Kötü şöhretle ihlal arasındaki bağlantı uzun zamandır bilinmektedir ve bohem kültüründe geniş çaplı bir biçimde incelenmektedir. Erving Goffman, olumsuz şöhretin genellikle damgalanmış olduğuna dikkat çekerken sapkınlığın statü elde etmek amacıyla olumlu bir yaşam stratejisi olarak geliştirilebileceğini de kabul etmişti.9 Goffman, toplumsal düzeni reddetmenin özellikle bohem çevrelerde, toplumsal bir saygınlığı olduğunu fark etmişti. Örnek olarak, suçluları, caz müzisyenlerini, gösteri dünyasındaki kişileri ve bütün gün kumar oynayanları veriyordu.
Bu tür bir toplumsal fail neden saygınlık statüsü elde eder? Toplumsal sapkınlık, sıradan toplumsal etkileşimi yöneten rol sınırlarının ötesine geçmeyi gerektirir. Sıklıkla, yasayı ihlal etmeyi, kendine veya başkalarına zihinsel ya da fiziksel zarar vermeyi de kapsar. Miles Davis, otobiyografisinde, çocukken Dizzy Gillespie ve Charlie Parker gibi caz müzisyenlerinin kendisini büyülediğini anlatır. Sonunda kendisi de eroin bağımiısı olan Davis, özgürlüğü, uyuşturucuyu ve rastgele seksi öne çıkaran bohem caz yaşam tarzının çekimine kapılmıştı. Ama bir caz müzisyeninin yaşam tarzında onu en çok etkileyen, halkın önünde müzik yapmanın dönüştürücü kapasitesiydi. Davis, Charlie “Bird” Parker için şöyle yazmıştı: “Bird, saksafonunun ucunu ağzına aldığı anda değişirdi … üzgün ve bitkin görünürken birdenbire sahip olduğu bütün güç ve güzellik içinden dışarı taşmaya başlardı. Çalmaya başladığı zaman geçirdiği dönüşüm çok şaşırtıcıydı.”10 İnsanın kendisinin ötesine geçmesi, sıradan toplumsal yaşamda rolünü oynayışını yöneten olağan sınırlamaların ve sorumlulukların dışına çıkması, alabildiğine baştan çıkarıcıdır. Alkol ve uyuşturucu, ihlali gerçekleştirmekte sıkça kullanılan araçlardır. Davis, Parker ‘ın sahnede genellikle sarhoş ve uyuşturucunun etkisi altında olduğunu belirtir. Sıradan toplumsal etkileşimin kısıtlayıcı sınırlarından kurtulmak için alkolle uyuşturucuyu deneyen bağımlı deha, Romantik kültürde güçlü bir temadır. Ancak toplumsal biçimin geliştirilmesi açısından sıradan toplumsal değerleri fazla kısıtlayıcı bularak reddeden, alkol ve uyuşturucunun yarattığı değişik halleri deneyen kültürel ihtilalci kişilik, sıradan toplumsal yaşamda bir yandan kutlanır, öte yandan yerilir.
Marquis de Sade, Aydınlanma Çağı’nın çökmekte olan, son derece önemli kişisidir. Marquis de Sade, cinsel kabalığıyla kötü şöhrete kavuşmuş aristokrat bir şehvet düşkünüydü. On dokuzuncu yüzyılın ünlü Alman nöroloğu Richard von Krafft-Ebing, başkalarına acı çektirilerek kazanılan cinsel hazzı anlatmak için Marqois ‘nin adından sadizm terimini türetti. Belki de Sade’ın yalnızca bir sadist olarak sunulması yanlıştır, çünkü onun cinsel yöneliminde mazoşizm de sadizm kadar önemli bir unsurdu. Her neyse, Marquis de Sade, Fransız Devrimi’nin talep ettiği standartlaşmaya, kişiliğin alçalmasına ve uygulamaya karşı koydu. Cinsel sapkın olarak ünü, bürokratik topluma başkaldıran karşı kahraman statüsüyle birbirine karıştı.
