“Düşmek hareketi kadar insanı daha fazla etkileyen başka hiçbir hareket yoktur; düşmeyle karşılaştırıldığında diğer bütün hareketler önemsiz ve ikincil görünür. Çok erken çağlardan itibaren düşmek insanın en çok korktuğu şeydir; insanın hayatta, karşısında savunmaya geçtiği ilk şeydir. Bu sayede çocuklar düşmemeyi öğrenirler; düşmek belirli yaştan sonra, aptalca ve tehlikeli olur.
(…) Hiçbir itiraz kabul etmemek emrin doğası gereğidir. Emir ne tartışılmalı, ne açıklanmalı, ne de sorgulanmalıdır. Kısa ve nettir, çünkü anında anlaşılmalıdır. Anlaşılmasındaki her gecikme, emrin gücünü azaltır ve arkasından uygulamanın gelmediği her tekrarıyla canlılığını yitirir ve sonunda tükenir, iktidarsızlaşır; bu emri yeniden canlandırmaya kalkışmamak daha iyi olur. Bir emirle başlatılan eylem belirli bir ana bağlıdır. Daha sonrası için sabitlenebilir, ama emrin uygulanacağı zaman ya birçok sözcükle ya da emrin tözünün hata götürmez bir kısmıyla belirlenmelidir.” Elias Canetti
Canetti “kitle” olgusu ile ilgilenmeye daha 1925 yılında karar vermiştir. Daha sonra 1933 yılında Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesi, Canetti’nin 1925’den beri ilgilendiği “kitle” olgusuyla “iktidar” olgusu arasındaki olası ilişkileri düşünmesine ve çözümlemeye çalışmasına neden olur. Kitle ve iktidar üzerine olan fikirlerini “Kitle ve İktidar” (Masse und Macht) ismiyle 1960 yılında yayımlamıştır. Kitabın ilk yarısı kitlenin değişik türlerinin dinamiklerinin çözümlemesine ayrılır. İkinci bölüm ise kitlenin yöneticilere neden ve nasıl itaat ettiği üzerinde yoğunlaşır.
Elias Cannetti’nin 30 yıllık çalışmasının ürünü olan Kitle ve İktidar (Masse und Mach ), sosyoloji, antropoloji, psikoloji… gibi disiplinleri içeren; ama onların sınırlarıyla yetinmeyen benzersiz bir çalışma olarak tanınıyor.
Cannetti bu kitabında “kitle” ve “iktidar”ın birbirlerini nasıl etkileyip çoğalttığını, insanlar arasında “emir verme”nin emredilende özgür bir kişilik edinmesini önleyen bir sızı bıraktığını, bu sızının sürekli emredilenlerde katmerleşerek, itaati içselleştirdiğini gösteriyor.
Canetti 1930’larda kitle eylemlerinin her tür politik mücadelenin en önemli silahı olduğunu fark ederek “kitle” ve “iktidar” ilişkisi üzerinde çalışmaya başlar. Çalışması ilerledikçe ilişkinin “tarih üstü” boyutlarını keşfeder ve insanın özüne yönelir. Hayvan sürülerini, bir araya gelmiş her tür insan topluluğu çağ, coğrafya, din farkı gözetmeksizin devasa bir literatür taraması yaparak inceler. Yaşadığı yıllar, özellikle ikinci Dünya Savaşı’nın tarihteki en büyük kitle hareketlerinin ve kitlesel yıkımların görüldüğü yıllar olması; bir “iktidar” simgesi olarak Hitler’in vahşeti doğru iz üzerinde olduğunu gösterir: Kitle yıkıcı, iktidar öldürücüdür. İnsan “iktidar” isteği ile Tanrı’nın kıyamet ve dehşet tehdidini çalmıştır. Ölüme karşı direnmenin yolu ise emre karşı koymak ve yaratmaktır.
Canetti “düşünmek ısrar etmektir” diyerek “Kitle ve İktidar”ı kaleme aldığı 30 yıl boyunca bu çalışmasını gölgeleyecek kapsamda başka eser vermedi. Çok sayıda araştırmaya ve her yıl Viyana”da düzenlenen bir sempozyuma konu olan bu kitaptan sonra insan doğasının kitle ve iktidarla ilişkisini bu denli kuşatan başka bir kitap da yayımlanmadı. Düşünsel zenginliğinin yanı sıra böylesi kitaplarda çok az rastlanan ebedi bir anlatıma da sahip olan “Kitle ve İktidar”, zamana karşı direnerek insanı anlamada başvuracağımız vazgeçilmez kaynaklardan biri haline geldi.
“Muhteşem bir imgelemi olan yalnız dâhilerimizden biri… Canetti, filozoflarını yapması gerekeni yaptı: Bizlere yeni kavramlar kazandırdı.” Iris Murdoch
“Olağanüstü? Toplumun doğası, özellikle de şiddetin doğası üzerine son derece ilginç, derin bir düşün eseri.” Susan Sontag
Körleşme’nin ardından gelen Kitle ve İktidar’a uzun yıllarını vermiş Canetti. Bu kitabı çok önemsemiş. Yıllarca süren incelemelerini iki kapak arasına yerleştirdiğinde 55 yaşındadır.
Senih Kavlak?ın 04 Şubat 2002 tarihinde Hürriyet Gazetesi yayınlanan yazısı.
?Günlük yaşantımızda yüzlerce emirle karşılaşırız. Ancak asıl önemli olan bizi bir eyleme sevk eden emirlerdir. Böyle bir emir insana yabancı bir şey ama aynı zamanda kaçınılmaz bir şey olarak görünür. Emir yabancılaşma yaratabilir çünkü bize dışardan dayatılır.
Her emrin bir “moment ve sızı” dan oluştuğunu belirtir Canetti. Moment, “emri alanı eylemde bulunmaya, emrin içeriğine uygun olarak eylemde bulunmaya zorlar.” Sızı ise “emre uyanın içinde kalır. Emir normal olarak ve belirlendiği gibi işlevini görürse, sızıya dair gözle görülebilen hiçbir şey yoktur; sızı saklıdır, orada olduğu gibi sezilmez; varlığını yalnızca, emre uyulmadan önce açığa çıkan belli belirsiz gönülsüzlükle açığa vurur.”
İşte bu sızı insanın içinden çıkmaz. Çünkü “insanın bütün psikolojik yapısında sızı kadar değişmez bir şey yoktur.”
Bir emir yerine getirilmesiyle sona ermiş sayılmaz; emir sonsuza kadar saklanır.
İnsanı başarı yönünde tetikleyen şey, bir zamanlar ona verilmiş olan emirlerden kurtulmak için duyulan derin istektir.
“Yalnızca ‘yerine getirilmiş’ olan emir, boyun eğen kişide sızılarını saplanmış olarak bırakır. Savuşturulmuş emirlerin depolanmasına gerek yoktur; ‘özgür’ insan kendisini emirlerden, o emirleri aldıktan sonra kurtaran insan değildir, bu emirleri nasıl savuşturacağını bilendir. Ancak kendisini bunlardan kurtarmak için en uzun zamanı harcayan ya da kurtulmayı hiç başaramayan insan, hiç kuşku yok ki en az özgür olandır.”
Canetti ‘özgürleşmenin’ yolunu gösterirken, emre niçin -genelde- itaat edildiğini de belirlemeye çalışıyor. Cellât, işkenceci, talancı ve benzeri güruhun ve hatta ‘daha masum’ kitlenin hangi rüşvet ilişkisi içinde olduğunu açıklıyor Canetti: “Köleleri ve köpekleri, efendileri dışında hiç kimse beslemez; başka hiç kimse onları besleme yükümlülüğü altında değildir ve fiilen hiç kimse onları beslemek ‘zorunda’ değildir… Böylelikle emirlerle yiyecek verme arasında yakın bir bağ gelişir… Ölümle tehdit edip kaçmak zorunda bırakmaktansa, bir canlıya bütün canlıların istediği bir şey vaat edilir; ve bu vaade sıkı sıkı uyulur. Efendiye bir yiyecek olarak hizmet etmektense, kendisine yemesi için yiyecek verilir.”
Bir ‘cellat’ sızı duyabilir mi? Ona öldürmesi söylenir, o da öldürür. O kadar. Böyle bir emre direnecek konumda değildir zaten. Kendisinin de onayladığı ve üstün bir ‘güç’ tarafından verilmiştir emir ve hemen uygulanmalıdır. “Cellât, bütün insanların en hoşnut olanı, sızılardan en az etkilenenidir. Cellât, yalnızca kendisinden öldürülmesi istenenleri öldürüyor olsa da, öldürmesi için ölümle tehdit edilen insandır…” Onun için ‘cellât yatağında uyanıp bir gece, tanrım bu ne bilmece, ben ölmekteyim öldürdükçe’ diye bir sızı duymaz, duyamaz. Duyuyorsa zaten cellat değildir!
