1.Giriş
Marksizm ve Psikanaliz toplumsal olguların psikolojik yaşam içinde incelenmesi söz konusu olduğunda birbirleri için yardımcı bilim görevini üstlenirler. Bu çalışmada Marksizm ve Psikanaliz arasındaki muhtemel yakınsama noktaları sınıf kavramı çerçevesinde ele alınmıştır. Sınıflar arası çatışmanın örtükleşmesini ve kapitalizmin devamlılığını sağlayan psikolojik unsurlar üzerinde durulmuştur. Daha spesifik olarak sömüren sömürülen ilişkisinde birey psikolojisinin nasıl etkili olduğu ve işçi sınıfını mücadeleden alıkoyan unsurlar Freud?un kişilik kuramından yararlanılarak açıklanmaya çalışılmıştır.
Neden toplum gerçek çıkarlarını zedeleyen bir sistemle uyum içinde yaşıyor ve sistem tarafından uydurulmuş çıkarları benimsiyor? Yüzyıllardır insanların bilinçleri üzerindeki bu egemenliğe niçin son verilemiyor? Bu soruların cevabını yalnızca ekonomik ve toplumsal dinamiklerde aramanın yetersiz olduğu geçmiş tecrübelerle sabittir. Çalışmanın temel tezi ekonomik görüngülerin belirleyiciliğini yadsımadan bunun yanında psikolojik faktörlere de önem verilmesinin sınıf mücadelesinde önemli olduğudur.
2. Marksist Sınıf Kuramı
Marx insanlık tarihini sınıf savaşımı açısından analiz etmiş, bu fikirlerini 1848 yılında kaleme aldığı komünist manifestoda dile getirmiştir: ?Şimdiye kadarki tüm toplum tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.? Sınıf kavramları ve sınıf çatışmaları geleneksel anlamda sadece Marksist sosyal ve politik kuramda çözümleyici köşe taşlarıdırlar. Marksist çözümlemede, tarih ?sınıf mücadeleleri tarihi?dir; ekonomik sınıf yargıları -kapitalizmde, özellikle sermaye ve emek bakımından- kitle eyleminin en önemli temelidirler; sınıf çıkarları politika ve ideolojiyi kontrol ederler; politik bir öğreti olarak, çalışan sınıfa adanmıştırlar. Marksizm sınıf kuramıyla anlaşılır. Engels bu kuramın klasik formülünü anlatır. Ona göre, Marx,
büyük hareket yasasını keşfetmiştir… Buna göre politik, dinsel, felsefi ya da başka herhangi bir ideolojik amaçlı olsun tarihteki bütün çatışmalar, toplumsal sınıflar arasındaki çatışmanın en açıklayıcı halidirler. Bu sınıfların varlığı ve dolayısıyla aralarındaki koalisyonlar, ekonomik gelişmeleriyle üretim tarzlarıyla belirlenmiştir.