Lord Byron da şehvet düşkünlüğü ve ihlal konusunda, hiçbir zaman Sade’ ın dengi olmamakla birlikte, cinsel özgürlükçü ve asi olarak onunkine benzer bir ün kazandı. Lord Byron’ın kötü şöhreti yaşamını çevreleyen skandallardan geliyordu: Fahişelerle düşüp kalkmak, zina, ensest ve sodomi. Ancak Byron’un romantik efsanesi,
saygın topluma meydan okumasından ve Yunan Bağımsızlık Savaşı davasına hizmet ederken ölmesinden geliyordu. Byron’un kötü şöhreti kibar toplumu tehdit edecek kadar sansasyonel bulunmuş olmalı ki, ölümünden sonra yayıncısı John Murray, Byron’un el yazısıyla anılarını içeren iki cilt halindeki defterlerini kendi elleriyle yaktı.
Byron ve Sade aristokrattı ve ikisinin de aileden gelme şöhretleri vardı. Ahlaki ve kültürel ihlalleriyle kazandıkları kötü şöhret, aileden gelme şöhretlerine gölge düşürdü. İkisi de genel olarak birer sınıf savaşçısı olarak anlaşılmadılar. İkisi de yazılarıyla ve yaşam tarzlarıyla kamusal ahlak:ı kınayan, topluma uyumsuz bireyler olarak kalıcı ün kazandılar. On dokuzuncu yüzyılda şöhret kazanma fırsatları arttı. Estetik, cinsel ve politik asiler kamuya hakim olan ahlaki düzene savaş açtıkça, kazanılmış kötü şöhret kültürü de genişledi. Örneğin Baudelaire, ünlü bir bohem züppe kişiliği geliştirdi. Saçını yeşile boyadı, insan derisiyle cildenmiş bir kitabı olduğunu iddia etti, bebek eti yediğini söyledi ve insanların canını sıkmanın verdiği aristokratça hazzın başını döndürdüğünü güncelerinde itiraf etti. Les Fleurs du mal (Kötülük Çiçekleri) 1 857’de yayımlandığında yasaklandı ve Baudelaire aleyhine kamunun ahlak:ını bozma suçundan dava açıldı. Altı şiir, mahkeme kararıyla suçlu bulunarak kitaptan çıkarıldı. Baudelaire, 300 frank para cezasına çarptınldı. Dava, Baudelaire’in bir karşı kahraman olarak kötü şöhretine katkıda bulundu. İlginçtir, Baudelaire sanatsal yaratıcılığı harekete geçirmek için haşhaş ve afyon kullanımını eleştiriyordu. Uyuşturucunun hayal gücünü pohpohladığına ve alçalttığına inanıyordu. Bu arada, Coleridge ve De Quincey’in uyuşturucunun etkisi altındayken yazdıkları ünlü yazıları, “gerçek” sanatın daha değersiz uyarlamaları olarak kabul edilir. Ne var ki Baudelaire’in kendi pelin otu bağımlılığı, uyuşturucuya karşı düşmanlığını kısmen yalanlar; Oscar Wilde da Paris’teki yüz kızartıcı sürgün yaşamında, pelin otu bağımlılığı geliştirmişti.
Edward dönemi İngilteresi’nde çeşitli rezaletler çıkaran kötü şöhretli şair, büyücü, pornografi yazarı, eroin bağımlısı Aleister Crowley de, geleneksel ahlak:i ve kültürel sınırları fazla kısıtlayıcı bulanların arasında bir kült yarattı. Crowley’in “büyüsü”, doğunun batıni tekniklerini, Golden Dawn büyüsünü ve cinsel büyücülüğü, çok geniş kapsamlı “Thelema kanunu”yla sentezlerneyi amaçlıyordu.
“Thelema kanunu”, yiirninci yüzyılda kötü şöhretin temeli sayılabilecek iki ilke üzerine kuruluydu: “Her erkek ve her kadın bir yıldızdır” ve “Bütün Yasa, istediğini Yapmaktan ibarettir”. Crowley’in “büyüsü” her erkeğe ve her kadına kozmik önem veriyor, onları, Crowley’e göre toplumsal biçimi gereksiz yere sınırlayan ahlaki ve kültürel emirleri sorgulamaya ve ihlal etmeye yetkili kılıyordu.