‘Resmi katiller’ hoşnutturlar. Legal davranmaları, yasalara uymaları, insana değer vermeleri beklenmez. Yasadışıdırlar ve ‘güç’lerini buradan alırlar. ‘Zor olan!’ yarı resmi katillerin durumudur. Belli bir yasal çerçevede kalmak zorundadırlar. Sorgulanmamak, suçlanmamak için rahatlıkla öldürebilmek için illegal olmaya özenirler. İyi kötü bir ‘demokrasi’ çerçevesinde rahatlıkla görevlerini icra edemezler!
“Resmi katiller, kendilerine verilen emirler doğrudan ölüme yol açtığı için nispeten hoşnutturlar. Bir hapishane gardiyanının hayatı bir cellâdınkinden çok daha zordur… Aslında o bir araçtan başka bir şey değildir, ama yine de kurbanları ölürken o yaşar ve bu yüzden hayatta kalma prestijinin birazı ona düşer ve toplum dışı bırakılışını telafi eder. Kendisine bir eş bulur, çocukları olur ve normal bir aile hayatı sürer.”
Emir altında hareket edenlerin, en dehşet verici görevleri yerine getirmeye hazır oldukları, bu emirleri yerine getirirken suçluluk duymadıkları, pişman olmadıkları bilinir. Bir yüzleşme bile onları kendilerine getirmez. Tüm insanlardan ne daha iyi, ne daha kötü olduklarını düşünürler. Bu ‘insan’ları tanıyanlar, haksız bir biçimde yargılandıklarına dair yemin etmeye bile hazırdır.
Canetti, emrin insanoğlunun toplumsal yaşamındaki en tehlikeli unsur olduğunu belirtir.
“Onun karşısına çıkacak ve egemenliğini yıkacak cesaretimiz olmalıdır. Yoksa asla özgür olamayız.”
Elias Canetti?nin Doğumunun 100. Yılı Dolayısıyla 22/07/2005 tarihinde Radikal Gazetesi?nin Yorumu
Osmanlı vatandaşı olarak doğdu, İngiliz vatandaşı olarak öldü, 68 yaşında baba oldu, 76 yaşında Nobel aldı. Doğumunun üzerinden 100, ölümünün üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen hâlâ yayımlanmamış metinleri var
Çok dilli bir kozmopolit, çok milliyetli bir göçmen, durup dinlenmeden yazan ancak kitapları uzun zaman basılmayan, bir hayli geç tanınan yazar Elias Canetti’nin bu yıl 100. doğum yılı. Bu nedenle gazete ve dergiler yazar hakkında yazılar yayımlıyor, temmuz ayıyla birlikte, özellikle Zürih’te 2006’ya kadar sürecek etkinlikler yapılmaya başlandı. Ayrıca hakkındaki ilk biyografi yayımlandı.
Canetti, vasiyetinde, bir gün yaşam öyküsü yazılacaksa bunun ölümünden on yıl sonra olmasını ister. Sven Hanuschek’in hazırladığı biyografi işte bu isteği yerine getiriyor ve Canetti’nin 100. doğum gününe armağan oluyor. Bilgi ve malzeme yönünden zengin, Canetti’nin sırlarına saygılı ve onun sayısız aşk ilişkileri konusunda ketum bu biyografi, Canetti ve hâlâ çok az tanınan yapıtlarına daha çok dikkat çekecek gibi duruyor. Çünkü her türlü yeteneğine rağmen hep tek başına kalan, tutku ve enerji dolu bir yazarın yaşam öyküsünü, yapıtları 20. yüzyılın büyük edebiyat akımlarına ait bir yazarı, Yahudi göçünden örnek bir yaşamın Rusçuk’tan Viyana, Berlin, Londra ve Zürih’e uzanan hikâyesini başarıyla anlatıyor.
Nobel ödüllü (1981) Canetti, 25 Temmuz 1905’te Bulgar Rusçuk’ta Osmanlı vatandaşı olarak doğdu, 1994’te Zürih’te İngiliz vatandaşı olarak öldü.
Okula Manchester, Viyana, Zürih ve Frankfurt’ta gitti. Viyana’da kimya eğitimini tamamladı, 1929’da doktorasını yaptı. Ancak daha sonra kendini serbest yazarlığın tekinsiz sularına bırakmaya karar verdi.
1934’te kendinden sekiz yaş küçük, yazar Venetiana (Veza) Taubner- Calderon ile evlendi. Hitler’in 1938’de Viyana’ya girmesiyle Veza’yla birlikte İngiltere’ye kaçtı. 1988’e kadar Londra’da kaldı. 1963’te Veza’nın ölümüyle Londra ve Zürih arasında mekik dokumaya başladı, zira ikinci eşi Hera, Zürih’te restoratör olarak çalışmaktaydı. Altmış sekiz yaşında ilk kez baba oldu. Yetmiş altı yaşındayken Nobel Ödülü’nü aldı. 1994’te öldüğünde Zürih’te James Joyce’un yanına gömüldü.
Canetti 1935’te ilk kitabı Körleşme’yi (Payel Yay.) yayımlamasına rağmen uzun zaman kitapsız bir yazar olarak sayıldı. Bu kitap, ancak çok uzun yıllar sonra yüzyılın başyapıtları mertebesine erişti. Ayrıca tiyatro oyunları ‘Hochzeit’ ve ‘Komodie der Eitelkeit’ da uzun zaman yayımlanmadı. İngiltere’de, yirmi yıldan fazla bir süre felsefi-kültürel-antropolojik kitabı Kitle ve İktidar (Ayrıntı Yay.) üzerine çalıştı. 1960’ta yayımlanan bu kitap onun herkesçe yadırganan pervasız metoduna hiçbir şekilde uymasa da ve dönemin temel metinleri arasındaki yerini çok geç alsa da, Canetti “yüzyılı gırtlağından yakalamakta” başarılı olduğunu biliyordu.
Dünyaca üne 60’lı yılların başında kavuştu. Kitaplarından geçimini sağlamaya ancak altmış beş yaşındayken başlayabildi. Oyunları, nihayet, ilk defa sahneye konuldu; denemeleri ve notları övgüyle karşılandı; üç ciltlik otobiyografisi onu çoksatar bir yazar yaptı.
Yine de bu yayımlananlar Canetti’nin yapıtlarının çok az bir kısmı. Yazarın stenografi yoluyla şifrelediği altmışlı yıllardan kalma binlerce sayfalık metinleri, Sven Hanuschek’e göre Canetti’nin ağırlık noktasını oluşturuyor. Canetti, yazmaya başladığı ilk yıllarda, metinlerini stenograf şeklinde not ediyordu, ki o, bunları şifreli yazı olarak tanımlıyordu. Daha sonra bu metinleri normal metne döküyor ve üzerinde çalışıyordu. Bu yazılar bir diyalog, bir parabol ya da bir portre olabiliyordu. 1933’ten 1942’ye kadar yazdığı bu yazıların şifresi daha yeni çözüldü. Metinlerde Canetti’nin gözükara dalışlarını, analitik keskin bakışını, groteskin içindeki fantaziyi görmek mümkün.
Hanuschek, kitabına metinlerin bir kısmını almış; kalanları ise Canetti’nin vasiyetine göre zamanla yayımlanacaklar.
“Eski devirlerden kalma
Eski zamanların birinde, dünya daha yaşlıyken ve nüfus almış başını gitmişken geniş bir yere ihtiyacı olan bir kadın ortaya çıkıverdi, kimse onun nereden geldiğini bilmiyordu.
İnsanlar şişmanlamış ve çoğalmışlardı. Biri bir diğerinin yanında, dip dibe, kendi mülkünde büzülüp oturuyorlardı. Her birine 4 m2 yer düşüyordu. Bütün denizler kurumuş, bütün dağlar dümdüz edilmişti. Dağlar, denizlere serilmişti. Yine de, denizleri doldurmaya yetmemiş; yeryüzünün bütün toprakları denizin yüzeyine serilmişti. Geçen yüzyıllar da bu düzleştirme işine hizmet etmişlerdi. İnsanlar görülmedik bir sıkışıklık içinde yaşıyorlardı. Şişman gövdelerini kaplayan derileri de gerginleşmiş, dümdüz edilen yeryüzüne benzemişti. Denizlerin fethiyle birlikte, insanların sayısı da artmıştı. Kumlar kadar çoktu insanlar, ki artık kum diye bir şey yoktu. Çok az hareket eder olmuşlardı, hiçbir rüzgâr onları defedemiyor, eski denizlerden hiçbir fırtına kopmuyordu. (…)
Çukurlaşan, çökelen zamanların birinde insanlar artık hiç hareket etmez oldular. İki adım ileri iki adım geri. Hepsi bu kadardı, bu bile onlar için fazlaydı. Birbirlerine yarı insan boyu çitlerin ardından sesleniyorlardı: “Nasılsınız? Bugün yol alabildiniz mi?” – “Maalesef, hayır, daha gitmem gerekiyor, gerçi pek ümitsizim ya.” – “Zavallı, ben bugün onu çoktan geride bıraktım.” – “Gerçekten mi? Nasıl da gıpta ediyorum size!” – “Önceden ben sizden daha geç yol alıyordum. Kendinizi iyi hissetmiyor musunuz? Belki küçük bir rahatsızlık.” – “Ben de bilmiyorum. Bacaklarım çok yoruldu. Korkarım ki, bugün onlara çok yüklendim.” – “Öyleyse, bugünlük bırakın. Bir gün ara verebilirsiniz. Bundan ne zarar gelir ki?” – “Bu sizin düşünceniz.” – “Yeriniz bundan dolayı kötüleşecek mi zannediyorsunuz?” – “Hiçbir şey zannetmiyorum. Herhalükârda siz yolunuzu aldınız.” – “Bunu inkâr etmiyorum ki. Zaten size de az önce söyledim bunu.” – “Yani ben yol almayayım.” – “Kendinizi bu kadar bitkin hissediyorsanız.” – “Ben öyle demedim.” – “Ben, sözlerinizden bunu çıkarıyorum.” – “Bu, beni yanlış anlamanızdan kaynaklamıyor.” – “Tam tersi. Artık sizi hiç anlamıyorum.” – “Rica ederim.” – “Rica ederim.”