( Becker, 1989, s.1)
Marx?ın kuramında, kapitalist üretim tarzının ?hareket yasası?, nihai anlamda, çalışan sınıfı kapitalizmi yıkmaya zorlar. Sınıf mücadelesine temel anlamını veren de bu ilkedir. Rekabet çabası nedeniyle, sermaye, üretim güçlerini geliştirmek, yeni ürünler yaratmak ve artı değeri genişletmek için iş gücünü ucuzlatarak kazancını arttırmayı hedefler. Bu suretle de sömürüyü yaygınlaştırır. Tüm bunlar kapitalizmin yegâne dinamiğini belirler, fakat aynı zamanda ücretlilerin maddi var oluşlarını da tehdit eder. İnsanlar yararlı değerler uğruna çalışırlar, fakat kazanca doğru olan kapitalist yönlendirme, bu amacı baltalar. Üretimdeki ilerleme iş güvenliğini tehlikeye sokar; azaltılan işçi giderleri daha az ücret, daha çok çalışma saatleri, daha çok iş yoğunluğu ve azaltılan işçi güvenliği anlamına gelir. Emek ve sermaye arasındaki ilişki yapısal bir karşıtlıktır (Marx?ın diyalektik terminolojisinde ?çelişkili? ilişki anlamındadır) ve sonuç olarak da potansiyel sürekli çatışmadır. ( Öngen, 2002, s.1)
Marx?a göre kapitalist toplumda had safhada dehümanizasyona uğramış olan proletaryanın kurtuluşu, yabancılaşmadan payını alan tüm sınıfların kurtuluşuna bağlı olup, proletarya, bir bütün olarak toplumu özgürleştirmeden kendi kurtuluşunu gerçekleştiremeyecek olan bir sınıftır. Proletaryanın özel mülkiyeti tasfiye ederek tüm sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmaya dönük devrimci mücadelesi, insanlığın evrensel kurtuluşunu da gerçekleştirecek olan bir mücadeledir. Çünkü toplumun ortak çıkarları yalnızca proletaryanın sınıfsal çıkarlarıyla örtüşmekte, bu yüzden de proletaryanın talepleri insanlığın ortak ihtiyaçlarını temsil etmektedir. Ona göre işçi sınıfının devrimci bir sınıf olmasının nedeni toplumsal ve tarihseldir. Proletarya, ?ancak insanın tam olarak yeniden kazanılması ile kazanabilecek? bir sınıf olduğu, yani kapitalist toplumu komünist topluma taşıyacak güçte ?özel? bir sınıf (tarihsel bir aktör) olduğu için devrimcidir. Bütünsel bir insan anlayışına sahip olan Marx?ın, insanı yabancılaşmamış durumuna geri dönmeye, doğayla, başka insanlarla ve toplumla yeniden birleşmeye ihtiyaç duyan bir varlık olarak gördüğü bellidir.(Öngen, 2002, s.5)
3. Kapitalist Sömürünün Sürekliliğini Sağlayan Psikolojik Unsurlar
Marx sömürüyü ?bir grubun diğer bir grup için rızası olmaksızın ve bedeli ödenmeksizin artık değer olarak üretmesi? olarak tanımlamıştır. Ancak buradan artı-değerin bedelinin ödenmesi halinde sömürünün ortadan kalkacağına dair yanlış bir çıkarım yapmamak gerekir. Sömürünün ortadan kalktığı sistem yabancılaşmadan ve zordan arındırıldığı sistemdir.( Balta, 2002, s.83)
Kapitalizm yeniden üretimini kendini iki biçimde gösterir. Birincisi, üretimin maddi koşullarının yeniden üretilmesi, diğeri ise emek gücünün yeniden üretilmesidir. Emek gücünün yaratılmasında kapitalist sistem ideolojiyi kullanır. Althusser ideolojiyi insana dayatılan yapılar olarak ileri sürer: ?Algılanan, benimsenen, katlanılan kültürel nesnelerdir ve işlevsel olarak, kendilerinden kaçan bir süreçle insanlar üzerinde etkili olurlar.?(Barrett, 2004, s.121). Althusser ?yeniden üretim?i ve özellikle bir toplumsal oluşumun zaman içinde kendini yeniden üretme biçimini anlamak zorunda olduğumuz düşüncesini ortaya koymuştur. Bunu anlama çabası bizi öznenin sistemin koşullarına uygun psişik inşasını anlamaya zorlamaktadır. Bu bölümde işçi sınıfını devrim yapmaktan alıkoyan ve kapitalizmin sürekliliğini sağlayan sınıflar arasındaki ehlileşmiş ilişkiyi anlamak için psikanalizden yararlanmayı amaçladım.