Genellikle bir yaşam stratejisi olarak ihlal ve kötü şöhretin işlenmesi, erkekler için, kadınlar için olduğundan daha kolay olmuştur. İmparatoriçe Josephine’in, Paris’te kendine bir dizi aşık bularak ve bir dizi cinsel skandal yaratarak Napolyon’u boynuzlaması ünlüdür. Sonunda Napolyon Josephine’i boşamıştır ve Josephine ondan bir derece duygusal ve maddi destek gördüyse de toplumsal saygınlığını yitirmiştir.
Sessiz film yıldızı Louise Brooks, F. Scott Fitzgerald’ın “Caz Çağı”ndaki özgürleşmiş “yeni kadın”ın ya da “hoppa”nın bir örneğiydi. Fakat sessiz çoğunluğun ahlak kurallanna bağlı kalmamak için stüdyo emirlerine karşı koydu. Tutumu, cinsel açıdan açıkça ihtiyatlıydı. Uzun süreli bağlılık onun planlannda yoktu. “Bütün erkekler kadınlardan nefret eder” diye düşünüyordu ve şöyle yazmıştı:
Yaşamının oldukça erken bir döneminde ne düşündüğüme değil, ne yaptığıma dikkat etmeyi öğrendim. Kendi kendime, sarhoş olmayacağımı, o itle yatmayacağını ve her zaman cüzdanını sarhoş olduğum zaman kaybedebileceğim Cartier sigara tabakasıyla ve pudra kutusuyla değil, daha küçük şeylerle doldurmaya bakacağını söylerdim. Ya da benim için iyi olacak bir adamla çıkarken kendi kendime büyüleyici olacağını ve onu pohpohlayacağımı söyler, bu suada da ona pis gerçekleri nasıl söyleyeceğimin provasını yapardım.”
Brooks’un eylemle düşünce arasında yaptığı ayrım belki de erken bir feminist eri de coeur’ olarak okunmalıdır. Fallus-merkezli toplum, kamusal yüzlerini gerçek benliklerinden ayırmaları için kadınlara yoğun baskı uygular. Kadın şöhret söz konusu olduğunda, gerçek benlik üzerindeki baskı, çifte yabancılaşma sendromuna maruz kalır. Cinsiyet ayrımının toplumsal gereklilikleri şöhreti gerçek duygularından koparır, şöhret toplumun şöhret yüzüne yönelik beklentilerine yabancılaşır, gerçek benlik alakasız ya da yok edici olarak yorumlanabilir. Böylece kadın şöhretin üç katlı bir yaşamı olduğu söylenebilir: Kendisinin olduğu kişi, fethettiği erkeklerin onun olduğunu sandıkları kişi ve kamusal yüz.
Brooks açısından rastgele cinsel ilişkiye girmenin, çifte yabancılaşma duygularıyla baş etmek için bir araç olduğu öne sürülebilir. Sevgililer listesi, zamanın önde gelen erkek yıldızlarının listesi kadar uzundur. Aradaki fark, erkek yıldızların erotik yaşamlarının gelişmesine çoğunlukla gönülsüzce bir kınarnayla izin verilmesine karşın, Brooks’un ahlaki bir cüzzamlı gibi eleştirilmesiydi. Hollywood prodüktörleri Brooks’un zekasından nefret ediyorlardı ve onun film kariyerini mahvettiler. Brooks, alkolizm, yoksulluk ve fuhuş batağında unutulup gitti ve sinema meraklıları tarafından ancak yaşamının son yıllarında yeniden keşfedildi.
Frances Farmer 1930’ların sonlarında Brooks ‘un kamusal görüntüsünü devraldı. Ancak film yıldızı olarak toplumdaki varlığı, altı yıl, 1936 ile 1941 arasında sürdü. Washington Üniversitesi’nde öğrenci olan Farmer, Howard Hawks ‘ın başladığı ve o kovulduktan sonra William Wyler’ın tamamladığı Come and Get It (1936) filmiyle ciddi bir takdir kazandı. Daha sonra vasat filmlerde oynamaya başladı ve bunların aleladeliği alkol sorunlarını ve erkeklerle ilişkilerindeki sorunları artırdı. Farmer, gittikçe sağı solu belli olmayan, dik başlı ve rahatsız edici biri oldu. Sonunda akıl hastanesine yatırıldı ve kendisine lobotomi ameliyatı yapıldı. Feminist sinema çevreleri, Farmer ‘a zamanının Randie P. McMurphy’si olarak büyük saygı duyar. Farmer, 1950’lerin sonlarında birkaç televizyon filminde yeniden göründü, ancak sonra belirsizliğe gömüldü ve 1970 yılında 56 yaşında, erken öldü. Jessica Lange, Graeme Clifford’un Frances (1982) tilmindeki Farmer rolüyle Oskar’a aday gösterildi.