Birbirlerine sırtlarını döndüler, pek tabii başka komşular da vardı. Bütün komşular birbirine benzediği için, bütün konuşmalar aynı oluyordu. Konuşmaların ardından derin bir memnuniyetsizlik kalıyordu geriye. Ama yol aldığı esnada bunu da unutuyordu insanlar. İki adım ileri, iki adım geri, her beş dakikada bir bunu tekrarlıyorlardı, canları boğazlarına gelip yere yığılına dek (ve sonra bir darbe daha, gömüldü ve öldü).
(Canetti’nin, Die Zeit gazetesinde ilk kez yayımlanan şifreli yazılarından biri.)
Kitaptan Alıntılar
Kaçış Kitleleri
Kaçış kitlesi bir tehditle yaratılır. Herkes kaçar ve herkes kitleyle birlikte sürüklenir. Tehlike herkes için aynıdır. Bu tehlike belirli bir noktada kesifleşir ve orada ayrım tanımaz. Bir şehrin sakinlerini ya da belli bir inanca bağlı olanları ya da belli bir dili konuşan herkesi tehdit edebilir.
İnsanlar birlikte kaçarlar, çünkü kaçmanın en iyi yolu budur. Birlikte aynı heyecanı duyarlar ve birinin enerjisi diğerinin enerjisini de artırır; insanlar birbirlerini aynı yöne iterler. Bir arada oldukları sürece tehlikenin dağıldığını hissederler, çünkü eski inanışa göre tehlike yalnızca bir noktada patlak verir. Düşman birini ele geçirdiği zaman diğerlerinin kaçabileceğini düşünürler. Kaçış yolunun yanları açıktır ama karşısında uzunlamasına konumlandıkları tehlikenin hepsini birden ve aynı anda etkilemesinin imkansız olduğunu düşünürler. Hiç kimse o kadar çok kişinin arasından kendisinin kurban olacağını varsaymaz ve bütün kaçışın yegane hareketi kurtuluşa yönelik olduğundan her biri kendisinin şahsen kurtuluşa ulaşacağına bütünüyle inanır.
Çünkü kitlesel kaçışın en çarpıcı özelliği yöneliminin gücüdür. Kitle tehlikeden uzaktır ve bir yönden ibaret hale gelmiştir. Önemli olan yalnızca güvenlik hedefi ve hedefle arasındaki mesafe olduğundan, daha önce insanlar arasında var olan bütün mesafeler önemsizleşir. Daha önce hiçbir zaman birbirine yaklaşmamış olan yabancı ve son derece farklı yaratıklar kendilerini aniden bir arada bulurlar. Kaçış içinde, ara¬larındaki farklılıklar yok olmasa da bütün mesafeler yok olur. Kaçış kitlesi bütün kitlelerin en kapsamlı olanıdır. Mutlak biçimde herkesi içerir ve böylelikle sergilediği tekdüzelikten uzak görüntü, kaçakların farklı hızları nedeniyle daha da karmaşık hale gelir: Aralarında gençler ve yaşlılar, güçlüler ve güçsüzler, sırtında yükü az ya da çok olanlar vardır. Ancak bu tablo yanıltıcıdır. Bu renkli görüntü yalnızca rastlantısaldır ve yönün ezici gücüyle karşılaştırıldığında son derece önemsiz kalır.
Kaçış içerisindeki herkes kendisiyle birlikte kaçan diğerlerinin farkında olduğu sürece kaçışın şiddeti artmaya devam eder. İnsan diğerlerini ileri doğru zorlayabilir, ama kimseyi yana doğru itmemelidir; sadece kendisini düşünmeye etrafındaki insanları yalnızca bir engel olarak görmeye başladığı an kitlesel kaçışın niteliği bütünüyle değişir ve tam tersine döner; herkesin, yoluna çıkan herkesle mücadele ettiği bir panik çıkar ortaya. Bu karşıtına dönme genellikle kaçışın yönü sık sık değiştiği zaman gerçekleşir. Kitlenin başka bir yöne akmasını sağlamak içın kitlenin yolunu kesmek yeterlidir. Yolu tekrar tekrar kesilirse, kısa bir süre sonra nereye döneceğini bilemez hale gelir. Yönünü şaşırır ve kitle iç tutunumunu da yitirir. O zamana kadar kitleyi oluşturanları bırleştirmiş ve onlan kanatlandırmış olan tehlike artık her insanı diğerine düşman kılar. Herkes yalnızca kendisini kurtarma derdine düşer.
Öte yandan, kitlesel kaçış, paniğin tersine, enerjisini iç tutunumundan alır. Tek, kollara ayrılmamış ve güçlü bir nehir olarak kaldığı ve dağılıp bölünmeye izin vermediği sürece onu harekete geçiren korku dayanılabilir ölçülerde kalır. Kitle bir kez harekete geçtikten sonra, kaçışın belirleyici özelliği bir tür yücelik duygusu; ortak hareket etmenin verdiği yücelik duygusu olur. Hiç kimse diğerinden daha az tehlikede değildir ve kendi hayatını kurtarmak için bütün gücüyle koşmayı sürdürmesine rağmen diğerlerinin arasında hala belli bir yeri vardır ve bu yeri o telaş boyunca korur.
Bu kaçış günlerce ya da haftalarca sürebilir, bu kaçış boyunca kimileri ya düşmana yakalandıklarından ya da güçlerini yitirdiklerinden arkada kalabilirler. Yolda düşen her insan diğerlerinin ilerlemesi için mahmuz işlevi görür. Diğerleri, onu ele geçiren yazgıdan muaf kalmıştır. Düşen, tehlikeye sunulmuş bir kurbandır. Kaçış içinde bazıları için yoldaş olarak önemli olsa da, düşmekle hepsi için önem kazanmıştır. Düşenin görüntüsü bitkinlere yeniden güç kazandırır, çünkü onlardan daha güçsüz olduğunu kanıtlamıştır; tehlike onlara değil düşene yönelmiştir. Düşenin geride kalmakla içine düştüğü ve diğerlerinin onu hala içinde gördükleri yalıtılmışlık, bir arada olmalarının değerini kitlenin gözünde yüceltir. Düşen herkes böylelikle kaçışın iç tutunumu için büyük bir önem taşır.
Kaçışın doğal sonu hedefe ulaşılmasıdır; bu kitle bir kez güvenliğe kavuştu mu, dağılır. Ne var ki tehlike kaynağında da ortadan kaldırılabilir. Bır ateşkes ilan edilebilir ve herkesin kaçtığı şehir artık tehlike altında olmayabilir. Hep birlikte kaçarlar, ama tek tek geri dönerler ve kısa sürede her şey eskiden olduğu gibi olur. Ancak, sıcak kumlara düşen damlalarının buharlaşmasına benzetilebilecek, üçüncü bir olasılık da vardır. Hedef çok uzaklardadır, çevre düşmancadır, insanlar açlıktan ölmekte ve bitkinleşmektedir. Devrilip geride kalanların sayısı yalnızca bir, iki değil yüzlerce, binlercedir. Bu fizİksel çözülüş ancak yavaş yavaş gerçekleşir, çünkü başlangıçtaki kuvvet kendini uzun bir süre korur; bütün kurtuluş umutları ortadan kalktığında bile insanlar sürünerek de olsa ilerler. Bütün kitle türleri içinde, kaçış kitlesi en büyük inatçılığı sergileyenidir; kitleden arta kalanlar son ana kadar birbirlerinden ayrılmazlar.
