Tarihimizi kendi ayakları üzerine oturtmak için, tembel solun yaptığı gibi, yerli yersiz ?Yaşasın işçiler!? diye bağırmak gerekmiyor. Egemen sınıf teknokratlarının entelektüel bombardımanlarına direnebilecek çapta, derinlikte ve son derece enerjik bir aydın dinamiği yaratmak zorundayız. Kendisini her şeyden, her olumsuzluktan ve haksızlıktan birinci derecede sorumlu sayan yeni insanlar… Yerli yersiz slogan atmayan, bir karıncı gibi inatla ve hınçla çalışan, üreten, soran ve yeniden soran, emekçilerden yana genç insanlar… Doğu?yu ve Batı?yı temelinden sorgulayan aydınlar…. Bu kitap, bir yanıyla da o insanlara, asıl önemlisi Avrupa?daki Türkiyeli genç araştırmacılara yönelik bir çağrıdır: Çok çalışın!”
Osman Çutsay
“Türkiye?de toplumsal tarih maalesef, değişik nedenler sonucu, istenen düzeyde değildir. Bugün topluiğnenin, ipliğin tarihi yazılıyor. İşçilerin, işçi hareketinin ve Sosyalizmin Türkiye?deki geçmişinin de bilinmesinin zamanıdır.
Toplumsal tarihin bir dalı olarak işçi hareketi tarihi öksüzdür. Toplumumuz kendi tarihini tanımıyor. Hele işçi hareketi tarihi konusunda tam anlamıyla bir boşluk, bir hafıza kaybı yaşanıyor.
İşçi hareketi tarihi hafıza erozyonunu önleyebilir mi?
Giriş bölümünde bu konudaki kimi görüşlerimi açıklıyorum. Daha sonra değişik dönemlerin değişik anlarında işçilerin yaptıklarını, eylemlerini, örgütlenmelerini, mücadelelerini, mücadele biçimlerini aktarıyorum.
İşçi hareketi tarihinin kendine özgü, denenmiş araç ve gereçleri ile araştırma yöntemlerine ilişkin kimi önermeler, kimi öneriler ve kimi yollar göstermeye çalışıyorum: İncelenen somut konular eşliğinde. İşçi hareketi tarihinin resmi tarihle hesaplaşmasının zamanı geldi. Bunun yollarını birlikte bulmakta yarar var.
Türkiye?de 1 Mayıs İşçi Bayramı hala engellenmek isteniyor. Türkiye?de işçi hareketinin geçmişini unutturmak için iş yaşamı ile ilgili rakamlar saklanmakta. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra grevler yasaklandı. 1983 tarihli iki özel yasa ile grev hakkının uygulanması binbir sınırla zorlaştırıldı. Bunlar biliniyor. Devlet İstatistik Enstitüsü?nün (DİE) düzenli olarak yayınladığı İstatistik Yıllığı?nda grevlere yer vermediğini biliyor muydunuz.? Daha birkaç yıl önceye kadar? rakamlara hile karıştırılıyor?
Oysa işçi hareketinin tarihi kökenleri bulunuyor: Osmanlı İmparatorluğu?ndan, Tarih?ten gelen? Bu kitapta bu kökenlere değinmek amacım. Bu arada İkinci Savaş öncesi, sırası ve sonrasındaki gelişmelere, 1946 ve 1947 sendikacılığı konusunda şimdiye dek pek bilinmeyen veya yeterince ele alınmayan yönlere açıklayıcı bilgiler getirmek istiyorum. Böylece ?uzlaşmacı sendikacılığın? geçmişteki belirleyicileri gün yüzüne çıkacaktır. İşçi sendikaları, işçi sendikalarının ?devlet memuru? yöneticileriyle devlet ilişkileri de?
Bülent Ecevit?le yaptığım ve tümü ilk kez burada yayınlanan söyleşi, Devlet aygıtını, mekanizmalarını, çalış(ama)masını ve yöntemlerini açıklayıcı birçok unsur taşıyor. Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olarak İstanbul Sıkıyönetim Komutanı ile ?mücadele etmek?ten söz etmesi oldukça çarpıcıdır. Bu söyleşi aynı zamanda sendikacıların Devlet aygıtı içindeki işbirliklerini de gözler önüne sermeye yarıyor. Sendikalar içinde demokrasi yokluğunu da?
Türkiye?de toplumsal tarih azgelişmiştir. Kadın, etnik kümeler, gençlik, özel yaşam, aile, giysi, çorap? konuları gereken ilgiyi henüz bulamadılar.