3.1. Yabancılaşma Olgusu
İşçinin ürettiğine karşılık aldığı ücret işçiyi bir yanılsamaya sevk eder. Marx bunu ?meta fetişizmi? kavramı ile açıklamıştır. Emeğin toplumsal karakterini gizleyen ?meta fetişizmi?, insanların, şeylerin dünyasının, yani kendi etkinliğinin yarattığı ama kapitalist ekonomik sistemin işleyişi sonucunda nesnel bağımsız bir güç olarak kendi aleyhine dönen süreçlerin tahakkümü altına girmesinin kaynağıdır. İşçi, bu yüzden kendisinin sermayenin bir parçası durumuna geldiğini, yani sermayenin varlığının özel bir biçiminden başka bir şey olmadığını görememektedir.(Öngen,2002, s?) Meta fetişizminin yabancılaştırıcı etkisi ile çalışanlar kapitalist pazarla bütünleşir, üretici kimliklerinden uzaklaşarak tüketici kimliği sahiplenmeye başlarlar.
Emeğin yabancılaşması sürecini Marx, kendi özgün cümleleri ile şöyle açıklar:? İşçi sermaye üretir, sermaye de onu üretir- demek ki işçi ne kadar çok servet üretse, üretimin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa, kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşir.Emek yalnız meta üretmez, kendini ve bir meta olarak işçiyi de üretir ve bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir. Bu olgu göstermektedir ki emeğin ürettiği nesne -emeğin ürünü- emeğin karşısına yabancı bir şey, kendini üretenden bağımsız bir güç olarak dikilir.Emeğin ürünü bir nesneye aktarılmış maddeleşmiş emektir: emeğin nesneleştirilmesidir?İşçi sermaye üretir, sermaye de onu üretir- demek ki işçi kendisini üretir ve işçi bir meta olarak insan bütün bu döngünün ürünüdür?Üretim yalnızca bir meta olarak insanı, meta-insanı, meta rolünde insanı yaratmakla kalmaz: fiziksel ve manevi bakımdan insanlıktan uzaklaştırılmış bir varlık olarak bu rolü oynamak üzere yaratır onu.? (Marx?tan aktaran Sunat,1999)
Yabancılaşmanın özünde insanın yaratıcılık ve etkinliğinin bastırılması, çarpıtılması ve işlevsiz hale sokulması vardır. Yabancılaşma süreci bireyi kendi dışında belirlenmiş bir robot haline getirmekte ve bireyin kendi öz eğilimleri ile yaşam biçiminin çeliştiği süreçte çok çeşitli psikolojik rahatsızlıklara neden olmaktadır. Freud?a göre insanın bilinçliliği yanılsamalı bilinçliliktir. İnsanlar düşünce ve davranışlarının kendi zihinsel etkinliklerinin ürünleri olduğuna inanırlar. Hâlbuki bu düşünce davranışlar bilinci bastırılmış bilinç-dışı güçlerle belirlenmektedir. Freud?a göre insan kendisinden gizli iş gören asıl güçlerin bilincine varabilir ve kendi özgürlük alanını genişleterek bilinçdışı güçlerin yönettiği çaresiz bir kukla olmaktan çıkıp kendi yazgısını belirleyen bilinçli ve özgür bir insana dönüşebilir. (Akyıldız,1997,s.167) Freud gibi Marx?ta insan bilincinin yanılsamalı olduğunu düşünür. Yanılsamaların yıkılışı ve bilincin çözümlenişi- yani insanın bilinçli olmadığının farkına varması- toplumsal değişimin koşullarıdır. Değişmenin anahtarı olarak gerçeğin ayırtına varma, Marx için toplumsal gelişim ve devrimin koşullarından biridir; tıpkı Freud için zihinsel hastalıkların tedavisinin bir önkoşulu oluşu gibi. (Fromm,2012, s.85)
3.2. Egemen Sınıfın Hegemonyası
Kapitalist sömürünün sürekliliğini sağlayan önemli etmenlerden biri de egemen sınıfın yalnızca üretim araçları üzerindeki kontrolü değil, aynı zamanda emekçilerin bilinçleri, ideolojik ve kültürel değerleri üzerindeki kontrolüdür. Bu kontrol sömürülen sınıfı devrimci mücadeleden uzaklaştırmaktadır. Böylelikle sömüren sömürülen arasındaki sınıf çatışması yatışmaktadır.