Kitlesel kaçışların örneklerinin az olduğu söylenemez. Yalnızca çağımız bile bu bakımdan zengindir. Son savaşa gelene kadar ilkinin Napolyon’un Moskova’dan geri çekilen Grande Armee’si (Büyük Ordusu) olduğu düşünülürdü, çünkü bu, bütün ayrıntılarını bildiğimiz en çarpıcı örnekti: çeşitli dilleri konuşan ve çeşitli ülkelerden insanların oluşturduğu bir ordu, berbat bir kış, çoğunun yaya olarak aşmak zorunda kaldığı akıl almaz uzunlukta bir ülke. Sonunda kaçınılmaz biçimde kaçış kitlesine dönüşen bir geri çekilmeydi bu. Bir metropolden benzer boyutlardaki ilk sivil kaçış belki de Almanların 1940 yılında Paris’e yaklaştıkları zaman yaşanmıştır. Sonunda ateşkes ilan edildiği için bu ünlü göç uzun sürmemiştir; ama hareketin yoğunluğu ve kapsamı o kadar büyüktü ki bu, Fransızlar için son savaşın en önemli kitlesel anısı olmuştur.
Yakın geçmişe ait örnekleri burada sıralamak istemiyorum, çünkü bunlar herkesin belleğinde hala tazeliğini koruyor. Ancak belirtilmesi gereken önemli bir nokta, kitlesel kaçışı insanların her zaman, hatta hala küçük gruplar halinde yaşadıkları sıralarda bile bildiğidir. Kitlesel kaçış, insanların düşleminde henüz sayıları bunu yaşamaya yeterli değilken bile önemli rol oynamıştır. Bir Eskimo Şamanının görüşünü anımsatalım:
“Cennetin uzamı havada uçuşan çıplak varlıklarla, havada uçuşan, fırtınalara ve tipiye yol açan insanlarla, çıplak erkekler, çıplak kadınlarla doludur. Bu uçuşun uğultusunu duyuyor musunuz? Yükseklerde uçuşan büyük kuşların kanat çırpışlarına benzeyen bir uğultu bu. İşte bu çıplak İnsanların korkusudur. Bu, çıplak insanların kaçışıdır.” (Sayfa 54-56)
Yasak Kitleleri
Özel bir kitle türü de reddetmeyle oluşur: Bir araya toplanmış çok sayıda insan o zamana kadar kendi başlarına yapmış oldukları şeyi yapmayı artık kabul etmezler. Ansızın ortaya çıkan bir yasağa uyarlar; yasağı kendileri koymuştur. Bu, artık unutulmuş eski bir yasak ya da zaman zaman canlandırılan bir yasak olabilir. Fakat her halükarda yasak müthiş güçlü bir etki yaratır. Bir emir kadar mutlaktır, ama asıl belirleyici özelliği olumsuz niteliğidir. Görünüşünün tersine, asla gerçekten dışarıdan gelmez, her zaman etkilediği kişilerin bir gereksiniminden kaynaklanır. Yasak dile getirilir getirilmez kitle de oluşmaya başlar. Kitleyi oluşturanlar dış dünyanın onlardan yapmalarını beklediği şeyi yapmayı reddederler. O zamana kadar pek sorun çıkarmaksızın, sanki doğalmış ve zor değilmiş gibi yapmakta oldukları şeyi, ansızın hiçbir koşul altında yapmamaya başlarlar; reddedişlerindeki kesinlik, beraberliklerinin ölçütüdür. Doğduğu andan itibaren yasağın olumsuzluğu bu kitleye iletilir ve var olduğu sürece bu kitlenin temel niteliği olarak kalır. Böylelikle olumsuz bir kitleden de söz edilebilir. Kitleyi oluşturan direniştir: yasak, kimsenin geçemeyeçeği bir sınır, hiçbir şeyin delemeyeceği bır barajdır. Her biri, bir diğerini, barajın bir parçası olarak kalıp kalmadığını görmek amacıyla izler. Vazgeçen ve yasağı delen kişi, diğerleri tarafından aşağılanır.
Günümüzde olumsuz kitlenin, ya da yasak kitlesinin en iyi örneği grevdir. İşçilerin büyük çoğunluğu işlerini düzenli olarak belirli saatlerde yapmaya alışıktır. Yapılan iş insandan insana değişir; biri bir şey diğeri bambaşka bir şey yapar. Ama işe büyük gruplar halinde aynı zamanda başlar ve aynı zamanda paydos ederler. İşe başlama ve paydosetme zamanının ortaklığı açısından birbirleriyle eşitlik içindedirler. Ayrica çoğu, işlerini elleriyle yapar ve hepsi çalışmalarının karşılığında benzer bir biçimde ücret alırlar. Ancak aldıkları ücret yaptıkları işe göre farklılık gösterir. Genelolarak açıkça görüldüğü gibi bu eşitlikleri pek ileri gitmez ve kitle oluşumuna yol açmak için yeterli değildir. Ancak grev patlak verdiğinde, işçiler arasındaki eşitlik çok daha kaynaştırıcı olur. Bu eşitlik, işi sürdürmeyi hep birlikte reddetmelerinden kaynaklanır, bu reddediş insanın iliklerine sirayet eden bir şeydir. İş konusundaki bir yasağın yarattığı kanı hem güçlü hem de çok dirençlidir.
İşi bırakma anı büyük bir andır; işçilerin şarkılarında yüceltilir. Greve başlayan işçilerin hissettiği rahatlama duygusuna katkıda bulunan pek çok şey vardır. İşçilerin çokça dinlediği, ama gerçekte hepsinin de ellerini kullanıyor olmasından öte bir anlam taşımayan kurmaca eşitlikleri, birdenbire gerçek bir eşitliğe dönüşür. Çalıştıkları sürece,yapmaları gereken çeşitli şeyler vardır ve ne yapacakları önceden belirlenmiştir. Oysa işi bıraktıkları zaman hepsi aynı işi yapıyor olurlar. Sanki hepsı aynı anda ellerini indirirler, aileleri aç kalsa bile, hepsi bu elleri yeniden kaldırmamak için bütün güçlerini harcamak zorundadırlar. İşin bırakılması işçileri eşit kılar. Bu anın etkisiyle karşılaştırıldığında, somut talepleri çok daha önemsiz kalır. Grevin amacı ücret artışı olabilir ve grev yapanlar kuşkusuz bu hedef üzerinde birleşmişlerdir. Ama onları kitleye dönüştürebilmek için bu hedef tek başına yeterli değildir.
İndirilen ellerin başka eller üzerinde bulaşıcı bir etkisi olur. Bu ellerin eylemsizliği bütün topluma yayılır. “Sempati” uyandıran grevler başlangıçta işi bırakmayı düşünmemiş olanların da her günkü işlerini sürdürmelerini engeller. Grevin özü, grevci işçiler çalışmazken diğerlerinin de çalışmasını önlemektir. Bu amacı ne denli gerçekleştirebilirlerse, grevden zaferle çıkma şansları da o kadar büyük olur.
Aslolan grev içinde çalışmama taahhüdüne herkesin uymasıdır. Kitlenin içinden kendiliğinden bir biçimde, devlet işlevi gören bir teşkilat çıkıverir. Ömrünün kısalığının bütünüyle farkındadır ve çok az sayıda yasası vardır ancak bu yasalara titizlikle uyulur. Grevin başladığında giriş noktalarında seçkin gözcüler bekler ve işyerinin kendisi yasak bölgedir. Bu yere ilişkin yasak, orayı her günkü sıradan yer olmaktan çıkarır ve ona özel bir önem kazandırır. Boşluğu ve dinginliği içinde neredeyse kutsal bir niteliği vardır. Grevcilerin işyerinin sorumluluğunu devralmış olmaları burayı ortak bir mülkiyete dönüştürür, böylece daha büyük bir önemle korunur ve yüce bir anlamla donatıl¬mış olur. Oraya yaklaşan herkes niyet bakımından denetlenir. Bu kutsal havaya aykırı niyetlerle gelen, çalışmak isteyen herkes düşman ya da hain muamelesi görür.
Teşkilat, yiyecek ve paranın hakça dağıtılmasını sağlar. Sahip oldukları şeyler olabildiğince uzun süre dayanmalı, bu yüzden herkes ay¬nı azlıkta almalıdır. Güçlüler kendilerinin daha çok almaları gerektiğini akıllarına getirmezler ve açgözlüler bile kendi paylarına düşenle yetinirler. Çoğunlukla herkese çok az şey düştüğünden ve düzenleme açıkça herkesin gözü önünde gerçekleştirildiğinden, böyle bir dağıtım kitlenin, içerisinde bulunduğu eşitlik durumuyla gurur duymasına katkıda bulunur. Böyle bir teşkilatta ciddi ve saygıdeğer bir nitelik vardır; kitlelerin vahşiliğinden ve yıkıcılığından söz edildiğinde, insan kitleler içinde kendiliğinden oluşuvermiş böyle yapıların sorumluluk bilincini ve saygınlığını anımsamadan edemez. Diğer kitlelerden çok farklı, hatta karşıt nitelikler taşıması bile, yasak kitlelerinin incelenmesini gerek¬li kılar. Bu kitle doğasına sadık kaldığı sürece, her türden yıkıma karşıdır.