Kötü şöhret, sıklıkla estetik kültüründeki değişikliklerle ilişkilendirilir. John Ruskin, James Whistler’ın Nocturnes’ünü gördüğünde, “kamunun yüzüne bir kap boyayı fırlattığını” söyleyerek ressamı karalamıştı. Bu, Ruskin’e göre, Whistler’in resimlerinin ihlal ettiği geleneksel güzel sanatlar değerlerinin bir savunusuydu.
Sonuçta açılan iftira davası Whistler lehine sonuçlandı ama bu sonuç ona yalnızca çeyrek peni tazminat kazandırdı, üstelik masrafları da ödenmedi. Bu gülünç karar, jürinin Whistler’ın iftira davası açmakta teknik açıdan haklı olduğuna inandığını yansıtıyordu ve ters bir biçimde Ruskin’in yargısını doğru çıkardı. Bu olay, güzel sanatlar değerlerinin geçerliliğini sarstı ve sanatın doğası hakkında tartışma yarattı.
Mareel Duchamp’ın tüm kariyeri, Sanat nedir? sorusunun bir incelemesi olarak yorumlanabilir. Duchamp’ın Nude Descending a Staircase adlı resmi, 1913’te Uluslararası Modern Sanat Sergisi’ne konduğunda hayret ve öfkeyle karşılandı. Resmin insan biçimiyle hiç ilgisi yok gibi görünüyordu ve akıllara Duchamp’ın Kübizmin yoksulluğunu gözler önüne seriyor olabileceği geldi. Ancak 1917’de Bağımsız Ressamlar Topluluğu Gösterisi’nde patlak veren toplu çılgınlıkla karşılaştırıldığında, bu bir hiçti. Duchamp, “R. Mutt” takrna adıyla sergiye Fıskiye adını verdiği “Bedfordshire” parseleninden arkası düz bir pisuvar sundu. Duchamp, kısmen, güzel sanatlar eleştirmenlerinin boğucu seçkinci değerlerine karşı bir feveran içindeydi. Ama aynı zamanda gündelik yaşamın estetikleştirilmesinin her yere yayıldığını vurguluyordu; bu nokta daha sonra Breton, Dali ve Man Ray gibi Sürrealistler tarafından benimsenip geliştirildi. Bu tema, çağdaş sanatta da varlığını sürdürmektedir. Robert Mapplethorpe ‘un cinsel açıdan açık, homo-erotik fotoğrafları, Andres Serrano’nun Piss Christ ve Mi/k Blood’ı ile Karen Finley’in “beden sanatı” gösterileri, “yozlaşmışlık” suçlamalarıyla karşılaşmıştır. Bu gibi çalışmalar, edepliliğin ve gerçekliğin anlamını sorgular, ama aynı zamanda da çağdaş sanatçının kötü şöhretin gelişiminde oynadığı rolü yansıtır.
Öyleyse kötü şöhret, hem kişisel şöhrete ulaşmanın hem de kültürdeki bir dönüşümün kamu tarafından tanınmasının bir yoludur. Bu ikisi sıklıkla birbirine karışır. Oscar Wilde’ın 1870’lerle 1890’lar arasında yeni Estetik Hareket’i desteklemesi açıkça kendisini şöhretli biri olarak tanıtmasının bir yoluydu. Dali, 1920’ler ve 30’larda Sürrealist hareketle ilişkilerinde benzer bir yol izledi. Robert Mapplethorpe ve Andres Serrano konuyla ilgili daha yakın zamandan örneklerdir. Kötü şöhret çevresinde kurulmuş kazanılmış şöhret katiyerlerinin sürdürülmesi genellikle zordur. Bireyin üzerinde, birbiri ardına büyük ayıplar yapması için bir baskı vardır ve böylece giderek azalan kazanç etkisi kendini gösterir. Bu bölümde şöhretin doğası itibarıyla ihlalle bağlantılı olduğu öne sürüldü. Bunun üç nedeni vardır. İlk olarak, şöhret bireyi sıradan toplumsal yaşamdan koparır. Şöhret olmak demek, farklı olarak tanınmak demektir. Seçeneklerin çoğalması ve yaşam tarzının esnekliği hem çekicidir hem de sorunlu. Şöhretlerin sıradan insanlara göre daha fazla parası, daha fazla eşyası, daha fazla cinsel ve toplumsal olanağı vardır, ama yine de şöhretler sık sık kendilerini kapana sıkışmış gibi hissettiklerinden ve “başarı serabı” sendromuna
yakalandıklarından şikayet ederler.
