Teorik akıl, görünen nesneler (“Erscheinung”, “Phänomen”) dünyasıyla ilgiliydi ve aklın “Neyi bilebiliriz?” sorusuna yanıt arayan işlevini inceliyordu.
Pratik akıl ise ahlak dünyasına eğilmekte, davranışlarımızın ve güncel hayatta aldığımız kararların dayanması gereken ilkeleri bulmaya çalışmaktadır. Söz konusu olan, mevcut ahlaki değerleri saptamak ve ampirik bir yaklaşım ile bunların çağlara, kültürlere göre değişip değişmediğini araştırmak değildi. Kant evrensel, zorunlu ve a priori ahlak ilkelerini arıyordu. Kısaca yanıtlamaya çalıştığı sorular, “Ne yapmalıyız? Nasıl davranmalıyız?” sorularıydı. Nasıl teorik planda incelenen şey doğa kanunları değil, bunları aklî kılan a priori kategoriler sayesinde gerçekleştirilen “tecrübe” idiyse, burada da aranan şey belli ahlaki ilkelerin geçerliliği değil, her türlü ahlaki harekete temel teşkil edecek evrensel ve a priori ilkelerdi. Bir etnolog ilkel bir kavimde bireylerin ahlaki değerlerini inceleyebilir, bunların arkasında yatan motifleri saptayabilirdi. Ancak dışarıdan gözleme dayanan bu çalışma, gözlemcinin bu değerlere karşı mesafesini aldığı ampirik bir çalışma idi. Oysa Kant’ın altını çizdiği a priori ilke evrensel olarak ahlaki kurala uyma duygusuydu. Bu ilke, insana “bunu yapmalıyım”, “böyle davranmalıyım” dedirten vazife duygusuydu. Bilinmezlik (numen) dünyasına özgü olan bu vazife duygusu, tüm ampirik öğeler dışında insana “böyle yapmalıyım; çünkü böyle yapmalıyım!” dedirten a priori ve mutlak bir kategoriydi. Bunun da temelinde “iyi niyet” ve iradenin özerkliği (otonomisi) yatmaktaydı. Nasıl teorik akıl alanı fenomen ve nedensellik alanı ise, pratik akıl alanı da numen ve özgürlük alanı idi. İlginçtir ki Kant, özgürlüğü, ampirik baskılardan kurtuluş olarak değil de, soyut ve evrensel bir “irade otonomisi” olarak tasavvur etmiştir. Düşünüre göre insanın kendi kendisine (autos), kural (nomos) koyabilme yeteneği tam da özgürlüğün ifadesiydi. “İradenin özerkliği, der Kant, tüm ahlaki kanunların ve bu kanunlara uygun vazifelerin biricik ilkesidir (temelidir); buna karşılık, ‘özgür irade’nin heterenomisi (dışa bağımlılığı) hiçbir mecburiyeti temellendirmediği gibi, daha çok, mecburiyet ilkesine ve iradenin ahlaki olabilmesine karşı çıkar”.[83] İradenin ampirik dünyadan bağımsız oluşu negatif özgürlüğü, bu özgürlüğün temelinde yatan kural koyabilme gücü de pozitif özgürlüğü teşkil ediyordu. Bu pozitif özgürlük tüm ahlaki kuralların “biçimsel kuralı” idi ve koyduğu temel ahlak kanununu Kant şöyle ifade etmiştir: “O şekilde hareket et ki, iradenin dayandığı kural aynı zamanda evrensel yaşamın bir ilkesi değerinde olsun.”[84] Bu temel kanun, Kant’ın, insanı araç olarak değil, sadece amaç olarak gören hümanizminin de ifadesiydi.
Kuşkusuz Kant, somut toplumsal gerçeklerden uzak, naif bir idealist değildi ve insanların çoğu kez böyle soyut ve evrensel bir vazife duygusuyla hareket etmediklerini görüyordu. Bu yüzden “kesin emredici” (impératif catégorique) olarak nitelediği temel ilkeye ek olarak, insanların ampirik dürtülere (çıkar, hırs, korku vb.) dayanan karar ve davranışlarını “hipotetik emirler” olarak nitelemiştir. Ne var ki düşünürün optiğinde bunlar evrensel ahlak kanunu dışında, daha çok ampirik psikolojinin ilgi alanına giren davranışlardı.
Kant özgürlükle vazife duygusunun özdeşleştiği pratik akıl alanı ile ilgili üç de postüla ileri sürmüştür. Numen oldukları için bilinemeyen ve kanıtlanamayan ve bu yüzden sadece “postüla” olarak ileri sürülen bu öneriler 1) özgürlük, 2) ruhun ölümsüzlüğü ve 3) Allah postülaları idi. Kant’ın teorik akılla ilgili dört antinomisini anlatırken, bunlardan birinin (üçüncüsünün) dünyada tamamen nedensellik ilkesinin egemen olup olmadığını, ya da –aynı sorunun antinomik ifadesi olarak– dünyada bir özgürlük alanı bulunup bulunmadığını sorguladığına işaret etmiştim. İşte Kant, kanıtlama olanağına sahip olmadığımız bu önerileri pratik aklın düzenleyici işlevi olarak sistemine dâhil etmiştir. Bilinmezler dünyasında özgürlük de, ruhun ölmezliği de, Allah da ampirik bir gerçeğe sahip değillerdi ve bu itibarla eleştirel aklın konusu olamıyorlardı. Örneğin Kant, tam da bu nedenle, 11. yüzyılda Saint Anselme’den itibaren denendiği şekilde, Allah’ı aklî planda kanıtlama çabalarına hiçbir sempati duymamıştır. Kant Luther’ci bir aileden geliyordu ve çocukluğunda pietist mezhebine (Protestanlığın bir koluna) bağlı annesinin kuvvetli etkisi altında kalmıştı. İleri yaşlarında bile on üç yaşında kaybettiği annesinin üzerindeki “devamlı ve yararlı etkilerini” anlatmaktan geri durmamıştır.[85] Kendisi de dinî inançlara saygılıydı; fakat eleştirel felsefesi Allah konusunda ancak agnostik olabilir, Allah’a ancak bir postüla çerçevesinde yer verebilirdi. Öyle de oldu ve Kant, Habermas’ın deyimiyle “Allah’ın varlığını kanıtlayan tüm delilleri birer birer yok ettikten sonra onu artık pratik akla sığınmış, düzeni ve güvenliği sağlamak işlevinden başka bir yararı olmayan bir postüla” statüsüne yerleştirdi.[86] Aslında daha 1830’larda şair Heinrich Heine, Kant’ın din konusundaki “terörist” tutumunu sezmiş ve Fransızlara şöyle seslenmişti: “Siz Fransızlar biz Almanlara göre çok daha yumuşak ve ılımlısınız. Terörizm konusunda bizim Kant, sizin Robespierre’i çok gerilerde bıraktı. Siz nihayet bir kralın kafasını kestiniz; Saf Aklın Eleştirisi ise Allahçılığı (déisme) infaz eden kılıç oldu.”[87]
Taner Timur
Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi
Yordam Kitap