Ancak kitleyi bu durumda tutmanın kolayolmadığı da doğrudur. İşler kötüye gittiğinde ve gereksinimler zor karşılanır boyutlara ulaştığında, özellikle de bir saldırıya uğrama ve kuşatılmışlık söz konusuysa, olumsuz kitle, olumlu ve etkin bir kitleye dönme eğilimi gösterir. Grevciler ellerinin alışılmış çalışmasını ansızın kesmiş insanlardır ve bir süre sonra ellerini kullanmamayı sürdürmekte zorlanabilirler. Greve gidenler, direnişlerinin birliğinin tehdit altında olduğu hissine kapıldıkları an, yıkımlar, özellikle de kendi çalışma alanları içinde yıkımlar gerçekleştirme eğiliminde olurlar. Teşkilatın en önemli görevi işte bu noktada başlar. Teşkilat yasak kitlesinin el değmemiş karakterini yozlaşmadan uzak tutmalı, her türden olumlu ya da ayrı eylemi önlemelidir. Teşkilat kitlenin varlığını borçlu olduğu yasağın kalkması gereken anı da zamanında saptamalıdır. Teşkilatın bu yöndeki saptaması kitlenin duygularına uyduğu an, yasağı kaldırarak kendi varlığına da son verecektir. (Sayfa 56-59)
Karşıtına Dönme Kitleleri
“Sevgili Dostum, hep kurtlar koyunları yemiştir; bu kez koyunlar mı kurtları yiyecek?” Madam Jullien’in Fransız Devrimi sırasında oğluna yazdığı bir mektuptan alınan bu cümle, yalın bir anlatımla karşıtına dönmenin özünü içermektedir. O zamana kadar birkaç kurt, pek çok koyuna saldırmıştır. Artık çok sayıdaki koyunun kurtlara saldırmasının zamanı gelmiştir. Koyunların et yemez olduğu doğrudur, ancak bu cümle tam da bu tuhaflığıyla anlam kazanır. Devrimler dönüşüm zamanlarıdır, onca zaman savunmasız olanlar aniden dişlerini göstermeye başlarlar. Kötücüllük konusundaki deneyim eksikliklerini sayılarıyla telafi etmek zorundadır.
Karşıtına dönme, çeşitli tabakalardan oluşmuş bir toplumu gerekti¬rir. Karşıtına dönme gereksinimi ortaya çıkmadan önce, birinin hakları ötekilerden fazla olan sınıfların net bir biçimde birbirinden ayrılması, insanların günlük yaşamlarında varlığını uzun zaman duyurmuş olmalıdır. Bu tabakalaşma, iç olaylar sonucunda gerçekleşmiş olabilir ya da üst konumdaki grup ast konumdakine emir verme hakkını ülkeyi fethederek ve böylelikle kendini yerlilerin üstünde bir konuma yerleştirerek kazanmış olabilir.
Her emir, onu yerine getirmek zorunda olan insanda acı veren bir sızı bırakır. Bu sızıların doğasını ileride ayrıntılarıyla inceleyeceğiz.
Burada söylemek istediğim, bu sızıların ortadan kaldırılmasının olanaksız olduğudur. Kendilerine sürekli emir verilenler bu sızıIarla ve bii sızılardan kurtulmak için çok güçlü istekle doludurlar. Kendilerini acı veren bu sızılardan iki farklı biçimde kurtarabilirler. Yukarıdan aldıkları emirleri başkalarına aktarırlar: Ama bunu yapabilmeleri için, altlarında onların emirlerini almaya hazır başkalarının bulunması gerekir. Ya da üstlerinde bulunanlardan, bunca zaman onların kendilerine çektirdiklerini ve esirgediklerinin hesabını sorabilirler. Tek bir kişinin, za¬yıflığı ve çaresizliği nedeniyle, böyle bir fırsat ele geçirecek kadar şanslı olması ender bir durumdur; ama çok sayıda insan bir kitle içeri¬sinde bir araya gelebilirlerse, tek başlarınayken yapamadıklarını elbirliğiyle başarabilirler; o ana kadar onlara emir vermiş olanlara hep birlikte karşı çıkabilirler. Bir devrim durumu böyle bir karşıtına dönme durumu olarak tanımlanabilir; deşarjı, emrin neden olduğu sızılarından kolektif kurtulma eyleminden oluşan kitle karşıtına dönme kitlesi olarak adlandırılmalıdır.
Genellikle, Fransız Devrimi’nin Bastille baskınıyla başladığı kabul edilir. Oysa devrim daha önce, bir tavşan kıyımıyla başlamıştır. Etats Generaux 1789 mayısında Versailles’ da toplanmıştı. Meclis, araların¬da soyluların avlanma hakları da bulunan feodal hakların kaldırılmasını görüşüyordu. Delege olarak toplantılara katılmış olan Camille Des¬moulins, 10 Haziran tarihinde, yani Bastille baskınından bir ay önce, babasına yazdığı bir mektupta şunları anlatıyordu:
“Bretanlar şikayet dosyalarındaki (cahiers de doleance) bazı maddeleri geçici olarak yürürlüğe sokuyorlar. Güvercinleri ve av hayvanlarını öldü¬rüyorlar. Buralarda 50 delikanlı yabani tavşanlarla ada tavşanlarına karşı inanılmaz bir kıyıma giriştiler. Söylendiğine göre, Sı. Germain ovasında, nöbetçilerin gözlerinin önünde dört ya da beş bin hayvanı öldürmüşler.”
Koyunlar kurtlara saldırmaya kalkışmadan önce, tavşanlara saldırmaktadır. Yukarıdakilere yönelik bir karşıtına dönme eyleminden önce, hırslarını altlarındaki kolay avlanabilir hayvanlara yöneltmektedirler.
Ancak asıl olay Bastille Günü olur. O gün bütün şehir silahlanır. Ayaklanma kralın adaletine karşıdır; bu adalet saldırılan ve işgal edilen bina cisimleşmiştir. Mahkumlar serbest bırakılır, böylece onlar
da kitleye katılabilirler. Bastille ‘in savunmasından sorumlu olan ko¬mutanla yardımcıları idam edilir. Bu arada hırsızlar da sokak lambalarının direklerine asılır. Bastille yerle bir edilir; taş üstünde taş kalmaz. Adalet, iki temel öğesiyle, yani idam cezası verme ve affetme yetkisiy¬le birlikte halkın eline geçer. Karşıtına dönme, o an için, tamamlanmıştır.
Bu tür kitleler kitleler, kölelerin efendilerine karşı, askerlerin subaylarına, beyaz ırktan olmayanların aralarına yerleşen beyazlara karşı isyanlarında olduğu gibi çok çeşitli koşullar altında oluşabilir. Ancak her koşulda, bir¬ grup uzun süreden beri diğer grubun emrine tabi olmuştur; isyancılar içlerinde taşıdıkları sızılar nedeniyle eyleme geçerler; eyleme geçmeleri her zaman çok uzun zaman alır.
Öte yandan, devrimlerin yüzeyde görünen eylemlerinin çoğu aslın¬da mütecaviz kitlelerin işidir. Tek tek insanların peşine düşülür ve bunlar yakalandığında, bütün bir kitle tarafından, hüküm gereğince ya da bir hüküm olmaksızın, öldürülürler. Ama devrim yalnızca bunlardan oluşmaz. Devrim, doğal sonlarına çabucak varan mütecaviz kitlelerden ibaret değildir. Karşıtına dönme bir kez başladıktan sonra, yayılmayı sürdürür. Herkes emir altında yaşamış olmanın yarattığı sızılarından kurtulabileceği bir konuma gelmeye çalışır; bu sızılardan herkeste çokça vardır. Karşıtına dönme, bütün toplumu kapsayan bir süreçtir; başlangıçtan itibaren başarı kazansa bile yavaş yavaş ve güçlükle sona erer. Yüzeyde mütecaviz kitleler peş peşe kısa ömürlü eylemlerde bulunurken, karşıtına dönme ağır ağır, dipten gelen dalgalar halinde yükselir.
Süreç bundan daha da yavaş olabilir; karşıtına dönmenin cennette olacağı vaat edilmiş olabilir: “Sonuncular, birinciler olacaklardır.” Mevcut durumla cennet arasında ölüm yer almaktadır. Öbür dünyada insanlar yeniden hayat bulacaklardır. Bu dünyada en çok yoksulluk çekmiş ve hiç kötülük yapmamış olanlar, öbür dünyada en yukarıda olacaklardır. Orada, daha iyi bir konumda, yepyeni bir insan olarak yaşayacaklardır. İnananlara sızılarından kurtulacakları vaadinde bulunulur. Ancak bu kurtuluşun koşulları hakkında kesin hiçbir şey söylenmez. Fiziksel yakınlık, cennet kavramının önemli bir parçası olsa da, kitlenin bu karşıtına dönüşün özünü oluşturduğuna dair hiçbir gösterge bulunmaz.