Bu, beni ikinci konuma getiriyor. Şöhretin temeli, gerçek benliği mutlaka değiştiren bir topluma sunulan yüzün oluşturulmasındadır. Yaşama Bristol’ de Archie Leach adıyla başlayan Cary Grant sürekli topluma sunulan yüzle gerçek benlik arasındaki uyuşmazlığa geri döndü. Kariyerİnİn büyük bölümünde Grant’ın topluma sunulan yüzü Archie Leach ‘in küçük düşmesiyle ilgili derin kaygıları gizledi. Grant, kendi sözleriyle “Yıllar boyunca birçok sorunum oldu, ama bunlar, Archie Leach ‘in sorunlarıydı Cary Grant’ın değil,”12 diyordu. 1950’lerin sonunda Grant’ın LSD alma kararı, bu sorunların bazılarını yatıştırma girişimi gibi görünüyor. O sırada LSD tedavisi devletin izin verdiği bir deneydi. Grant, tahminine göre, üç yıllık bir dönem boyunca 100 tedavi seansına katıldı. Tedavinin iyileştirici etkileri olmuş gibi görünüyor. Grant, tedaviyi kamusal yüzüyle gerçek benliği arasındaki uzlaşmanın katalizörü olarak kabul ediyordu. Grant geçmişi anımsarken şöyle diyor: “Yaşamımın çoğunu Archie Leach ile Cary Grant arasında gidip gelerek geçirdim. İkisinden de emin değildim, ikisinden de kuşkuluydum. Sonra ikisini
tek bir insanda birleştirmeye başladım. Birleşmeyle birlikte huzur ve rahatlama geldi.”11
Üçüncü olarak, şöhrete ulaşma arzusuyla hedefe ulaşmak için gereken araçların kısıtlılığı arasındaki çelişki, kültürün içinde bireylerin tanınmak için gayrimeşru araçlara başvurma eğilimi göstermelerine yol açar. Elbette toplumdaki herkes şöhret olmak istemez. Öte yandan kazanılmış şöhrete bağlanan beğeniler açıkça yüksek kültürel değere sahiptir. Demokratik kültür kesinlikle bir başarı kültürüdür. Kuramsal açıdan demokrasi, monarşi ilkesinin feshine dayanır ve tüm vatandaşlara kanun önünde eşit muamele eder. Demokrasi, halkı eğiterek ve refah devleti yaratarak her bir bireye toplumda yükselme fırsatı verir. Üstünlük kişisel meziyete göre belirlenir. Tıpkı kötü şöhretin baştan çıkarıcılığı gibi şöhretin psikolojik çekiciliğinin de kısmen demokrasinin kuramıyla uygulaması arasındaki boşlukta yer aldığı söylenebilir mi? Öyleyse, şöhret ve kötü şöhret hem dinin yokluğuna hem de demokrasi kültürünün pratikteki sınırlılıklarına karşı bir tepki midir? Kitabın başında belirttiğim gibi, şöhret kültürü sıradan insan çağında doğdu. Demokrasinin feodalizmden ve komünizmden daha üstün olarak tanınmasıyla kamu kültüründe kazanılmış şöhret doğar. Öyleyse, kitabımın son bölümünün sıradan insanın çağıyla (demokrasi) önlenemeyen şöhretleştirme süreci (ayrım) arasındaki ilişkiyi ele alması uygun olacaktır.
Şöhret
Chris Rojek
İngilizceden çevirenler: Semra Kunı Akbaş – Kürşad Kızıltuğ
Ayrıntı Yayınları