Kapitalist düzende amaç toplumun her kesimi üzerinde egemenlik kurmaktır. Bu ilk olarak küçük aile içinde başlar. Erkek, kadın; anne-baba da çocuk üzerinde egemenlik kurmaya başlar. Sonuçta kapitalizmin toplumsal dinamikleri, ailenin ve giderek bireyin psikodinamiklerine de yansır. (Sunat,1999,s.253) Bunu yalnızca ekonomik görüngülerle açıklayamayız.
Freud?un kuramına göre insan doğasının temel yapısı dürtüselliktir ve iki temel dürtü vardır. Bunlar libidinal ve agresif dürtülerdir. İnsan bu dürtülerini tatmin etmeye çalışırken ne tür bir dünyanın içinde yaşadığının bilincini kurar. Aile dokusu, başta anne baba olmak üzere, çocuğun gerçeklik algılayışı ve bilincini oluşturan temel öğedir. Ruhsal cinsel gelişimin her evresinde kapitalist kültür, ana-baba aracılığıyla çocuğa yasakçı, hoşgörüsüz, kısıtlayıcı bir dünya sunar. Çünkü kapitalist kültür, asal öğesi olan egemenlik ilişkisini korumak ve kendisini maddi olarak var edebilmek için, yasakçı ve kısıtlayıcı bir çerçeveye ( açık ve ya örtük) ihtiyaç duyar. İnsan ta baştan beri cinsellik ahlakı, mülkiyet ahlakı, çalışma ahlakı, başarı-yarışma-üste çıkma/boyun eğme ahlakı, egemen/öznel doğruların sorgulanmaksızın kabul edilmesi ahlakı ile kuşatılmıştır. (Sunat,1999,s.253-245) Gelişimin ilk evresinden itibaren egemen sınıfa itaat ve uyum temelinde yetişen birey, egemen sınıfla girdiği sömürü ilişkisini sona erdirecek dinamiği geliştirememektedir.
Egemen sınıf ve çalışan sınıf arasındaki ilişkiye farklı bir yorum getiren Zizek?in görüşlerine de yer verelim. Zizek iki sınıf arasındaki entegral ilişkiyi jouissance kavramı ile açıklamıştır: ??psikanaliz, jouissance durumunu sömürülenin, hizmetkârın Efendi?ye hizmet etmeye mukabil aldığı karşılık olarak açıklar. Bu jouissance, elbette her zaman için fantazmik bir alanda ortaya çıkar; kulluğun zincirlerini kırmanın ön koşulu da öyleyse, jouissance?ımızı bizi Efendi?ye bağlayan bir biçimde yapılandıran, toplumsal ilişkinin tahakküm çerçevesine razı gelmemizi sağlayan, ?fantaziyi katetmek?tir.? ( Özselçuk, Madra, 2008, s.8) Fransızca kökenli jouissance kavramı basit bir tatminin ötesinde bir dürtü tatminidir, dolayısıyla imkânsızdır. Çünkü süreklidir. Zizek?in söylemeye çalıştığı sömüren sömürülen ilişkisinde sürekliliği sağlayanın dürtü tatmini olduğudur. Egemen sınıf kar güdüsüyle hep fazlasını isterken ezilen sınıf ise kapitalist sistemle hesaplaşmak yerine artı-değerden daha fazla pay kapma mücadelesi içine girmektedir. Mevcut sistem içinde daha fazlasını isteme güdüsü işçileri sistemi sorgulamaktan ve devrim yapmaktan alıkoyan önemli bir unsurdur. Üzerinde tartışılan ve mücadele edilen şey artıktan kimin ne oranda nemalanacağıdır. Marx?ın yanlış bilinç/ yanılsama olarak tanımladığı bu durum kapitalist sistemin ?arzunun bitimsizliği?ni iyi kullanarak tüketim çevrimini sürdürmesini sağlamaktadır. Arzunun mantığı ?üründen ürüne, alışverişten alışverişe, fanteziden fanteziye? keyfin idaresinin nasıl kapitalizmin kurucu unsuru haline geldiğini anlamak için anlamlı bir çerçeve sağlamaktır. (2008, s.10)
4.Sınıflararası İlişkiyi Freud?un Kişilik Kuramı Çerçevesinde Düşünmek
Bu bölümde Marksist kuramda egemen sınıfın sömürülen sınıf üzerinde yarattığı denetim mekanizmasını Freud?un üstben kavramı ile açıklamaya çalıştım.