Bu türden bir vaadin odak noktasında diriliş fikri bulunur. İncillerde, İsa’nın dirilttiği insanlara ilişkin vakalar yer alır. Anglo-Sakson ” ülkelerindeki ünlü “diriliş” vaizleri, ölümün ve dirilişin etkisini her biçimde kullanmışlardır; vaizler, toplanan günahkarları, tanımlanması olanaksız bir dehşete düşürene kadar en korkunç cehennem acılarıyla tehdit ederlerdi; ateş ve kükürt gölü, Tanrı’nın onları bu korkunç uçuruma iten eli günahkarların gözünde canlanırdı. Bu vaizlerden birinin tehditlerinin etkisini, yüzünü ürkünç bir biçimde çarpıtarak ve sesini gök gürültüsü tonlarında kullanarak güçlendirdiği anlatılırdı. İnsanlar bu türden vaazları dinlemek için kırk, elli hatta yüz mil uzaktan kalkıp gelirlerdi. Erkekler, ailelerini de kapalı arabalar içerisinde getirirler, yanlarında yataklarını ve birkaç gün yetecek yiyeceklerini taşırlardı. 1800 yılı dolaylarında Kentucky Eyaleti’nin bir bölümü böyle toplantılar nedeniyle ateşli hezeyanlara boğuldu. O sırada eyalette bulunan hiçbir bina bu kadar devasa kitleleri almaya yetmediğinden, toplantılar açık havada yapılmaktaydı. 1801 Ağustosu’nda, Cane Ridge’de 20.000 kişi bir araya geldi; bu toplantının anıları, aradan yüz yıl geç¬tikten sonra bile Kentucky’de hala capcanlı kalabildi.
Vaizler, dinleyicileri, yığılıp ölmüş gibi yerde kalıncaya kadar korkuturlardı. Kitleyi oluşturanları korkutan ve sözde bir ölüme sığınıp kurtulmak istedikleri şey Tanrı’nın emirleriydi. Dinleyenleri yere ya¬pıştırmak vaizlerin bilinçli ve açıkça dile getirdikleri amaçlarıydı. Vaazın verildiği yer bir savaş alanına dönerdi; sağdaki soldaki insanlar sıralar halinde yere yıkılırdı. Bu savaş alanı benzetmesi vaizlerin kendileri tarafından yapılmıştı. Vaizlerin hedefledikleri ahlaki dönüşüm için bu son ve doruk noktasındaki korku kesinlikle gerekliydi. Vaazın başarısı “düşen” insanların sayısıyla ölçülürdü. Bu konuda kesin kayıtlar tutmuş olan bir görgü tanığının bildirdiğine göre, pek çok gün süren toplantı sırasında 3000 kişi yere yıkılmıştır; bu sayı da toplantıda bulunanların yaklaşık altıda biriydi. Yere düşenler, yakındaki toplantıodasına taşınırlardı. Her zaman, odanın zemininin en az yarısı, yatan insanlarla dolu olurdu. Bazıları konuşamadan ve kıpırdayamadan öyle sessizce yatardı. Zaman zaman birkaç dakika için kendilerine gelir, sonra derin bir inlemeyle, insanı ürperten bir çığlıkla ya da affedilmeyi dileyen içten bir duayla yaşadıklarını belli ederlerdi.
“Bazıları konuşabiliyor, ama kıpırdayamıyorlardı. Bazıları topuklarını ye¬re vuruyordu. Bazılarıysa can çekişiyormuşçasına titreyip, sudan çıkmış b****gibi çırpınıyordu. Çoğu, yerde saatlerce yuvarlanıyordu. Diğerleriyse aniden sıraların, kürsülerin üstüne sıçrayıp, ‘Mahvolduk! Mahvolduk!’ diye bağırarak ormanda kayboluyordu.”
Yere düşenler kendilerine geldiklerinde, artık başka bir insan olurlardı. Ayağa kalkıp “Kurtuluş!” diye bağırırlardı. Artık “yeniden doğmuş” olarak iyi ve temiz bir yaşama başlamaya hazırdılar; eski günahkar varlıkları geride kalmış olurdu. Bu karşıtına dönme, ancak daha önce bir tür ölüm yaşandıysa inandıncı olabilirdi.
Aynı sonuca varan, ama bu denli uç nitelikte olmayan olgular da vardı. Toplanan bütün insanlar aniden ağlamaya başlardı, çoğu insan durdurulamaz hıçkırıklara boğulurdu. Dört beş kişilik gruplar halindeki kimileri de köpek gibi sesler çıkarmaya başlardı. Birkaç yıl geçtikten sonra, heyecan daha ılımlı biçimler almaya başlayınca, önce tek tek sonra koro halinde “kutsal gülme” krizi geçirir oldular.
Ama her şey kitle içerisinde; bildiğimiz diğer bütün kitlelerden çok daha coşkulu ve heyecanlı olan bu kitlenin içerisinde olup biterdi.
Burada hedeflenen, karşıtına dönme devrimlerde hedef alınandan farklıdır. Söz konusu olan, insanın kutsal emirler karşısındaki tutumudur. İnsanlar o ana kadar bu emirlere karşı gelmişlerdir ve şimdi Tanrı’nın vereceği cezanın korkusu sarmıştır onları. Vaizin her yola başvurarak yoğunlaştırdığı bu korku onları bir bilinçsizlik konumuna itmiştir. Kaçan av hayvanları gibi ölü taklidi yaparlar, ama korkuları öylesine büyüktür ki bilinçlerini gerçekten yitirirler. Kendilerine geldiklerinde Tanrı’nın emirlerine ve yasaklarına bütünüyle uymaya hazır olduklarını açıklarlar, böylelikle şiddetli cezalandınlma korkusunu yatıştırırlar. Bu süreç uslandırma sürecidir: İnsanlar vaiz tarafından Tanrı’nın sadık hizmetkarı olacak şekilde yola getirilirler.
Bu süreç devrim sürecinde olan bitenin tam tersi niteliktedir. Daha önce, gördüğümüz gibi, devrim sürecinde önemli olan uzun süre herhangi bir egemenliğe tabi olmanın yarattığı bütün sızıların yükünden kurtulmaktır. Burada ise, yeni bir boyun eğme, Tanrı’nın buyruklarına boyun eğme ve bu yüzden de bu buyrukların neden olacağı bütün sızılara gönüllü olma söz konusudur. Her iki süreçte de bulunan ortak faktör, karşıtına dönmenin kendisi ve karşıtına dönmenin yer aldığı ruhsal sahnedir: Her iki durumda da bu sahne kitledir.
(Sayfa 59-63)
Şölen Kitleleri
Beşinci kitle türü şölen kitlesidir. Burada, sınırlanmış bir yerde bolluk söz konusudur ve yakınlardaki herkes yiyip içebilir. Her türden tarım ve hayvancılık ürünü büyük yığınlar halinde sergilenir: Sıra halinde yüz domuz ateşe dizilir; meyveler dağ gibi üst üste yığılır; en beğenilen içki dev kaplarda hazırlanır ve içilmeyi bekler. Her birinden, her şeyden, insanların hep birlikte tüketebileceğinden çok daha fazlası bulunur; bunları tüketebilmek için giderek daha çok insan kitleye akar. Bu insanların pay alabileceği bir şey olduğu sürece, şölen hiç bitmeyecekmiş gibi görünür. Erkekler için bol bol kadın vardır, kadınlar için de bol bol erkek. Hiçbir şey ve hiç kimse onları tehdit etmez, kaçacak bir şey de yoktur; bir süre için hayat ve haz güvenlik altına alınmıştır. çoğu yasaklama ve kısıtlama geçici olarak kaldırılmıştır; alışılmadık hareketlere yalnızca izin vermekle kalınmaz, bu hareketler teşvik bile edilir. Birey için bu ortam, deşarj değil gevşeme atmosferidir. İnsanların uğraşıp birlikte varmak isteyecekleri ortak bir hedef yoktur. Hedef şölenin ta kendisidir ve onlar oradadır. Yoğunluk son derece büyüktür ama eşitlik büyük oranda yalnızca müsamaha ve haz eşitliğinden ibarettir. İnsanlar yalnızca bir yönde değil, değişik yönlerde ileri-geri hareket ederler. Ortaya yığılmış, herkesin payı olan şeyler yoğunluğun en önemli parçası, hatta çekirdeğidir. Önce bu şeyler bir araya getirilmiştir; ancak onlar toplandıktan sonra insanlar toplanmaya başlamıştır. Her şeyin hazırlanması yıllar boyu sürebilir ve insanlar bu kısa süreli bolluğu yaşamak için uzun bir yokluğa katlanmak zorunda olabilirler.