Bu arada işçi hareketi tarihi sahipsiz kaldı. Bu alan, sosyal politika, iş hukuku, endüstri ilişkileri, sendikacılık vb. konularda uzman ve bilim kadın ve adamları, dahası yeterli bilgisi olmayan, hatta hiç bilgisi olmayan ?tarihçiler? el attılar. Bir ?belge? bulan, onu yayınlayınca tarihçi oldu. Yada olduğunu sandı. Tarih ve tarihçilik konusunda bilgileri olmadan. Tarihçilik, bu alanda, tutanın hegemonyasında kaldı. En başta bu tür yetersizliklerin giderilmesi, eksiklerin tamamlanması gerekiyor. Kolaylıkların aşılması da?
Türk toplumu kendi tarihini tanımıyor. Bir yanda resmi tarih var. Kahramanlık destanlarıyla dolu. Öte yanda birçok konuda tam anlamıyla boşluk ve hafıza kaybı. İşçi hareketi tarihi bu ikinci alanın içinde.
Tarihle ilgilenen herkes tarihçi mi? İşçi hareketi tarihi adında bağımsız bir araştırma ve bilim alanı var mı? Siyasi militan, sendikacı, sendikacılık konusuna ilgi duyan bilim kadın ve adamı, politolog, iktisat tarihçisi, klasik tarihçi işçi hareketi tarihçisi midir?
İşe önce işçi, işçi hareketi ve tarihi tanımlayarak başlamak gerek. İşçi hareketi tarihi adıyla kendine özgü, denenmiş araç ve gereçleri, araştırma yöntemleri olan bağımsız bir araştırma ve bilim alanı yaratılmalı. İktisat tarihi ile ilgili bilimsel çalışmalar ve veriler birinci derecede önemli elbette. Toplumbilim, siyaset bilimi, iş hukuku, işçi-işveren ilişkileri incelemeleri de.
Tarihçi nasıl oldu ve neden öyle olduyu araştırır. Şöyle olsaydı su sonuca ulaşılırdı kurgularından kaçınır. Şöyle olmalıydı diye yas tutmaz. Tarihi fırsatlar kaçırılmışsa, nedenlerini araştırır.
Genel olarak toplumsal tarihin, özel olarak ta işçi hareketi tarihinin resmi tarihle hesaplaşması zorunludur. Tarihi ?yapan?ın Devlet-Ulus olduğunu unutmalıyız.(1) Yeni bir tarih yazılmalı: Merkezden kopuk, başkentlerden uzak, yerel, bölgesel, ?patlamış? bir tarih yani. Sesi duyulmayan kesimlerin, işçi ?amele?, memur, kadın, çocuk, genç, eşkıya, ?orospu?, ?keş? ve diğerlerinin sesini duyurmalıyız. Tarih ?sahnesindeki? yerlerini vermeliyiz.
İşçi hareketi tarihinde işkollarına göre, bölge ve kent düzeyinde araştırma yapmak bir zaruret. Bilim kadını ve adamlarının yapamadığını, yapmaktan kaçındığını yazarlarımız, romancılarımız yapıyor. Yaşar Kemal?in İnce Memed?i eşkıyalık, çetecilik konularında araştırma yapanların baş kaynağı. Orhan Kemal?in Grev?ini, Cemile?sini, Fahri Erdinç?in Grev Gözcüsü?nü, Aziz Nesin?in Büyük Grevi?ni, Erol Toy?un Gözbağı?nı, Hakkı Özkan?ın Grevden Sonrası?nı anlamamak olur mu? Refik Halit Karay Hakkı Sükut?ta, Bursa?da ipek fabrikasında çalışan kız çocuklarını anlatır. Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf?ta, zeytinliklerde çalışan kadın ve çocukları. Kamyon ve Kanal?da işçi sorunlarını dile getirir. Hasan Hüseyin Kavel şiirini yazar. İkinci dünya savaşı yıllarında Zonguldak madencilerinin yaşam ve çalışma koşullarını kim İrfan Yalçın?ın Ölümün Ağzı?ndakinden daha iyi anlattı? ?Kömür işçilerinin yazarı? Ahmet Naim?in Bir Yudum Soluk yada Kuduz Düğünü öyküleri döneminin ?fotoları? değildir? (2) Necati Cumali?nin, Kerim Korcan?ın, Osman Şahin?in yapıtlarını da anımsamalıyız. Son yıllarda işçilerin bizzat yazdığı romana örnek olarak Nejat Elibol?un Direnen Haliç?i akla geliyor.” Prof. Dr. M. Şehmus Güzel
M. ŞEHMUS GÜZEL, İŞÇİ TARİHİNE BAKMAK,
SOSYAL TARİH YAYINLARI, İSTANBUL, 2007