Sigmund Freud, ruhsal aygıtı ilkelben, ben ve üstben olarak bölümlemiştir. İlkelben, kişinin toplumsal ve töresel yargılarla kısıtlanamayan ilkel ve içgüdüsel gereksinmelerini içerir. İlkelben zevk ilkesinin egemenliği altındadır. Zaman ve yer koşullarını bir kenara iterek, anında ve mutlak bir doyum arar.( Osborn, s.16) Ben ilkelbenin isteklerini kısıtlama, bu istekleri dış-gerçek süzgecinde ve düzeyinde doyuma ulaştırma görevini yüklenmiştir. İlkelbenin zevk ilkesine karşıt gerçeklik ilkesini getirmiştir. Ben ilkelbenin isteklerinin en iyi koşullarda gerçekleşmesini sağlar. Çocukta benin oluşumu ana-baba ya da bir yetişkinin yetkesi ve buyrukları ile oluşur. Daha sonra çocuk bu yetke ve otoriteyi içe atarak üstbeni oluşturur. Freud bunu şöyle açıklamaktadır:? ?Böylece çocuğun süperegosu ebeveyni değil de, onların süperegosunu model alarak kurulur. Bunun içeriğinde de, zamana dirençli değer yargıları vardır. Bu suretle süperego kuruluşu, bu değerlerin kuşaktan kuşağa aktarımı anlamında geleneğin de devamına aracı olur. ? (Osborn, s.17)
Freud?a göre üstbenin oluşumu toplumsal ve kültürel gerekliliklerin (yani: eğitimin, dinin ve moralitenin) katkılarıyla olur. Üstben kişiyi dış yetkeye uymaya zorlar. Aynı zamanda geleneksel davranış biçimlerinin iletişim aracıdır. İnsanların bir devlete, dine, ulusa körü körüne bağlılığı üstben kavramı ile açıklanabilir. ( Osborn, s.141)
Rauben Osborn?a göre Marx geleneklerin, kurumların ve ideolojilerin egemen sınıfın çıkarlarını doğrulamak için nasıl varlıklarını sürdürdüklerini ortaya koymuştur. Ama çıkarı olmayan bir sınıfın bu gelenek, kurum ve ideolojiyi niye körü körüne benimsediğini açıklamamıştır. Freudçu kuram Üstben kuramı ile bu konuya açıklık getirmektedir. Freud?a göre üstbenin geçerliliğini yitirdiği toplumlarda ekonomik gerçekliğin gerektirdiği toplumsal değişikliğin zorunluluğu daha kolay anlaşılabilirdi.
İnsanlar hakim kültür, ahlak, eğitim, din gibi unsurların etkisiyle faaliyetlerini yönlendirirler. Bu unsurlar çoğu zaman bizi rahatsız eden gerçekliğe karşı tepki göstermemizi engeller. Biz de bir çeşit rıza yaratır. Gramsci bunu hegemonya kavramıyla açıklar. Hegemonya bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde o sınıfın rızasıyla hâkimiyet kurmasıdır. Bunu yaparken kültür ve ideoloji yoluyla bastırılan sınıfa egemen sınıfın değerleri empoze edilir. Bunu çıplak gerçekliği gördüğümüz ben kavramının üstben yoluyla kontrolü olarak okumak kanaatimce yanlış olmayacaktır.