Ama onlar bu an için yaşarlar ve bu ana ulaşabilmek için durmaksızın çalışırlar. Başka zamanlarda birbirlerini nadiren gören insanlar grupla¬rıyla birlikte bu törensel şölene bir şekilde davet edilir. Çeşitli grupların gelmesi büyük bir heyecanla ilan edilir ve gelen her yeni grup genel coşku düzeyini yükseltir.
Ancak bu atmosferde rol oynayan bir duygu daha vardır. Bu tek şölende yaşanan ortak keyifle insanlar gelecekteki pek çok şölenin de yolunu yaparlar. Ritüel danslarda ve drama gösterilerinde daha önce ya¬şanmış aynı türden olaylar anımsanır; bu dans ve gösterilerin geleneği yaşanan şölenin gerçekliğinde mevcuttur. Şölen yapanlar kutlamalarının ilk kurucularını anımsarlar; bunlar kendi ataları, tadına vardıklan zevklerin mİtik yaratıcıları ya da daha sonraları, daha donuk toplumlardaki gibi yalnızca şölene hibede bulunan zenginler olabilir. Her halükarda şölene katılanlar benzer olayların gelecekte de tekrarlanacağı konusunda güven duyarlar. Şölen şölenleri doğurur, şölende tüketilenlerin ve insanların yoğunluğu yaşamın kendisinin artacağı vaadini taşır. (Sayfa 64)
Elias Canetti?nin Yaşam Öyküsü
Elias Canetti, 25 Temmuz 1905’te Rusçuk’ta doğdu. İspanya’dan sürülmüş bir ailenin oğlu olan Canetti, ailesiyle birlikte 1911 yılında Bulgaristan’dan Manchester’a taşındı. İki yıl sonra babasını kaybetti. Annesi, üç çocuğunu yanına alarak Viyana’ya taşındı. Sürekli göçler nedeniyle Elias Canetti eğitimini üç ayrı şehirde; Viyana, Zürih ve Frankfurt’ta yapmak zorunda kaldı. 19 yaşına geldiğinde ise Viyana’da kimya tahsiline başladı.
Üniversiteye devam ettiği yıllarda satirik yazar Karl Kraus’un derslerine devam eden Canetti, bu toplantılarda tanıştığı Venetia Toubner-Calderon ile 1934 yılında evlendi. Bu evlilikten bir çocuk sahibi oldu. 1929 yılında insanın deliliği konusunda, sekiz ciltlik bir roman dizisi yazmaya karar veren yazar, dizinin ilk ve tek kitabı “Körleşme”yi yayınladı. Sinolog olan Peter Kien adlı kahramanın etrafında gelişen “Körleşme”, insanlardan kaçmak suretiyle dünyaya yaklaşabileceğine inanan bilimadamının devasa kütüphanesinde tek başına yaşamasını konu eder. Ancak evindeki işleri düzenlemesi için yanına aldığı hizmetçinin Kien’in dünyasına girmesiyle işler hiç de beklenildiği gibi gelişmez… Canetti, “Körleşme” ile kişilerin deliliklerinden kurtulamadığı kaotik, parçalanmış bir dünyanın panoramasını çizer. Kahramanlar kişisel derinliklerinin de etkisiyle mantıklarıyla konuşan tiplemelerdir. Yayınlandığı yıllarda değeri pek anlaşılamamış olmakla birlikte “Körleşme”, 1960’lı yıllardan sonra eleştirmenler tarafından oldukça büyük övgüler almıştır. Eleştirmenler “Körleşme”nin Avrupa’yı gün geçtikçe daha fazla etkisi altına alan faşizmin yükselmesi karşısında entelektüellerin körlüğünü anlattığını ve eylemsizliğin acımasızlığını vurguladığının üzerinde durmuşlardır.
Canetti’nin 30’lu yılların ilk yarısında sunduğu iki tiyatro oyunu, okuma dramı olarak tasarlanmakla birlikte geleneksel anlamda dramatolojik bir konuya sahip değildir. Yazar bir düşünceden yola çıkarak bu düşünceyi parabol haline getirmiş ve grotesk sonuçlarına varana kadar sorgulamayı sürdürmüştür. Düğün adlı yapıtında düğüne gelen kişilerden yola çıkarak burjuva ikiyüzlülüğünü ortaya çıkaran Canetti, “Kendini Beğenmişliğin Komedisi”nde ise halkına ayna, resim ve fotoğraflarla kendini göstermeyi yasaklayan totaliter devlet anlayışıyla dalga geçer. Bunun sonucunda insanların kendilerini tanımaları ve kontrol etmelerin olanaksızlaşmıştır ve sonunda bir isyana kadar götüren tehdit edici durum ortaya çıkmıştır.
Avusturya’nın Naziler tarafından ilhakından sonra Canetti, 1938’de Paris’e göç etti; bir yıl sonra da Londra’ya yerleşti. Avrupa’da faşizm nedeniyle meydana gelen politik, toplumsal ve kültürel karışıklıklar yüzünden Canetti, kendine edebiyat yazıları yazmayı yasakladı. O yıllardan sonra yazar, çalışma gücünü 20’li yılların sonundan beri tekrar tekrar ele aldığı konuya yoğunlaştırmak istedi. Bunun için de kitlelerin bilimsel bir biçimde araştırma yapmasını sağlayacak ve iktidar denilen fenomeni sorgulayacak çalışmalara girdi. Ancak 1955 yılında aldığı karardan vazgeçerek, “Süresi Belli Olanlar” adlı kitabıyla topluma yeniden edebi bir yapıt sundu. Bu yapıtta olaylar ne kadar süreyle yaşayacaklarını bilen bir topluluğun çevresinde şekilleniyordu ve yazar bu yolla insanın hayatının geçiciliğine karşı başkaldırısını ele alıyordu.
1960 yılına gelindiğinde ise Canetti, hiçbir edebi türün sınırlarına sığmayan, 30 yılı aşan kuramsal çalışmalarının sonucunda kaleme aldığı geniş çaplı denemelerini “Kitle ve İktidar” adlı kitapta topladı. Yazar bu yapıtıyla insanın davranışlarını belirleyen arkayik dürtüleri ortaya çıkarıyor, bunu yaparken de geleneksel bilimsel terminolojiyi kullanmayarak kendi malzemesinden kendine özgü, basitleştirilmiş bir tanımlamaya varmaya çalışıyordu. Cannetti bu kitabında “kitle” ve “iktidar”ın birbirlerini nasıl etkileyip çoğalttığını; insanlar arasında “emir” ve “itaat” ilişkisinin nasıl biçimlenerek saldırganlık mekanizmalarına dönüştüğünü anlatıyor. En az sorgulanan, dolayısıyla en tehlikeli şey olan “emir verme”nin, emredilende özgür bir kişilik edinmesini önleyen bir sızı bıraktığını, bu sızının sürekli emredilenlerde katmerleşerek itaati içselleştirdiğini gösteriyor.
Cannetti 1930’larda kitle eylemlerinin her tür politik mücadelenin en önemli silahı olduğunu fark ederek “kitle” ve “iktidar” ilişkisi üzerinde çalışmaya başlar. Çalışması ilerledikçe ilişkinin “tarih üstü” boyutlarını keşfeder ve insanın özüne yönelir. Hayvan sürülerini, bir araya gelmiş her tür insan topluluğunu çağ, coğrafya, din farkı gözetmesin devasa bir literatür taraması yaparak inceler. Yaşadığı yıllar, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın tarihteki en büyük kitle hareketlerinin ve kitlesel yıkımların görüldüğü yıllar olması; bir “iktidar” simgesi olarak Hitler’in vahşeti doğru iz üzerinde odluğunu gösterir: Kitle yıkıcı, iktidar öldürücüdür. İnsan”iktidar” isteği ile Tanrı’nın kıyamet ve dehşet tehdidini çalmıştır. Ölüme karşı direnmenin yolu ise emre karşı koymak ve yaratmaktır. Canetti “düşünmek ısrar etmektir” diyerek “Kitle ve İktidar”ı kaleme aldığı 30 yıl boyunca bu çalışmasını gölgeleyecek kapsamda başka eser vermedi. Çok sayıda araştırmaya ve her yıl Viyana”da düzenlenen bir sempozyuma konu olan bu kitaptan sonra insan doğasunun kitle ve iktidarla ilişkisini bu denli kuşatan başka bir kitap da yayımlanmadı. Düşünsel zenginliğinin yanı sıra böylesi kitaplarda çok az rastlanan ebedi bir anlatıma da sahip olan “Kitle ve İktidar”, zamana karşı direnerek insanı anlamada başvuracağımız vazgeçilmez kaynaklardan biri haline geldi.
