Kant, manevi planda “hüküm verme” (beğenme, zevk alma, yücelik duygusu vb.) yeteneğimizde (Urteilskraft) ampirik ve ahlaki alanları, yani zihin yapımızı bütünleştiren yeni bir alan aramıştır. Alman filozofun bu alanda aradığı kategori de ereksellik kategorisi idi.
Kant, insan tarihini doğa tarihinin bir parçası olarak görüyordu. Hume’un etkisiyle “dogmatik uykusu”ndan uyanana kadar, evrenin geçmişini bir doğal tarih olarak yorumlamıştı. Hatta bu yıllarda Newton’dan esinlenerek Doğa’nın Evrensel Tarihi başlıklı bir de kitap yazmıştı. Eserde doğa tarihi, artık, metafizikçilerin yaptığı gibi mekanik bir yapıyı harekete geçiren “ilk darbe” açısından değil, “tarihî bir oluşum” olarak ele alınıyordu. Yüz otuz yıl kadar sonra, yani doğa bilimlerinin çok daha ileri bir aşamasında, Kant’ın bu çalışmasından söz eden Engels, “Eğer âlimlerin çoğu, diyecektir, Newton’un ‘metafizikten sakının!’ ihtarının ifade ettiği düşünceye daha az tiksinti duysalardı, Kant’ın bu dahiyane buluşundan çıkaracakları sonuçlar kendilerini sayısız sapmalardan, yanlış yönlerde harcanmış muazzam zaman ve enerji kaybından kurtarmış olacaktı”.[88] Ne var ki Kant, “saf aklın eleştirisi” ile Engels’e bu kez de “aklın sınırlarını keşfe çalışmak hiçbir işe yaramıyor”[89] dedirten sisteminin temellerini attıktan sonra, insan tarihinde nesnel kanunların olmadığı, sadece ereksellik aranabileceği kanısına varmıştı. Kant’a göre doğanın evriminde cansız madde tarihinden canlıların da yer aldığı bir tarihe geçiş önemli bir dönüm noktası olmuştu. Canlılar içinde bilen, anlayan, hüküm veren bir varlık olan insanın ortaya çıkması ise yeni bir aşamanın başlangıcını teşkil etmişti.
İnsanlar maddi yapıları dolayısıyla kuşkusuz ampirik dünyanın bir parçasını teşkil ediyorlardı ve onun kanunlarına tabi idiler. Fakat “hüküm verme” (beğenme, zevk alma, ulvi heyecanlar duyma vb.) yetenekleri sayesinde bunu aşan bir özellik kazanıyorlardı.[90] Bu özelliği canlı olmalarından, yaşamlarından kaynaklanan ereksellik olgusu teşkil ediyordu. Hayatta her şey bir “erek”e yönelikti. Yaşamımız ve organlarımızın oluşmasıyla vücudumuzun bütünleşmesi bunun işareti idi. Nasıl çeşitli organlar vücudun bütünselliğini ve yaşamını mümkün kılıyorsa, vücut da yaşamak için organlara ihtiyaç duyuyordu. Böylece “hayat”, vücut ve organlar arasında karşılıklı ereksellik yaratan bir işlev yükleniyordu. Kısaca hayatımız erekselliğin en çarpıcı ifadesiydi.
Erekselliğin başka bir göstergesi de insanlarda estetik güzellik diye bir duygunun var olması idi. Doğal bir ihtiyaca tekabül etmeyen, fakat insana zevk veren bu özgül duygu nesnel bir varlığa sahip değildi. “Güzel”, zevk konusunda evrensellik iddiasındaki hükümlerin temeli idi. Onu ampirik yaklaşımla bir fenomen gibi düşünen filozoflar, boş yere “sanatın kuralları”nı bulmaya çalışmışlardı. Oysa böyle bir şey yoktu; “güzel”i yaratan sanatkârın yeteneği, “deha”sı idi. Sanatta kuralları da özgün bir şekilde insan “deha”sı koyuyordu. Doğada kendiliğinden bir halde, sanatkârların eserlerinde ise yapay şekliyle karşılaştığımız güzellik “belli bir tekniğe göre belirlenmiş ve bu tekniğe bağlı herhangi bir amaca yönelik ereksellik değil, bizde sonsuzluğa açılma izlenimi yaratan özgür bir ereksellik idi”.[91] Bu gibi düşüncelerle, Kant’ın eleştirel felsefesi, estetik yaratıcılığı özgürleştiren bir yaklaşım getiriyordu.
Kant, dili de insan yaşamındaki erekselliğin ayrı bir göstergesi olarak yorumlamıştır. Dil ancak “anlam”ların taşıyıcısı olarak mevcuttu ve “anlam”lar da içsel dünyamızda ereksel bir işleve sahiptiler. Doğada ve tarihte ereksellik yoktu; bunlara ereksellik atfeden bizzat zihin yapılarımız ve hüküm verme yeteneğimiz idi. Bu, nesnel dünyadan kaynaklanan içsel bir duygu, fakat aynı zamanda dışa ve geleceğe yönelik bir açılımdı. Kısaca bu bir umuttu. Ve böylece Kant, saf aklın eleştirisi ile “neyi bilebiliriz?”, pratik aklın eleştirisi ile “ne yapmalıyız?” sorularına yanıt verdikten sonra, hüküm verme yeteneğimizin eleştirisi ile de “ne umut edebiliriz?” sorusunu gündeme getirmiş oluyordu. Estetik güzelliği, fizik yüceliği, dili sorgulayarak ulaştığı ereksellik olgusu Kant’ın tarih anlayışının da temelini teşkil etmiştir. Böylece sözü Kant’ın doğrudan doğruya tarihle ilgili duruşuna ve yazılarına getirmiş oluyoruz.
Taner Timur
Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi
Yordam Kitap