Toplumsal sorunlarla ilgilenen ve toplumsal bir aşamanın gerekliliğini düşünen psikanalizciler üstben töresinin yerini, ben töresine bırakması gerektiği görüşündedirler. Toplumsal değişimi sağlamak için üstbenin katı ve bilinçsiz denetimine karşı güçlü bir ben geliştirmek gereklidir; böylece kişi akıldışı bir yetkenin egemenliğinden kurtulacak ve sağduyusu kişiliğini daha akılcı bir biçimde denetlemesini sağlayacaktır. ( Osborn, 141-142)
Kapitalizmin sömürülen sınıfa verdiği zararı görebilmemiz için egemen burjuva değerlerini reddedip dış-gerçekliği doğrudan görebilmemiz gerekir. Ancak bu, mevcut sistemi yıkacak dinamiği yaratabilir.
5.Sonuç
Kapitalist artığın büyümesi için mücadele verildiği sürece daha fazlası için her şeyi feda etme güdüsü sistemin çevrimini sağlamaktadır. Kapitalist sistem insan psikolojisini bireylerin kendine adaptasyonu için iyi kullanmakta ve böylelikle sürekliliğini sağlamaktadır. İnsanın baskıcı, denetleyici ve egemen güçle olan uzlaşmacı ilişkisinin sona ermesi ve insanın değişmesi için insanın toplumsal ve ruhsal etkileşimlerin diyalektiği içinde ele alınması gerekir. Sosyalist hareketin başarıya ulaşmak için ekonomik görüngüler kadar bireyin ve toplumun psişik süreçlerine de önem vermesi gerekir. Marksizmin bu açıdan eksik kaldığını savunan düşünürler başarısız Sovyet deneyimini bu eksikliğe bağlar. İşçi sınıfının mücadelesinin şiddet ve acımasızlık gerektirmediğini buna sebep olanın Stalin?in sadist kişiliği olduğunu savunur. Bu görüş tartışmaya açık olmakla birlikte Marksistlerin önyargılarından sıyrılarak psikanalizi daha yakından incelemeye davet ediyorum. Evrensel ve radikal gücü olan bu iki kuramın birbirinin eksik kalan yanlarını tamamlayabileceğini düşünüyorum. ?İnsanın özü toplumsal ilişkilerin beraberliğidir? diyen Marx, kişisel ve toplumsalı birleştirerek aslında bunun imkânsız olmadığını ortaya koymuştur.
Bireyin davranışını belirleyen toplumsal öğeleri inceleyen Marksizm, bireyleri toplumsal ortamlarıyla etkin bir şekilde ilişki kurmaya iten kişisel öğeleri de göz önüne aldığında zenginleşecektir.
KAYNAKÇA
Akyıldız, H. (1998) Bireysel ve Toplumsal Boyutlarıyla Yabancılaşma, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Dergisi, Güz
Balta, E. (2001) Marksizm: İnsan Özgürleşmesinin Felsefesi, Praksis Dergisi,
Barret, M. (2004) Marx?tan Foucault?a İdeoloji, Doruk Yayıncılık, Ankara
Becker ,U. (1989) Hâlâ Eleştirel Sosyal Bilimsel Çözümlemenin Ekseni mi, http://www.teorivepolitika.net/index.php/okunabilir-yazilar/item/133-sinif-kurami
Fromm, E, (2012) Psikanalizin Bunalımı, Say Yayınları, İstanbul
Osborn, R. Marksizm ve Psikanaliz, Günebakan Yayınları, İstanbul
Sunat, H. ( 1999) Birey Sorunsalı Psikanaliz ve Eleştirel Bir Bakışla Marksizm, Papirüs Yayınları, İstanbul
Öngen, T. (2002) Marksizm ve Sınıf, Praksis Dergisi, Güz
Özselçuk, C. ve Madra, Y. Psikanaliz ve Marksizm: Sınıf İlişkisinin İmkansızlığı ve Bir Düstur Olarak Komünizm, Toplum ve Bilim, Sayı 113