Kitle ve İktidar üzerinde çalışmalarına paralel olarak Canetti, 1965 yılında “Notlar” adı altında yayınlanan çok sayıda aforizma ve düşünce üretti. Aradan yedi yıl geçtiğinde ise “İnsanın İş Sahası” adı altında aforizmalarının ikinci cildini yayınladı. İlk eşini 1963 yılında kaybeden Elias Canetti, ikinci evliliğini 1971 yılında yaptı. 70’li yılların ilk yarısında 1937’e kadar olan yaşansını üç ciltlik otobiyografik çalışmasında topladı. Çalışmalardan ilki “Kurtarılmış Dil” adını taşıyordu. Bu kitapta Canetti, genç bir adam olarak gelişmesini biçimlendiren olayları, kişilikleri; özellikle de annesinin kişiliğini ve entelektüel etkileri gözler önüne sermekte, böylece yazarın kişisel geçmişinin arayışlarla dolu bir portresini oluşturmaktadır. Yitirilmişlikler üzerine kurulan bir hayatın, tüm olumsuzluklara karşın yeniden anlamlandırılması üzerine yazılmış özyaşamöyküsel bu romanda Canetti, “kırmızıya bulanmış en eski anı”sıyla başlayarak, küçük bir çocuğun bir daha unutulmamasıyla belleğine yerleşen Rusçuk anılarını öyküler. Anlatıcının deyişiyle “o dönemden sonra” yaşanan her şey “bütün deneyimler, daha önceden Rusçuk’ta yaşanmıştı” bir kez. Farklı kültürleri, farklı dilleri, farklı insanları tanımış, korkuların sevgilerinin, meraklarının, heyecanlarının umutlarının, umutsuzluklarının, hayal kırıklıklarının, güvenin, otoritenin, yazmanın, “Yahudi olma”nın, kitle ve iktidarın anlamını oluşturacak ilk ipuçlarını Rusçuk’ta yakalamıştı.
Korkular, sürgünlükler, ölümlerle anlam kazanan bir hayatın başlangıç ucunun aktarılması başat amaç olur bu romanda. Geçmişi yılların süzgecinden, sadece kendi “ben”inin bakış alanı içinden izleyen anlatıcı, bir yazarın bireysel tarihine ilişkin belgesel denilebilecek verilerle kurmaca olanı iç içe katmanlayarak öyküler. Romanda seçilmiş olaylar, kişiler ve yaşananlar Canetti’nin yazar kimliğinin yorumunu, tanımını, sorgulanmasını yapabilmek için bir araya toplanmışlardır. Öyküleme, genelde ard arda gelişen olayların bireysel kimliğin oluşumu bağlamında seçilmesiyle kronolojik olarak aktarılır. Kurgu genelde bugünden bakan zaman zaman da bir çocuğun gözünden izlemeyi yeğleyerek anlatan bir anlatıcının çıkarttığı tablo olarak belirginleşir.
1987 yılında Notlarının üçüncü bölümünü, Saatin Gizli Kalbi’ni çıkaran Elias Kanetti 14 Ağustos 1994’te Zürih’te hayata gözlerini kapadı.
Dizinin ikinci kitabı Kulaktaki Meşale de ise yazarlık yaşamına adım atışının her anını, aynı zamanda ulaştığı sonu aktarır. İnsanın başını döndüren bir helezon etkisi yaratan Canetti, bu helezonu büküyor ve onu açarken önümüzde müthiş bir aydınlık yaratıyor: bir bireyin öyküsü, yüzyılın sınavından geçerek, herkesin öyküsü haline geliyor ve kitap, eşsiz ve yıkılmaz, vazgeçilmez bir anıt olarak dimdik duruyor. Kulaktaki Meşale, her şeyden önce, yazarın yetişkinlik döneminin ilk büyük ustası olan Viyanalı yazar Karl Kraus’a hayranlığını anlatmaktadır. Kitap aynı zamanda Canetti’nin ilk eşi Veza’nın da bir portresini çizmektedir. Elias Canetti, bu büyük tutkuların şemsiyesi altında 1920-1931 yıllarındaki Viyana’nın ve Berlin’in şaşırtıcı bir görünümünü sunmaktadır. Burada Kraus’un, Veza’nın ve Canetti’nin annesinin sesleri, Brecht’in, Isaak Babel’in, George Grosz’un ve diğer birçok kişinin seslerine eşlik etmekte ve kitap adeta bir senfoniye dönüşmektedir. Dizinin son kitabı Gözün Oyunu, Kurtarılmış Dil ile Kulaktaki Meşale kadar ilginç olmasının yanı sıra, yazınsal değeri açısından da gene ilk iki kitap gibi yazarın yeteneğini en iyi sergileyen ürünlerinden biridir. Kitap, eşsiz bir yazınsal yeteneği bir kez daha gözler önüne sermenin yanı sıra, dönemin sanat dünyasından yazarın yaşamına giren ünlü kişileri de bilinmedik yönleriyle okura tanıtmaktadır. Canetti, 1931 yılında, otuz yaşına yaklaşırken sanat dünyasındaki en önemli gelişmelerin yaşandığı, yazarlık kıvılcımlarının tutuştuğu Viyana’da karşılaştığı, tanıştığı aydınları kendi ağızlarından bize anlatmakta, Robert Musil, Alban Berg, Hermann Broch, James Joyce, Thomas Mann, Franz Werfel, Ressam Oskar Kokoschka, yontucu Wotruba, orkestra şefi Hermann Scherchen gibi çağının en büyük yaratıcılarını bize tanıtmaktadır. Canetti, bu kitabında çizdiği portreler ve yarattığı atmosferle, dünyanın büyüleyici olduğu kadar merak uyandıran bir döneminin renklerini de gözler önüne sermektedir. Yalnız eleştirmenlerce değil okurlar tarafından da son derece beğenilen bu kitaplar, 1981 Nobel Edebiyat Ödülü’nün verilmesini sağlayan faktörler arasındaydı.
Eserleri
Roman
?Die Blendung, 1935 (Körleşme, çev. Ahmet Cemal, Payel Yay., 1981)
Oyun
?Die Hochzeit , 1932 (The Wedding)
?Komodie der Eitelkeit , 1934 (Comedy of Vanity)
?Die Befristeten, 1956 (The Numbered)
Otobiyografi
?Die Gerettete Zunge, 1977 (Kurtarılmış Dil, çev. Şemsa Yeğin, Payel Y., 1995)
?Die Fackel im Ohr, 1980 (Kulaktaki Meşale, çev. Şemsa Yeğin, Payel Y., 1997)
?Das Augenspiel, 1985 (Gözlerin Oyunu, çev. Şemsa Yeğin, Payel Y., 2000)
?Party im Blitz 1991, (Party in the Blitz)
Notlar
?Die Provinz des Menschen : Aufzeichnungen 1942?1972 , 1973 (İnsanın Taşrası 1942-1972, çev. Ahmet Cemal, Payel Y., 2004) (Daha önceki bir baskı için : İnsanın Sılası, çev. Ahmet Cemal, İyi Şeyler Y., 1996)
?Das Geheimherz der Uhr: Aufzeichnungen 1973-1985, 1987 (Saatin Gizli Yüreği 1973-1985, çev. Ahmet Cemal, Payel y., 2006)
Diğer Eserleri
?Masse und Macht, 1960 (Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, Ayrıntı Y., 1998)
?Die Stimmen von Marrakesch, 1968 (Marakeş’te Sesler, çev. Kamuran Şipal, Cem Y., 1960)
?Der andere Prozess, Kafkas Briefe an Felice, 1969 (Öbür Dava, Kafka’nın Felice’ye Mektupları Üzerine, çev. Kamuran Şipal, Cem Y.,1994)
?Der Ohrenzeuge. Fünfzig Charaktere, 1974 (Elli Karakter. Kulak Misafiri, çev. Şemsa Yeğin, Payel Y., 1994)
?Das Gewissen der Worte, 1975 (Sözcüklerin Bilinci, çev. Ahmet Cemal, Payel Y., 1984)
?Die Fliegenpein, 1992 (The Agony of Flies)
?Nachträge aus Hampstead, 1994
?Edebiyatçılar Üzerine, çev. Gürsel Aytaç, Payel Y., 2007
?Ölüm Üzerine, 2007, çev. Gürsel Aytaç, Payel Y., 2007
Ödülleri
Canetti, Nobel Edebiyat Ödülü (1981) başta olmak üzere birçok ödül kazanmıştır.
Kazandığı başlıca ödüller:
?Foreign Book Prize (1949, Fransa)
?Viyana Ödülü (1966)
?Critics Prize (1967, Almanya)
?Great Austrian State Prize (1967)
?Bavarien Academy of Fine Arts Prize (1969)
?Bühner Ödülü (1972)
?Nelly Sachs Ödülü (1975)
?Order of Merit (1979, Almanya)
?Europa Prato Ödülü (1980, İtalya)
?Hebbel Ödülü (1980)
?Kafka Ödülü (1981)
?Great Service Cross (1983, Almanya)
Kitabın Künyesi
Kitle ve İktidar
Orjinal isim: Masse und Macht
Elias Canetti
Ayrıntı Yayınları
Editör: Aner Ateşman, Tamer Tosun
Çeviri : Gülşat Aygen
Kapak: Resim Hatice Öcal
İstanbul, 2010, 4. Basım
496 sayfa